1 Ağustos 2004 Pazar

JULİDE

Sinemacı-ressam dostum Mehlika Baş’a bizdeki filmleri ve baleleri aktarıyorum;en son Béjart’la Roland Petit’nin Fındıkkıran yorumlarını çektim;ardından,balenin Bolşoy yorumunu izledim;en sonunda da alıp izleme fırsatını bulamadığım Nureyef’in yorumuna baktım ve çektim.
Büyük bir şaşkınlıkla,Nureyef’in yorumuyla sahnelemesinin öbür iki büyük ustadan geri kalmadığını gördüm;gerçi öykünün yerleşik yapısını korumuştu,ama Paris’teki salonun olanakları inanılmaz:sahnenin genişliği,derinliği pek çok şeye izin vermiş;bezem,giysiler,ışıklandırma soluk kesici.Ama asıl Nureyef’in danslara getirdiği küçük,özgün değişiklikler coşturucuydu.Kısacası, onca yılın,onca sahnelemenin,ayrıca öbür iki büyük devin yorumlarından sonra baleyi sahneye koymanın üstesinden kusursuz biçimde gelmiş Nureyef.
Elimde olanak bulunsa,gerçek baleseverlere bu üç yorumu arka arkaya tattırırdım.Şimdilik yalnız Mehlika’yla paylaşacağız.Ancak aklınızda bulunsun,kaset ya da disk olarak önünüze çıkarsa,sakın kaçırmayın.
*
Zehra İpşirioğlu,tanıdığım en çalışkan,en üretken insanlardan biridir;Çınar Yayınları’nın bastığı deneme-romanı İzler’i imzalayıp bırakmış;Papirüs Yayınları’na uğradığımdaysa son çalışması Tiyatroda Alımlama’yı beni bekler buldum.
Bu yapıtı karıştırırken karşıma,tam bir tiyatro yapıtındaki gibi,hiç beklenmedik anda eşini boğup öldüren Louis Althusser’den şu alıntı çıktı:
Sanatın amacı ideolojinin görünmez kıldığını aydınlatmak,göstermektir.Sanat bu bağlamda artık toplumu yansıtan bir ayna değil,ideolojiyi temizleyen yeni bir bilgi üretimidir.
Yaşamından kalan izleri anlatırken kendi kendine yüksek sesle düşündüklerini de okurla paylaştığı İzler’in başında da İonesco’dan bir saptama var:
Yazma,içtenliktir.İçten ses çınlar,duyulabilir;başka bir deyişle,içtenliğin sesi güçlüdür;ama işitseniz bile,bu,dinlediğiniz anlamına gelmez.
Adam Yayınevi’ndeki kitap köşesine,Zehra’nınkinin yanında,Aydın Ilgaz’ın Sınıf’ın Efsanesi de bırakılmıştı.
Aydın,bu kitapta babasının tutuklanıp mimlenmesine,ömür boyu çileler çekmesine yolaçan ilk şiir kitabı Sınıf ile ünlü oyun-filmi Hababam Sınıfı’na ilişkin anılarını anlatmış.
*
Karşısanat’ta açılan sergiye ilginç bir ad ve izlek seçmişlerdi:Kırmızı.
Bir küme genç kırmızı ağırlıklı yapıtlar üretmiş;aralarından Nazmiye Ece,sıradışı bir dikkatle Türkân’la bana ilgi gösterdi,resimleri konusunda açıklamalar yaptı,ağaran saçlarıma bakıp bana iskemle önerdi,kısacası sevgiyle kucakladı bizi.Kırmızı’sı eksik olmasın.
*
Yine böyle bir küme genç fotoğrafçı,Fotoğrafevi’inde ürünlerini sergiledi;bu çalışmaları ilk kez görüyordum,değişik bakış açılarını,ilgileri çok beğendim;yürekten kutluyorum.
Galerinin ışığı mı Selin Şengüler’e yansımıştı,yoksa onun ışıltısı mı bu sanat yuvasını aydınlatmıştı,pek kestiremedim:her iki durumda da sonuç sevindiriciydi.
*
Dün akşam,annesinin güzelliğini sürdüren kızı Ayşe Ünal aradı heyecanlı bir sesle ve gözümün bebeklerinden ressam Julide’nin yorulup göçtüğünü duyurdu.
Artisan’daki son sergisinde buluşup görüşememiştik,doğrusu bu kadar kısa sürede onsuz kalacağımı usumun köşesinden geçirmemiştim.
Akademi’deki öğrencilik yıllarından beri vurgundum Julide’ye;önce bedensel güzelliğine elbet,ama resimlerini sergilemeye başladıktan bu yana,kendine özgü anlatımına,soylu,kederli duruşuna.
