1 Şubat 2003 Cumartesi

MEMET FUAT

Evrendeki her şey rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür diyen Demokritos’u sık sık andığımı yazılarımı okuma inceliğini gösterenler anımsayacaktır.
Beni Memet Fuat’la, Tuzla’da askerlik yaparken, Ergin Ertem tanıştırdı.
Bu tanıştırmanın gerekçesi, daha önce, Arslan Kaynardağ’ın Elif Yayınevi’neyaptığım iki küçük çeviriydi; bunlardan biri, Varoluşçu felsefeye ilgiliydi.
Dolayısıyla, De Yayınevi’ne bu ön izlenimle girdim besbelli; ve Memet Abi, kendinden emin bilge sevecenliğiyle, beni daha ilk anda yetkin bir çevirmen saydı, izin ver, sana uygun kitap bulayım, dedi.
Bilge sevecenliği diyorum, ve bunu çok inanarak kullanıyorum: ilk günden son güne dek, aramızda en küçük bir tören olmadı, benim içimden ona hemen Memet Abi demek geldi,bu sesleniş ömür boyu sürdü, sanırım pek çoğumuz için de böyle oldu.
Sözünü ettiğim tanışma l964 yılında geçiyor; o yıllarda, Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Klüp Sinema 7 var, haftada birkaç gün konsoloslukların ekin bölümünden ödünç alınmış nitelikli filmleri gösteriyor, İstanbul’un sanat ve sinema severleri orada toplaşıyoruz.
Bir akşamüstü, ben arkadaşlarımla yerleştikten epey sonra, filmin başlamasına yakın Memet Abi geldi, kapıya yakın bir sıraya ilişti. Hemen yanına koştum, kucaklamaya; her zamanki ölçülü güleryüzüyle kulağıma eğildi:Baudelaire dedi: meğer Sartre’ın ünlü kitabını seçmiş çevireceğim ilk kitap olarak. Sevinçten havalara uçtum elbet; o gün hangi filmi izledik çoktan unuttum, ama kulağıma fısıldanan adı, Memet Abi’nin ışıl ışıl, utangaç gözlerini hiç unutmadım.
Derken Sartre, Sözcükler’le Nobel’e değer bulundu, ve yeri yerinden oynatarak geri çevirdi.
Memet Abicim, onun çevirisini de bana verdi.
Bu çeviri için sevgili ustam-öğretmenim Adnan Benk’ten daha sonra unutulmaz bir zılgıt yedim; ama Ferit Edgü de, sanırım istemeden, gönlümü aldı: kendi yayınevinde, şimdi adını bile anımsayamadığım bir çevirgeç’e ısmarladı kitabı; o da benim çeviriyi aldı, hemen hiç el sürmeden ak kağıda aktarıp üstüne kendi adını yazdı; kimsecikleri beğenmeyen, herkesi
eleştiri oklarıyla delik deşik eden Ferit de bastı, üstelik arka sayfasına: Sözcüklerin ilk, tam çevirisi yazarak.
Memet Abiyle ilişkimiz daha sonra Sartre’ın denemelerinden seçmelerle, Gide’in Dostoyevski’siyle, ve her biri birer okul olan, unutulmaz, tadına doyulmaz Yeni Dergi’nin Özel Sayıları’yla sürdü.
Sevecen bilge dedim ya, Baudelaire’i bitirip götürdüm, okudu, yayınevine ilk gidişimde, yumuşacık bir sesle: Kurşun kalemle işaretlediğim yerleri aslıyla karşılaştırıp okur musun? diye sordu. Masa başına geçtik birlikte, ben işaretli yeri okuyup sonra aslını okudum,o hiçbir şey demiyordu; işaret konduğuna göre, aksayan bir şey vardı; onu kendim sezip düzeltmedikçe ağzını bile açmadı. Böylece, ancak Sabahattin Eyuboğlu’nun çeviri derslerinde gördüğüm yüceltici çağrının tadını bir kez daha, unutmamacasına tattım.
Toplumculuk kasırgası esip ortalığı tozu dumana bulayana dek, De Yayınevi, kitaplarıyla, Yeni Dergi’yle, Memet Abi’nin dört gözle beklenen Edebiyat Yıllıkları’yla dört
dörtlük bir yazın-düşün okuluydu.
Çağdaş basım bilgisiyle, olanaklarıyla basılmış, kapağından özenli dizgisine, hemen
hiç yanlış bulunmayışına dek, söylevsiz güzellik dersleriydi Memet Fuat’ın gerçekleştirdiği.
Ve bildiğim kadarıyla,şimdi seve seve yeniden hortlatılmış çağdışı, insanlık dışı forma başına para ödemenin yerine, toplumcu (o bunun yerine toplumsalcı derdi) dünya görüşüne uygun
yüzdeyi, hem de ünlüsünden ünsüzüne, ilk sayfasını getirmişine dek hepimize uygulayarak
başlatan değilse bile, öncülerinden biridir.

