1 Mayıs 2004 Cumartesi

DÜRÜST RESSAMLAR

Cevizkabuğu’na bu hafta Anıl Çeçen konuk oldu;ve şimdilerde sıkça sözü edilmeye başlanan BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi’ni) konuştular.
Anıl Çeçen’i Cumhuriyet’teki yazılarından,daha başka ilerici,cumhuriyetçi girişimlerden tanıyordum elbet;ama doğrusu, son yıllarda rastlayabildiğimiz gerçekten geniş bilgili,tutarlı,dürüst aydınlardan biri olduğunu ancak bu söyleşi sonunda görüp sevindik Sevil’le.
Çeçen,Atatürk’e yakışan bir açık kafayla,başta İngiltere,sömüre sömüre,tepeleye tepeleye yetiştirdiği,şimdiki gücünden dolayı buyruğuna girdiği ABD’nin ve ayrıntılar konusunda itişip kakışıyor gibi görünseler de G8’lrin öbür timsahlarının bugünkü enerji kaynaklarının %70’ini,ilerki kaynakların da %49’unu barındıran Ortadoğu’nun yereysel olarak sınırlarını çizdi;dünyaya egemen olup bütün bu kaynaklara el koymayı kararlaştırmış bu timsahların,bu tasarının tam 500 yıllık sahibi İngiltere’nin gizli öncülüğünde,önce Ortadoğu denince çoğunluğun aklına gelen Mezopotamya havzasına,sonra Balkanlara,Kafkaslara ve elbet Orta Asya’ya koşulsuz egemen olabilmek için nasıl 24 saat 365 gün ince hesaplar yaptıklarını;şimdi de bu hesapları yürürlüğe koymaya giriştiklerini ayrıntılarıyla anlattı.
1919’da o inanılmaz yıldızın,Mustafa Kemâl’in öncülüğünde Anadolu insanının canıyla bozduğu Ön Asya’yı parçalayıp bölüşme tasarısı,bugün,belki ortak sayısını azaltarak, eskisinden daha kararı sürdürülüyor.Mezopotamya havzasıyla Güneydoğu Anadolu,Toros Dağları’nı da içine alarak,onlara göre tarihin temel taşı Büyük İsrail halkına;kısaca Kars yöresi diyeceğimiz Kuzey-Doğu Anadolu ABD’nin denetimindeki Ermenilere;Trakya ve Ege de AB’deki aç gözlülere bırakılacakmış.
Sayın Çeçen ve konuşmaya katılan dürüst,yurtsever kardeşlerimizi son derece önemli ayrıntıları anımsattılar;örneğin,Arafat’la birlikte Nobel Barış Ödülü verilmiş,hem de solcu-toplumcu(?) Şimon Peres,daha 1995’te ,Yeni Ortadoğu diye bir kitap yazmış;Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın paylaşım tasarısını anlatan bu değerli(!) yapıtı,övüne övüne,Milliyet yayınları basmış.
Ee,bugün de Kıbrıs’ı bir an önce verme,sonra Anadolu’nun yukarıda söylediğim gibi parçalanmasını gerçekleştirme niyetlerini gözümüze bakar baka,eldeki ütün iletişim araçlarıyla övmüyor,karşı çıkanları yerden yere çalmıyor mu yerli işbirlikçiler?
Neyse ki zaman zaman ordudan kimi sözcüler,İP,ATO.ADD gibi kurum ve örgütler eldeki bütün olanaklarla bu tasarıya karşı çıkıp artık onurlu bir simgeye dönüşmüş olan Rauf Denktaş’ı destekleme yürüyüşleri,toplantıları,gösterileri yapıyorlar.
Ankara’lı Ayşegül Okay,bir iletiyle,arkadaş sözcüğünün,oklu yalı günlerde,kendilerini arkadan gelecek saldırılardan korumak isteyen Türklerin,sırtlarını bir kayaya yasladıklarını,buna arka taş dediğini,sonra Azeri söyleyişiyle bunun arka daş’a dönüştüğünü anımsattı.
Doğrusu,olasılık-gereklilik ikilisi Rauf Bey’e en yakışan soyadını vermiş:Denk-taş:üstlendiği tarihsel göreve yüzde bin denk bir taş o!
