1 Ocak 2004 Perşembe

HALK SANATININ GÜCÜ

Dün akşam,Mezzo’da,sıradışı bir belgesel izledim:İtalya’nın çeşitli yörelerinde halk şarkı ve oyunlarını yaşatmaya çalışan kişi ya da kümeleri tanıttılar.
Ne yazık ki başladıktan sonra açtığım belgeselin ilk sanatçısı,60’lık,70’lik,80’lik insanlardan yerel şarkıları dinleyerek büyümüş,bunlara vurulmuş,önce öğrendiklerini yinelemeye girişmiş,şimdi artık kendisi şarkılar besteleyip söyleyen,oynayan güzel sesli,cıvıl cıvıl bir hanımdı.
Sonra Sicilya’ya,koyun besleyip sütünden geleneksel yöntemle peynir yapan güzelim köylülerin arasına gittik; pırıl pırıl,bin bir renkli yerel giysileri içinde bir köylü:Sınırların bir anda eriyip gittiği,yerel kimliğin,özelliklerin yokolduğu şu dünyada,gelenek,kimlik,kişilik işte burada yaşıyor,yaşatılıyor,dedi.
Yörede yaşayan bir mimar-müzikçi,bu söylenene kulak vermiş,o güzelim insanlara katılmış,halk şarkı ve oyunlarını diri tutmaya adamış kendini.
Köylülerden biri,çoksesliliği koyunlarını can kulağıyla dinleyerek,onlara öykünerek,sonra eşek,katır gibi öbür hayvanlarını da işin içine katarak bulgulayıp uyguladıklarını söyledi;sonra,iki arkadaş kafa kafaya verdiler,ellerini bizi köylüler gibi kulaklarına atıp dediklerini örneklediler.
Ardından,yüzyıllarca Çin’den Akdeniz’e sayısız ülkenin,insanların gelip alışveriş yaptıkları,yerleştikleri gerçek mozaik Venedik’e geçtik;orada da yine sevdalı bir mimar-müzikçi,hem yapıların,hem ezgilerin iç içe geçmişliğini gösterdi.
Müzikbilimci bir dostuyla el ele vermiş,yörenin bütün yerel şarkı ve çalgıcılarını bulmuş,belgelemiş,filme çekmiş,kitaplarını yazmış,merak edenlere sunmuşlar.Ne iç açıcı bir çalışma değil mi?
Ardından Sardunya’ya geçtik;Katalan kökenli insanlar,kendi topraklarına,geleneklerine,sanatlarına dört elle sarılmış;gerek yapı sanatını,gerek şarkı ve oyunları yaşatmaya adamışlar kendilerini.
Bir dinadamıyla tanıştırdılar bizi;sevdanın kimin başını döndüreceği,kimin bu ateşte kendini yakmayı seçeceği hiç belli olmuyor: adam tam anlamıyla bir pınar;evi yörenin bütün çalgılarından örneklerin biriktirildiği gerçek bir müze.Üstelik bu çalgıları çalmayı da,yenilerini yapmayı da biliyor,her isteyene gösteriyor.
Yerel bir toplulukla birlikte o çalgıları çaldılar,arı ayrı buldukları yenilikleri birbirlerine anlattılar,birlikte çalıp söylediler;sonunda,dinadamın bin bir özenle koyduğu içkiyi yudumladılar.Aralarında olmasa da,.gerçek bir şölendi.
En sonunda Napoli’ye uzandı alıcı;Napoli de,Venedik gibi,göz kamaştırıcı bir mozaik;aynı güzelim sevdaya tutulmuş bir karı-koca,oğullarıyla birlikte,yörenin tadına doyulmaz şarkılarını,oyunlarını sürdürüyor;yerel sanatçılarla el ele,o benzersiz sanatı diri tutup geliştirmeye harcıyorlar enerjilerini,zamanlarını.Onlar da öyle soylu,öyle güzeldiler ki!
İlhan Selçuk’un Ruhi Su için söylediğini bütün bu adlı adsız halk kahramanları için yineliyorum: İyi ki varsınız! İyi ki oluşup çalışmayı yaratmayı sürdürüyorsunuz!
*
Cânan Ünal’ı bir sergi açılışında,Galeri Oda’da,Melih Özuysal’ın yanında tanıdım;Hacettepe’de resim öğrenimi görmüşler ikizi Nadan Ünal’la;şimdi bir yandan resim öğretmenliği yapıyorlar,bir yandan da resim.