X

Memet Abi’nin büyük hayranlıkla, sevinçle saptadığım özelliklerinden biri, küçük yaşta uğradığı, sonunda canına patlayan sağlık kazasına karşın, aklının sağlamlığı, serinkanlı işleyişi, yansızlığıdır.
Bab-ı Ali’de epey serveti çıtır çıtır yediği söylenen doğal babasının o güzelim Piraye Hanım’ı, ablasını ve kendisini yüzüstü bırakıp gidişi kişiliğinde en küçük bir acılık, terslik, gizli diş gıcırtısı bırakmamıştı.
Sonrası da daha az acıklı değil; anası gibi soyluluk, onur simgesi bir hanım, o çağın en çarpıcı, en yetenekli insanlarından birine, Nazım’a vuruluyor; bildiğiniz aykırı koşullarda çağımızın en güzel sevdalarından biri yaşanıyor, uğrunda unutulmaz aşk şiirleri yazılıyor. Ama sonra, kelebek ozanımız, beklenmedik bir anda, üstelik taraflardan biri yerli yerinde dururken, hop diye başka bir çiçeğe uçuyor.
Nazım’ın Piraye’ye, Memet Fuat’a mektuplarını okuduk; ama sanırım Piraye Hanım’ın soylu kararından ötürü, onun mektupları elimize geçemedi.
Dolayısıyla, o korkunç ayrılıktan sonra, Piraye Hanım’ın neler duyup çektiklerini ayrıntılarıyla bilmiyoruz, hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Ama Memet anasıyla aynı evde yaşıyor; üstelik onu dopdolu sevip sayıyor.
Beri yanda da, uçarılığına karşın, sevi değişkenliğinin dışında, bütün nitelik ve yeteneklerine vurulduğu büyük ozan var.
Ruh ve düşünbilimde, aşma, aşkınlık diye bir kavram var: Memet Fuat bunun canlı örneğidir, bence.
Hem güzelim anası, hem Nazım açısından çekip yaşadığı acılar, üzüntüler şu kadarcık
yansımamıştır düşünüş ve davranışlarına. İkisinin de hakkını eksiksiz verdi hem yaşamında,
hem birbirinden değerli yapıtlarında.
Zaten, olması gereken en az kusurlu insanın canlı örneğiydi; her durum ve koşulda, sanırım kimse onu ağlayıp sızlarken, kendine acındırmaya, herhangi bir çıkar sağlamaya çalışırken görmemiştir; gerekince yapı kalfalığını da, yayıncılığı da, voleybol takımı çalıştırıcılığını da aynı ciddilikle, aynı somut, çağdaş bilgilerle yaptı. Ve hepsinde bir sürü insanı kıskandıracak başarılar elde etti; bununla da övündüğünü gören var mıdır acaba?
Canım sevecen bilge!
Geçirdiğin inişli çıkışlı, epey çileli yaşam senin sevecenliğine de, bilgeliğine de suyun en iyisini verip has birer çeliğe döndürmüş!
Seninle aynı yüzyılı paylaşmak bir onurdu, sonsuz bir sevinçti!

Adam Sanat, Şubat 2003, s.205