Ve yine aynı ikili,bir zamanların Özal yağcısını alıp uçurdu,bunları,yolu kesilmese Türkiye’yi şimdi işbaşındakiler kadar amansızca soyacak adamın kanalında konuşacak yere getirdi; evrene binlerce şükür elbet:devrimcilikten,ilericilikten soyguncu uşaklığına savrulan yüzlerce,binlerce sülüğe bakınca Hulki’yi ayakta alkışlamak gerekiyor.
Hulki yararlı bir iş daha yapıyor:bu söyleşileri kitaplaştırıyor;demek ki kısa bir süre sonra Anıl Çeçen’in anlattıkları da basılacak;aman çıktığı gün alın,eşinize dostunuza armağan edin:bu kitabı okumadan ulus olarak varlığımızı sürdüremeyiz çünkü!
*
Lodosun İstanbul’u allak bullak ettiği akşam,Nilgün’ü Karaköy’den vapura bindirdikten sonra tünelle yukarı çıktım;tramvay beklerken,her zamanki gibi saçı başı karışık,ama aklı dupduru,apaydınlık dostum Yusuf Katiboğlu çıkageldi yağmurun içinden;Galatasaray’a doğru giderken,şuracıkta sergim var,vakit bulunca uğra,dedi;ben de,küçük bir işim var,sonra birlikte gidelim,diye yanıtladım.
Ünlü ayaktopu kulübüne yakın bir ara sokakta,Sanat Odası adında yeni bir galeri açılmış;daha önce Cihat Burak’ın özgün baskılarını sergilemişler; o günse,bir süre önce asılmış olan Yusuf’un yapıtları vardı duvarlarda.
Geniş merdivenli,geniş tavanlı eski bir İstanbul evinde açılmış galeri.
Yusuf’çuğum,her zamanki bitip tükenmeyen coşkusuyla,sevinciyle hem gösterdi,hem anlattı resimlerini;geçen yıl anlattığı,bir ağacın kovuğunda,kemençesine karışmış bir yarı derviş,ustasından aldığı kâide’yi arıyordu;başka bir resimde,Yusuf’un cin gözleri,dikilmiş,kocaman çizdiği ayaklarına bakıyordu;öbüründe,Yusuf,babasının çalıştığı derme çatma bir tahta iskelenin dibinde,denizin içindeydi.
Soruyorlar bana,senin biçemin yok mu? diye sürdürdü anlatısını;işte bu birbirine pek benzemeyen resimler arasında alttan alta belirgin bir su yürüyüp gidiyor,onun dışında biçem mi olur yahu!
Dürüst,doğru söze ne denir?
Sergiye giderken,yağmur altında,yanımızdan geçip gitmiş bir genç kıza seslendi aloo diye;Almanya’da doğmuş,yarım yırtık Türkçe konuşan bir dilber;bütün dostlukları gibi, öyle doğal,öyle gösterişsizdi ki kızla konuşurken;genç kıza daha başından güven verdiği belliydi.
Dostum olması,büyük talihtir.
*
Bu ay Antik’e Muzaffer İlhan Erdost konuk geldi;Muzaffer,yakın geçmişimizin acıklı bir özeti gibi:70 ve 80 fırtınalarında en çok yara alanlardan.
Onca acının altından,çalışarak,üreterek,yazarak,yayınlayarak kalktı;tin’i kabuk bağlamasın diye savaş alanındaki çadırında,geceleri kandil ışığında roman okuyan Mustafa Kemâl gibi,o da kendini resme vermiş;hem kendini,hem bizi şu acımasız anamalcı dünyanın dayanılmaz görüntülerinden kurtarmak üzere,bin bir renkli bir masal evreni oluşturmuş.
Yolu çiçekli olsun.
*
Başka bir soylu yorumcu da,sanırım Akademi yıllarından beri tanıdığım Jülide;öğrencilik döneminde ilkin güzelliğine,ince uzun boyuna,kaşına gözüne vurgundum;şimdiyse tutarlılığına,dürüstlüğüne,hiçbir esintiye kapılmayışına,kendisi kalma,kendi resmini yapma yürekliliğine;hem de,herkes gibi,dayanılması zor acılar çekmesine karşın.