Sanırım bir kadın,ana,sevgili olarak,dünyanın,üzerindeki insanların düşürüldükleri duruma yanıyordu içi;gerçi bu konuyu hiç konuşmadık onunla,ama duruşuna yakıştırdığım böyleydi.
Hizmet ettiği toplumun yeryezünde açtığı,açmakta olduğu onulmaz yaralara aldırmadan Boğaz’ın sularına taş atıp yaşamın anlamı konusunda kendince özdeyişler döktüren cerrah Mehmet Öz’ün umurunda değildi elbet Julide’lerin küskünlüğü,kırgınlığı;o yogasını yapmayı sürdürecek,acımasız tüketim toplumu hesabına at gibi koşturacak!Kendisinin ve işverenlerenin dışındaki insanların en önemli şeyi,yaşama sevinçlerini neden yitirdiklerini bir an bile usundan geçirmeyecek!Ne mutlu ona ve benzerlerine,yürek,yani yaşama sevinci eksikliğinden ölmeyecekler!
Canım Julide’ciğim!Soylu kederini yaşadığım sürece saklıycam belleğimde;günün birinde dünya gerçek barışa kavuşur da Türk resim tarihi dinginlik içinde yazılırsa,senin özgün yorumlarından söz edilir elbet.
Yıldızlara selam söyle sevgilim!
*
Nicedir gidemediğim Bilim-Sanat’a Cumartesi uğrayabildim;Ercan Akçetin’in sergisi vardı.
Sevgili Leylâ-Nevzat Metin çifti,yine olanaksızı oldurmuş,Akçetin’e güzel bir kitap basmışlar.Kitabın metinleri Ümit Gezgin’nden.
Kitabı karıştırınca bir olgu çarpıyor insanın gözüne:80’lerin sonunda,90’lı yıllardı Ercan’ın ilgileri çeşitli,insanlar,hayvanlar,doğa.2000’lere doğru geldikçe bu ilgi tek bir kadına yöneliyor,onda yoğunlaşıyor.İç dünyası da böyle mi acaba? öyleyse,epey yazık doğrusu.
Nevzatçığım,şiir sevdasını,Nihat Behram’ın Şiir Bahçesi’yle sürdürmüş.
Kitaptaki resimler İbrahim Çiftçioğlu’nun;ösözünü Leylâ Şahin yazmış;Enver Ercan da Nihat’la söyleşmiş.
Ozanlığının 35.yılında,Leylâ ile Metin “Şiirimizin Yalın Yüreği”diye nitelendirdikleri dostlarına seçkin bir armağan vermişler;ne mutlu verene de, alana da.
Ama Metin’ler küresel yağmanın doruğa çıktığı günlerde,hiç hız kesmemiş,bir güzel kitap daha armağan etmişler resim-yazın severlere:İlhan Berk.
İlhan Berk’in şiirlerini,resimli şiirlerini,resimlerini bir araya getiren bu sıradışı güldestenin yazıları da seçkin:Abidin Dino’nun,Ahmet Oktay’ın,Enis Batur’un,Sezer Tansuğ’un,Necmi Sönmez’in,Levent Çalıkoğlu’nun tutkulu,bilgili yazıları süslemiş yapıtı.
Leylâ ile Metin,başka hiçbir şey yapmamış olsalardı bile bu kitap 2003 yılını çok dolu geçirdiklerini söylemeye yeterdi.
*
Cumartesi günü sergide canım dostum İlgi Adalan’la buluşacaktım aslında,ama artık kocadım,unutup çıktım.
Pazartesi günü bize bıraktığı güzeller güzeli mavi balığı almaya gittiğimde,Nihat Behram oradaydı,masa başında harıl harıl birşeyler yazıyordu;meğer Everest Yayınları’nın bastığı son kitabı Miras’la ilgili tanıtım-söyleşi yazılarıymış.Nitekim az sonra çantasından çıkarıp bana armağan etti onu.
20.Yüzyıl’ın başlarında,Osmanlı çökerken Doğu Anadolu’da,Kars’ta babasının,soyunun yaşadıklarını anlatmış bu yapıtında;elbet sonraki bütün ömrü,Türkiye’nin tüm çalkantıları var kitapta;belli ki hakettiği ilgiyi görmüş,yeni basıma yapılmış.Ne mutlu!Soylu bir ülkü uğruna çektiklerinden sonra küçük bir sevinç.