Tanıştıktan sonra,özenle hazırladıkları dosyalardan tanıdığımım galerilerinin çoğuna birer örnek bıraktık;bir bakıma,Nasreddin Hoca gibi, göle maya çaldık.Geçende aradı,hiç usa gelmez bir yerde,bir tepenin başında tutmuş maya: Zekeriya Köy’deki Ümit Yaşar Galerisi’nde.
Cumartesi günü,Burcu Aksoy önce beni,sonra Melih’i aldı,yollandık köye;eskiden Kilyos’a denize giderken geçerdik bu köyden;ama o zamandan bu yana dünya çok değişti:Koç Topluluğu,kimleri kandırmışsa,köyün tam 13 km dışında,koyaklardaki tepelerdeki bütün ağaçları uçurarak,binlerce evlik bir yerleşim yeri oluşturmuş;biz vardığımızda karanlık basmak üzereydi; yanan ender sokak lambalarının göz kırptığı akşam mavisinde bir masal ülkesine daldık;hiçbirinde yaşam kıpırtısı olmayan, bahçe içlerine oturtulmuş süslü,kimsesiz evler;tepenin birinde ışıklı bir ev,içinde dolanan insanlar:aradığımız yer.
İçerde,Ulûfer hanımla ortağı, Cânan’la Nâlan,eşleri,Erol Manisalı,bir hanım daha,genç bir delikanlı;delikanlı az sonra gitarının başına geçip bu gerçekdışı ortamda bize kimi parçalar çaldı.
Cânan,ta başından beri,bu yıl ne yapıp edip bir sergi açacağını söylüyordu;bir masal ülkesinde de olsa,başardı doğrusu.Yolu,yolları açık,sevinçli olsun!
*
Hamit Kınaytürk,tek başına oluşturup yaşattığı Sanat Çevresi’nin 25.yılında,301.sayısını,AKM’de açtığı geniş bir sergiyle kutladı.
Varlıklı bir işadamının biriktirdiği yapıtların yerleştirildiği sergi pey etkileyiciydi doğrusu;Nilgün benden önce varmıştı,girer girmez elimden tutup bir yontunun başına götürdü:Cihat Burak’ın iki gorili.Erkek kollarını sarkıtıp yumruklarını yere dayamış;dişi,sırtında.Erkeklik örgeni bütün görkemiyle ortada.Uzun uzun güldük:bunu,Cihat Burak’tan başka kimsecikler ne düşünebilir,ne yapabilirdi!
Yanı başında da başka bir sıradışının,Burhan Uygur’un,cam içine kapatılmış Maymun’u.Doğrusu çok başarılı bir sergilemeydi.
Orta salona yerleştirilmiş eski Sovyetler Birliği ülkelerinden alınmış yapıtlar,Türk sanatıyla komşu ülkeler arasındaki düzey ayrımını çok açık gösteriyordu.
*
Papirüs yayınevi,üç yeni kitap daha basmış: Nihat Ateş’in Bedensiz Kadınlar adlı şiirleri;Kemâl Özer’le Ergin Koparan’ın Romen kadın ozanlardan derleyip çevirdikleri Suskun Sesler’i;Mehmet Ergün’ün incelemesi:Sahte Marko Paşa.
*
Geçen ay,sevgili dostum Hasip Pektaş’tan bir sergi çağrısıyla bir katalog almıştım:Hacettepe Üniversitesi ile Ankara Exlibris (Kitapdışı Kitap Resmi) Uluslarası Yarışma Sergisi.
Tasarım ve uygulamasını da iki Pektaş’ın, Özden Turgut’la Hasip’in gerçekleştirdikleri katalog gerçek bir şölen:yarışmalı sergiye katılanların,ödül kazananların yapıtları bir araya getirilmiş.Sergiyi gezmiş olsaydınız bu kadar büyük haz duyamazdınız,çünkü hiçbir zaman bütün bu yapıtların önünde yeterince durup ayrıntıların keyfini çıkarmaya vaktiniz olmazdı.Ne mutlu edinebilmiş olanlara!
Sergiyi düzenleyip bu katalogu basanlara sonsuz alkış!
*
Fransızların Arte’si,geçen hafta,önce iki bölüm hâlinde Bertolucci’nin ünlü 1900’nü gösterdi;eskiden de görmüştüm,beğenmemiştim;bakalım değiştim mi,göremediğim yanları oldu mu? diye hem çektim,hem izledim.Sonuç sıfır! Bertolucci,hiç haketmeden şişirilmiş balonlardan biri kuşkusuz.İnsanı,toplumsal katmanları,sınıf çatışmasını,kısacası hiçbir şey bilmemiş,öğrenmemiş;birtakım kalıplar işitmiş sağdan soldan,ömür boyu onları yinelemiş.Yazıklar olsun!
Robert de Niro’nun gençliği,yeteneği yeder mi bir filmi kurtarmaya?