Kadınlarında,çiçeklerinde,ağaçlarında,aynı yakınmasız,soylu acının koyu renkleri.
Jülideciğim,saygıyla,sevgiyle eğiliyorum önünde.
*
Ankaralı okur-iletişim ağı dostum Ayşegül Okay geçen gün Doğan Cüceloğlu’nun Aralık 2002’de yazdığı bir yazıyı gönderdi;Cüceloğlu bu yazıda,kısaca şöyle diyor:
Ben,Amerika’da 25 yıl kalmış bir insan olarak şöyle bir gözlem yapıyorum.Amerika’da hiç eğitim görmemiş bir insanla aynı odada kalmaktan korkarım.Beş dolar için gırtlağımı kesebilir.Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor.Eğitim yükseldikçe,uygar,olgun,sorumluluk sahibi,verdiği sözü tutan,kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor.İstisnalar kesinlikle olabilir,ama genellikle böyle.Türkiye’ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum.Şehirleşme ve eğitim.Türkiye’de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum.Kesinlikle insafsız,kendinden ve yakınlarının çıkarından başka bir şey düşünmüyor.İliğini sömürür bitirir,hiç acıma duygusu yoktur.Ama şehirleşmemiş,okumamış,saf köylü olarak kalmışsa,onda değerler bilinci çok yüksektir.Sanki eğitilmiş Amerikalı.Burada çok önemli bir gözlem var.Bunun üzerinde düşünmek lâzım.Benim analığım yörüktü.Annem öldükten sonra babam yeniden evlendi.Biz ona anne demedik,Ayşe Teyze dedik.Ben daha on yaşındayım,sapanla vicik dediğimiz küçücük bir kuşu vurmaya çalışıyorum.”Vurma oğlum”,dedi.Ben,sen ne bilirsin Yörük karısı tavrı içinde.”Ne var,parmak gibi küçücük bir kuş” dedim.Analığımın cevabı:”Yavrum! Canın büyüğü küçüğü olur mu?Allah her birine bir can vermiş.Vurma yavrum,günah.”
Bu öğretici yazıda hem dil,hem düşünce açısından birkaç şey gözüme çarpıyor: okumakla eğitim bir değildir,nitekim Yörük kadını eğitimlidir,binlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan evrensel temel eğitimi dolu dolu almıştır;asıl bilinmesi,unutulmaması gerekeni bilmektedir;buna karşılık,gidip 25 yıl aralarında yaşamadım,ama gerek buraya gelenlerinden,gerek bütün iletişim araçlarında gözükenlerinden,yazıp çizdiklerinden,yapıp ettiklerinden çok acı biçimde biliyorum ki, okutulmuş Amerikalılar tam anlamıyla bir insanlık vebasıdır!
Aslında bunun Amerikalılıkla o kadar sıkı bağı yok elbet,bütün sömürücü,anamalcı toplum bireyleri böyle;Avrupalısı da,Türkiyelisi de!
Bir lokma bir hırkayla yetinmeyi bilen,unutmamış olanların hepsi uygar,olgun,sorumlu, özü sözü bir varlıklardır; hepimizi kirleten,yozlaştıran,eğitim diye yutturulup gittikçe daha pahalı satılan şu öğütücü öğretimdir.
Sözcükler aslında mermi kadar öldürücü,altın kadar değerli;yazın emekçilerinin en az hekimler kadar sorumlu davranmaları gerekiyor.
*
Cihangir’de ısıtma-soğutma işiyle uğraşan bir işyeri var,hemen yakınımızda;orada çalışan hanımlar hep birlikte hayvansever:ortak avlumuzda yığınla kedi besleniyor;sokağa bırakılmış sakat köpekler bağra basılıyor.
Bu sabah gazete almaya giderken,bir süredir ortalıkta dolaşan tüyleri gözünü kapatan dişi köpeği,onların dükkânın önünde,arkadaşıma kuyruk sallarken buldum.Bir Alevi sözü var:Doğru geldi isen dosta/öldü isen can bulunur,der.Köpecik doğru dosta gelmişti,hemen benimsendi,okşandı,kedilere dökülmüş mama zaten kapı önündeydi.