Tanıdığım en sevgi dolu insanlardan birine,Türkân Gündoğdular’a da,inişli çıkışlı,acılı sevinçli,sıradışı sayılacak bir yaşamın sonunda Demokritos güzel bir armağan verdi:ömrünü aralarında geçirdiği sanatçıları,ressamları,yontucuları,seramikçileri kucaklayıp sevenlere ulaştırabileceği küçük bir yuva.Adını da birlikte koyduk:Demos Sanatevi.
Üstelik,şimdiye kadarki pırtılarından her geçen gün arınıp bir sanat mahallesine dönüşmekte olan Asmalımescit’de.
Ben de ona hemen sevdiklerimi tanıştırdım:Nevin İşlek,Mehlika Baş,Melih Özuysal,Cânan Ünal Akın.
Küresel saldırı izin verirse,el ele güneşe yürüyeceğiz.
*
Küresel saldırıysa gittikçe amansızlaşıyor;meğer ne büyük kıskançlık yaratan topraklarda yaşıyormuşuz!
Burada biz değil de bu uygar(!),insan haklarına eksiksiz saygılı (!),sözün gerçek anlamında halk yönetiminden yana (!) Hıristiyan uluslardan biri yaşasaydı,kıskançlık ve ele geçirme hırsı aynı ölçüde büyük olur muydu acaba?
Onu bilemiyoruz,ama bugünkü durum tabak gibi ortada;aslında uyutma ağı denmesi gereken iletişim araçlarıyla yayılan duman o kertede ki,hemen hemen bütün gözler kör,bütün kulaklar sağır.
Siyasal örgütlerden yana hiç umut yok,iki büyük kümeleşme kesinlikle Amerika ve AB yanlısı;karşıt olanlar un ufak,tek bir sözcük uğruna birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır.
Geriye tek sağlam,çağdaş örgüt kalıyor:Ordu.
Ancak,onun üst düzey komutanları da,zaman zaman yineledikleri itricaya karşı olma,laikleği,Atatürk Cumhuriyeti’ni koruma-sürdürme kararlılıklarına karşın,AB’ye uyum yasaları (?) bahanesiyle temel kurumlar ve yapılar birer birer teslim alınırken hiç sesleri çıkmıyor;oysa Erol Manisalı,Çetin Yetkin,Doğu Perinçek gibi yazarlar sabırla,inatla kimsenin bizi bin yıl sonra bile AB’ye almayacağını,hem de oradaki yetkili sözcülerden alıntılarla yazıyorlar.Peki üst düzeyli komutanlar bunları okumuyor mu?Aşılan kırmızı çizgilerle yitirilenler ne zaman,nasıl geri alınacak ve güzelim Anadolu halkına yine neye patlayacak?
Bu olumsuz koşullarda, ne zaman ve nasıl geleceğini bilmediğimiz rahat,güzel günlere inanmayı sürdürebilmek için elimizde Mustafa Kemâl’den başka dayanak,sığınak yok.
Çalışkan dostlarımdan Metin Aydoğan,Müdafaa-i Hukuk’un son sayısında,Müdafa-i Hukuk Zamanı başlıklı yazısında,Kaynak Yayınları’nın bastığı Hakimiyeti Milliye Yazıları’ndan bir alıntı yapmış.Aktarıyorum:

“İstiyoruz ki,bütün uluslar gibi,biz de bağımsız olalım.İstiyoruz ki;kendi evimizin sahibi,kendi cebimizin hâkimi,kendi yaşamımızın,kendi namusumuzun sorumlusu biz olalım.İstiyoruz ki,yeryüzünde zulüm kalmasın.Uluslar arasındaki düşmanlıklar kalksın.Dünyaya egemen olan kapitalizm illeti,bir daha doğrulmamak üzere uyusun...İşte,bugün içinde bulunduğumuz savaşımın bizce tek anlamı.Bu amaçla eyleme geçtik.Bağımsızlığımız ve varlığımız için,emperyalizme karşı dünya ve yaşam devrimi uğrunda,ezilmekten kurtulmuş yeni bir döneme doğru yürüyoruz.Giriştiğimiz iş;büyük,ağır ve o oranda şanlı şereflidir.Görüyoruz ki,kendimizi kurtarmaya uğraşmak,bütün dünya uluslarının milyonlarca cephesinde çarpışmak gibidir.Yapılacak iş o kadar büyüktür ki,bunun karşısında ruhların yüce bir coşkuyla titrememesi olanaksızdır.Bizim kurtuluşumuz,dünyanın kurtuluşu demektir.Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizmin zulmünden kurtulmadıkça,bizim yaşayıp rahat etmemiz olanaksızdır.” (15 Temmuz 1920.)

Bu güzel ülküye yalnız Atatürk’ün,Türklerin henüz çıldırmamış,satılmamış olanlarının dört elle sarılması yeter mi?