Nitekim yetmemiş.
Depardieu ise,başından beri tam bir et yığını;yeteneğin kırıntısı yok.Beter olsun!
Ardından,Fellini’nin Palyaçolar’ını gösterdi;hah,al sana dört dörtlük yetenek!Chaplin gibi,Fellini de bayılırmış sirke,sirklere;neler yakalayıp anlattığını sözle dile getirmek olanaksız,görmeniz gerekirdi.
Sonra,ancak yakından ilgilenenlerin bilecekleri bir Rus Usta’yı,Oleg Popov’u tanıtan bir belgesel gösterdi Arte;tam bir şölen!
Burada da halka tamamlandı:Popov’un örnek aldığı,esinlendiği ustalar arasında elbet Şarlo var;onun Sirk adlı filmini görmüş müydünüz? Baş oyuncunun yerine,bir akşam,elinde sırıkla tepedeki ipe çıkar;her olasılığa karşı kendini belinden bir askıya bağlamıştır;ama yarı yolda askı çözülür;derken,tepesine bir maymun tırmanır,yüzünü gözünü,burnunu tırmalayıp ısırır.O zor koşullarda gerçek bir cambazlık gösterisi izleriz.Popov,filminde bu sahneye anıp gösteriyor. Ustasına lâyık bir çırak:işin içine başka öğeler katarak benzerini yaptı.
Yaşasın gerçek ustalar!
*
Çok şükür Tanrım! Uzun süredir insanca bir film gördük!
Fernando Leon De Aranoa'nın çekimöyküsünü İgnacio Del Moral’le yazdıkları Güneşli Pazartesiler’den söz diyorum.
Ken Loach da değinmişti küreselleştirme-özelleştirme kasırgasının sıradan insancıkların yaşamında yarattığı yıkıntıya;özelleştirilip güzelleştirilen demiryollarında çalışanların nasıl sokaklara saçıldığını çarpıcı biçimde anlatmıştı;Fernando bunu acılı bir güldürüyle anlattı;filminin her öğesi yerli yerinde ve çarpıcıydı:oyuncuların canlandırdıkları kişilere uygunluğu,görüntüler,müzik,kurgu,konuşmalar;oyuncuların hepsi kusursuzdu;kusur ne demek? coşturucuydu,ağlatıcıydı.
Gözü doymaz sömürücülerin sokakları kana buladıkları,üç gün daha dünyanın bütün kaynaklarını tek başlarına kullanmak üzere türlü dolaplar çevirdikleri,ellerindeki iletişim araçlarıyla yaptıklarını kolayca başkalarına yükledikleri,ve elbet dünyanın dört bir yanında çok ucuza çalışacak taşeron siyasetçilerle katiller bulabildikleri günlerde bu film tam anlamıyla bilinç yıkayıcı,arıtıcıydı.
Gerçekleştirilmesine katkıda bulunan herkese ayakta alkış!
Gösterimdeyken yazılıp tanıtıldı;kaçırdıysanız,Yeşilçam Sineması gibi sığınaklarda izini sürüp mutlaka görün,kendinize seçkin bir armağan verin!
*
Bakın ne diyor Ali Yüce,Yeni Bir Eskici adlı şiirinin sonunda:

Şiirlerim çok okunsun
Kitaplarım çok satsın diye
Okurun bilinçaltında
Solucan yürütemem ben
Postmodern bir aferin için
Gerçeğe allık süremem
Aydınlığa uygarlığa
Arkamı dönemem ben.