Taksim’e gittim,dönüp gazetemi aldım,yürürken sokağın daha önceki sahibi köpekler bu yeni gelenin,ve ondan da sonra ortalıkta belirenin tepesine çullanıp bir süre uludular;sonra koklaştılar,barıştılar,kimse kimseyi parçalamadı.Derken bizim uzun tüylü ısıcının önüne doğru koştu,sonra geri döndü,az önce kendisini pıstıranlara en gür sesiyle havladı,uzun uzun:benim burada ablam var,sıkıysa şimdi gelin bakalım!
Hanım dostum çıktı:Ne havlıyorsun,gel içeri! dedi;hiç aldırmadı,gövde gösterisini sürdürdü.
Bir önyargıyı yıkmak,atomu parçalamaktan zordur diyen Einstein’ın tini çınlasın;hayvan hayvandır,tini de,bilinci de,usu da yoktur diyenler sonyargılarından döner mi acaba?
O arada,bu güzel özdeyişi dile getiren Einstein de zaten,evrendeki enerjinin işleyiş yasalarının temelini özetledikten sonra,Her şeye karşın Zeus vardır diyerek sonyargıyı bozmamıştı!
*
Sevgili dostumuz Azime Korkmazgil,yine sevgilisini anmaya gelmişti;ama bu kez kendine birkaç gün tanımış İstanbul için,belli ki Duygun büyüdü.
Hemen bir iletişim ağcığı kuruldu,sevenleri onu bir yemekte kucaklayacaktı;derken o olmadı,ancak yerine daha güzeli oldu:Gülsen Tuncer-Engin Ayça çifti,sağolsunlar,bir Salı öğleden sonra hepimizi evlerine topladı.
Hemen Galata Kulesi’nin dibinde eski bir evi alıp düzelttirdiklerini biliyordum,ama bir türlü gidip görememiştim.
O gün,Azu’yu kucaklamaya,ressam anne kız Nevin İşlek ile Mehlika Baş da geldi;ve eve gidince ne görelim,yakın zamanda tanışmış olmalarına karşın,duvarları bezeyen güzelim resimlerin büyük bir bölümü bu sevecen insanların!
İkisi de tam gönlüme göreler:dürüst,gösterişsiz,alçakgönüllü.
O akşam karşıda,Günay Pesen’in yönettiği Ürün’de ana kız sergileri vardı;el ele gittiler düğüne,Azu’yu da alarak;doğrusu,sanırımAzimeciğim,bundan daha güzel İstanbul gezisi az yaşamamıştır.
*
Başka bir dürüst nakkaş da canım Melih Özuysal’dır;2000 yılında şimdi artık içinde kumlar kartonlar sergilenen Garanti Galerisi’ndeki sergisinde tanıyıp bağrıma basmıştım Melih’i;Aydın’da doğmuş bu halk çocuğu,günün birinde, ben ressam olacağım demiş,olmuş:okul,öğreti,kuram,ustaya öykünme falan yok;oturmuş ilk günden kendi resmini,Laborit’nin deyişiyle,karıştırıcısı’ından fışkıranları önüne gelen her şeye dökmeye başlamış.
Bir süredir biriktirdiklerini,üstelik daha girişken bir arkadaşının önayak olmasıyla,Ortaköy Belediyesi Sanat Galerisi’nde sergiledi;tam bir içtenlik şöleni.
Elbet çetin,ama nasıl soylu bir yaşamı var!
*
Bir dürüst yıldız da postadan çıkıp geldi:Saim Dursun.
Açılışına gidemediğim sergiyi TVSG’de açmış.
Adını ilk kez okuyor,resimlerini ilk kez görüyorum;ama hey ulu Tanrım! inanılır gibi değil:1959’da Elazığ’da doğmuş bu halk çocuğu da,öğretmenlik eğitimi aldıktan sonra,resme sevdalanmış.Benim yıllardır özlemle beklediğim işi gerçekleştirmiş,kendisi kalarak,yöresinden,köklerinden şu kadarcık kopmadan,evrensel resim diliyle,Anadolu resimleri yapıyor!