İnsanlık tarihinin en gerçekçi toplumsal kuramına,toplumcu öğretiye inandıklarını öne sürenler sömürücülerin,ezicilerin arabasına binmiş giderken bu savaşı tek başımıza biz nasıl kazanabiliriz?
Yitirilecek savaş yalnız Anadolu halkının varlığını mı tehlikeye atacak?Öbür topraklarda oturanların bilmem neresine allı kınalar mı yakılacak?
Bakalım bu can alıcı soruyu hep birlikte nasıl yanıtlayacağız.
*
Sorunun yalnız insanlar değil,bütün canlılar,onlara bağlı olarak da cansız saydıklarımız için olumlu yanıtlanabilmesi için emek verenlerden Cengiz Özakıncı son kitaplarını yolladı dün.
Büyük bir coşkuyla bastığı yazdığı önsözden anlaşılan Emin Değer’in önemli yapıtı Oltadaki Balık Türkiye’nin,Cumhuriyetimizin 80.Yılı’na armağan 8.basımı;balığın başına çuval geçirilişinin öyküsünü anlatan,Ahmet Erimhan’ın Çuvaldaki Müttefik’i;Ümit Sarıaslan’an,hani şu 10.Yılda göğsümüzü şişire şişire övündüğümüz demir ağlardan nereye geldiğimizi belgeleyen çalışması Demir Ağlardan Örümcek Ağlarına’sı;Haldun Çancı’nın,sömürgeleşme tuzağına bile bile düşürülen Yavruvatan Kıbrıs’ın tepsi içinde sunuluşunu anlatan Küresel Süreçte Türk Dış Politikasının Yeni Açılımları:Orta Asya ve Kafkasya adlı kitabı.
Hani benim bilinçli bencillik adını verdiğim aydınlığa ulaştıracak vazgeçilmez kılavuzlar.
Cengiz’e,Otopsi Yayınları’na yürekten alkış.
*
Bu karamsar ortamda,küçük bir soluk almak,ağzınızın tadını azıcık yerine getirmek isterseniz,Nilgün’ün Yeşim’den öğrenip beni götürdüğü sıradışı bir aşevinden söz edeyim size:Kadıköy Çarşısı’ndaki Çiya.
Çiya,Kürtçe Dağ demekmiş;Güneydoğu-Van yöresinin anlatılmaz sebzeleriyle yapılan tadına doyulmaz sağlık kaynağı,lezzetli yemekler,tatlılar.
Yaşamının,varolmanın anlatılmaz,eşsiz tadını anımsamak istiyorsanız,hemen koşun;bir deniz yolculuğu ötenizde.

Yurdumuzun yetiştirdiği en nitelikli insanlardan Üstün Korugan da küresel çürümeye kurban gitti.Bu beslenme,doğru yaşama,yaşamı sanata çevirme ustası,hem de hani şu G 8’lerden birinde kaptığı mikropla düpedüz Niyazi oldu!
Yeryüzündeki insanlar,dahası bütün canlı-cansız varlıklar için hiç umut verici bir belirti değil.
*
Nato Zırvası dolayısıyla İstanbul halkına yaşatılanlar da bunun doğrulayıcısı zaten.Diyelim ki 10 000 yıldır insanlık,uygarlık adına biriktirilmiş bütün değerleri ayıklar altına alan,kuz buz edenler,olanca küstahlıklarıyla saldırganlığı,yıkıcılığı,kıyıcılığı sürdürme andı içerken,Atatürk’ün sunduğu koltuklarda oturanlar,hem Anadolu,hem de dünya halkları açısından tam anlamıyla bir hiç uğruna,uşaklık,yılışıklık ediyorlar.
Ama onlar öyle de,insanlığın bulabildiği en soylu,en yaşatıcı ülküye,toplumculuğa sahip çıktıklarını öne sürenler bizimkilerden ayrı bir şey mi yapıyor?
En azgın yıldırmacı devletler bütün dünyayı kan gölüne çevirirken çıtları bile çıkmıyor.
Eh,bu durumda başımıza geleceklere şaşma hakkımız kalmıyor.Çünkü Osmanlı halkının padişahlarına söylediği anlatılan sözün gittikçe daha acıklı biçimde uygulanması kaçınılmaz gözüküyor:
Zulmün artsın Padişahım!
Dünyanın bütün zalimlerinin zulmünün akılalmaz boyutlara ulaşacağına hiç kuşkum yok;eytişim gereği,o dalganın altında hep birlikte can vermezsek,bakarsınız toparlanmamıza yarar bu.

Adam Sanat, Ağustos 2004, s.223