*
Geçen gün Cumhuriyet’te bir haber: Güya Almanya gelin Hizbullah sorununu birlikte çözelim demiş,bizim Allah’ın yolundan hiç ayrılmayan yöneticilerimizse:”Biz Hizbullah’ı bitirdik!” yanıtını vermiş.
İki yanın da bile bile ne kadar yalan söylediklerini bilen biliyor;ama bütün öbür G 8 üyeleri gibi,Almanların ne kadar bin yüzlü davrandıklarını ayrıntılarıyla bir kez daha anımsamak istiyorsanız,Kaynak Yayınları çok yararlı bir kitap bastı:Selami Kılıç’ın,Ermeni Sorunu ve Almanya’sı
Selami Kılıç,Alman ve Türk belgeliklerini taramış,bu konuda bulabildiği bütün kitapları okumuş,ve başımızdan hiç eksik edilmeyen Ermeni Sorunu’nda öteden beri ne dolapların çevrildiğini ayrıntılarıyla kâğıda dökmüş.
Çok yararlı bir çalışma;elbet güzünü açıp burnunun dibindekini görmeye razı olacaklara.
Cengiz Özakıncı da aynı yönde bir çalışa yapmış:United States of İRTİCA 1945-1999.
“Soğuk Savaş Dönemi’nden Yeni Dünya Düzeni’ne Türkiye’de İrtica ve Emperyalizm” alt başlığını taşıyan kitapta,bütün ayrıntılarıyla,belgeleriyle hani şu uygar,demokrat,insan haklarına saygılı (!) sülüklerin bütün gelişmemiş bıraktıklarına,o arada hesaplarını alt üst eden kilit bir noktada bulunduğumuz için özellikle bize yönelttikleri bütün dolapların özeti var.
Bir başka deyişle,bu ve benzeri kitapları okumadan konuşmanın,okuduktan sonra da”aa,ben bütün bunları bilmiyordum!” demenin olanağı yok.Ama gel de okumaya razı olacak canını seven dünya yurttaşı bul!
Hayvanlar arasında leminglerin günün birinde ansızın koşmaya başladıkları,bir yarın başına gelip topluca kendilerini boşluğa bıraktıkları söylenir;demek beyinleri yıkanmış insanlar onlardan beter! Ne yazık ulu Doğa!
Beynine sağlık Cengiz Özakıncı!
*
Türk yazın ve düşün yaşamı çok değerli bir emekçisini yitirdi:İsmet Zeki Eyüboğlu.
İsmet Zeki,bir ucun sonuna dek gidip alabildiğine deneyimli,bilgili,donanımla olarak karşı uca geçmiş çalışkan,üretken bir aydındı;soydaşı Sabahattin Eyuboğlu gibi,aydınlığın artmasına adamıştı canını.
Onun evrenin doğurgan ışınları arasında dolanacağına kuşkum yok;gittikçe kararan şu dünyada biz ne yapacağız,onu bilemiyorum.
*
Geçen ayki yazıda sanatseverlere İmam Adnan Sokağı’nda bir sığınaktan söz etmek istiyordum,yer darlığına kurban gitti:Yeşilçam Sineması.
Sinemayı Burcu Karakaş’la Güven Çelik çalıştırıyorlar:bir bakıma,kimi ünlü kişilerin bile bile yele verdikleri Sinematek’in işlevini üstlenmiş:başka sinemalarda gösterilip beğenilmiş filmler bu sığınakta,üstelik daha ucuz ederlere,bir daha sunuluyor.
Dolayısıyla gerçek sinemaseverler onu çoktan bulup yararlanmaya başlamışlar;biz de,Sevil’e kaçırdığı 11 Eylül’ü göstermek isterken tanıdık.
Geçen gün uğradığımda,Burcu’nun karşısında bir genç,adı Ali;önlerinde,Edip Cansever’in toplu şiirleri:olasılık-gereklilik ürünü bu buluşma bizi Edip’ten,şiirinden,sanattan,seviden,evrenin en küçük parçacığı nötrino’dan keyifle söz etmeye götürdü.
Alpaslan Işıklı’nın ünlü tutumbilimci Keynes’ten ödünç alıp Otopsi Yayınları’daki kitabına başlık yaptığı Kumarhane Kapitalizmi’ne kurban edilmiş dünyamızda seviyi,sanatı ayakta tutmaya çalışan güzelim gençler!Hem onların,hem yerkürenin işi ne kadar zor Tanrım!
*
Yer darlığı,yeni dostum Hâlide Yıldırım’ın şiirini de yutmuştu;gönlünü almak üzere,başka bir şiirini paylaşalım:

ISSIZ KUĞU

sesimde ince ince kıyılacak dil
sızı biliyorum derinlere indikçe
uzağı yakınımda sandıkça
mezardı,yankısız kayalardı

kapandıkça söz açtığım gül
şaşırmış mevsimini kar yine!

kuğu boynunu yine boynuna
yaslandıkça çoğalan bu beyaz

ellerim,alkışımdır yalnızlığa
kum sessizliği kalabalık,

karanlığın içli dalgınlığı
masalların ağzı sabah bilesin!

dalgalı saçlarıma sıkı bir siyah
çektim geceden şafağı geç

eğri tüter türkülerin dumanı şimdi

-yağmur lütfen-


Adam Sanat, Ocak 2004, s. 216