Demokritos ona büyük bir armağan vermiş günün birinde:Beyoğlu Belediye Galerisi’nde açtığı sergiyi gezmeye Fransız sanat tarihçisi Vacher Didier gelmiş;resimlere vurulmuş,elinden tuttuğu gibi Fransa’ya uçurmuş;89-2003 arasında orada yaşamış,çalışmış,üretmiş,sergilemiş.
Bayıldım Saim’in bin bir renkli,dipdiri resimlerine!
*
Sinema özlemiyle yanıyoruz ya,geç de olsa günün dillerde dolaşan filmlerinden Barbarların İstilası’na gittik Nilgün’le;Sevil gelmedi,kurtuldu.Fay Hattı gibi,bunun yönetmeni de,usuna diline gelen bütün güncel izlekleri almış,bulamaç yapmış,tepsiye koyup sinemalara sürmüş:kapış kapış yeniyor tezek kurabiyeleri!
*
Yavanlık bu kadar amansız kol gezince,ne yapabilir insan? döner eski incilere sarılır dört elle.Biz de öyle yapıyoruz.
YKY’de Cihat Burak’ı andıktan sonra,büyük bir incelikle,elimize kitap çeki verdiler;hemen aşağı inip kitaba dönüştürdük.Nilgün’le. Sabahattin Ali’lere,Sait Faik’lere,Behçet Necatigil’lere yapıştık.
Şimdi,döndük,yıllar sonra Sait Faik’in öykülerini yeniden okuyoruz;aman nasıl iyi geliyor!
Cihat Burak’la Sait Faik içkievi arkadaşıymışlar;onurlu,soylu,üst düzeyli sanatta da ikizler:güzeller güzeli Sait,iki satırda,iki sözcükte özetliyor dünyayı,şiirini,acısını.Nasıl arıtıcı,nasıl yakıcı!
*
Güzeli,dürüstü yinelemek üzere,tek başıma gördüğüm Julia-Seyir Defteri’ne Sevil,Serpil ve Nilgün’le bir daha gittim.
Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği oynadığı oyun hani şu hepimize havalara uçuran Havana Duruşması,Arturo Ui,Salazon Mavalı,Sevdalı Bulut gibi oyunlar buharlaşalı beri karşılaştığım en tutarlı,en tutkulu oyun;Nesrin’nin,şimdi artık kaçıkhanelerde dolaşan,yetenekli ve talihli doğmuş,Amerikan toplumunda bunları ister istemez yele vermiş Jane Fonda’nın oynadığı Julia’yı temel alıp daha başka bir dizi yazınsal yapıttan yararlanarak yazdığı Seyir Defteri,sevda,tutku olmadan hiçbir şey yaratılamayacağının coşturucu kanıtlarından biri.
Nesrin Kazankaya,Ayşe Lebriz,Levent Öktem ve genç arkadaşları tam anlamıyla bir sanat şöleni sunuyorlar;ama ah!toplum,dünya televoleye teslim olmuş:bir avuç insana.Üstelik nasılsa gelebilmiş olanların kimisi,oturup bu güzelim insanları alkışlama sabrını bile gösteremeyip iktirip gidiyor!
Gitsinler!Elbirliğiyle yarattıkları cehennemden ötesi yok.
Nesrinciğim,sonsuz teşekkür!
*
Homeros Şiir Ödülü’nü,gözde ozanım Zeynep Uzunbay’ın Papirüs Yayınları’nca basılan Kim’e’si ile Erkan Yılmaz’ın Sin adlı dosyası arasında paylaştırmışlar.
En iyisi yapıtı alıp okumanız elbet;özendirmek üzere kısa bir şiirini alıyorum:
aman

zaten sökülmüştü manzaram
aman olsun girdim koluna
her yere gider oldum
ben durdum yol yürüdü
koynuna girer oldum
uzandım yüzünün magmasına
kavruldum tüttüm ey
ince bir hal oldum ben gövdene
bir bir çözüldü göğsümdeki düğümler
oh!çağıldadı her gözem
ırmaklar buyur edecek kadar
içim varmış benim meğer
aman!dedim
iyi ki sökülmüş manzaram

Adam Sanat, Mayıs 2004, s. 220

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder