1 Ekim 2003 Çarşamba

YENİ KİTAPLAR

Biliyorsunuz,parasızlıktan ya da düşünsel ayrılıktan ötürü, hepimiz aynı dergi ve gazeteleri izleyemiyoruz; o yüzden,Birgül Kopuz’un Cumhuriyet’teki Tomris Uyar yazısından şu alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor,örselenebiliyor,bitebiliyor.Bitmeyen tek aşkın,gerçek ve şiirsel dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.Her doğum günümde,tek kopya olarak yazılmış,istersem yayınlatabilme izniyle armağan edilmiş şiirleriyle bana yaşamımda ve yazımda esin kaynağı oldu.Tek ihaneti,ölmesiydi.”
Birgül, gönderilen şiirlerden birini almış yazısına:
“Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm,kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken,bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yakışan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yol yürürken görmedim hiç.

Aman Tanrım! ne güzel sevgi, ne soylu dostluk, ne doyulmaz anlatım!
Sağol Birgül!

*

Dostum Oktay Şimşek,yaza aldırmadan, Papirüs Yayınevi’nde nitelikli kitaplar basmayı sürdürüyor;”Gerçekçi Şiirde Yürüyüş” dizisinde, Şeref Bilsel’in Magmada Kış Mevsi’ni,Mustafa Köz’ün Ateş Bağı’nı yayınlamış.
Sonra, Cumhuriyet Çiçekleri’nden İpşiroğlu Ailesi’nin iki değerli bireyi, Nâzan’la Zehra’nın kitapları; ilkini Zehra yazmış:Yollar,Yerler,Yollar.
Almanya, Avupa ile ülkemiz arasında gidip gelirken duyumsanan, anımsananlar,öykücükler,şiirler,düşünler.Duyarlı, bilinçli bir varlığın birbirine eklenen, birbirleriyle kucaklaşan anları. Hani müzikteki kardeşlerine benzeyen anlar. Düşünsel,duyusal müzik anlarını seviyorsanız, hemen alıp paylaşın.
Bugünden Düne/Dünden Bugüne’deyse, Zehra sormuş,Nâzan Hanım yaşamını, ortak yaşamlarını,onları ve benzerlerini oluşturan Cumhuriyet’in ilk yıllarını, ailesini, yetiştikleri ortamı, dostlarını, kısacası yakın tarihimizin önemli bir kesitini özetlemiş.
Gerçek bir bilgi ve haz kaynağı; elbet yer yer acı.

*

Çetin Yetkin ve arkadaşlarının yiğitçe yaşattıkları Müdaa-i Hukuk’un Temmuz sayısında yine birbirinden değerli yazılar vardı;Tahsin Yücel,Çetin Yetkin ve Metin Aydoğan,gündemin birinci sırasında tutulan AB ile ilgili konulara değinmişlerdi.
Tahsin,AB denen şımarıklar topluluğunun,yeni alacağı üyelerin hiçbirinden istemediği koşulları bize dayatışını o özlü, Öztürkçe anlatımıyla özetlemişti.
Çetin Yetkin,AB’liğine ve onun dayatmalarına seve seve boyuneğen küçük bir satılmış kümesiyle bunların ellerindeki bütün olanak ve araçlarla uykuda tutmaya çalıştıkları büyük uyutulmuşlar topluluğunun canla başla katıldığı uyum paketleri birbiri ardına hazırlanıp onaylanırken –geçen gün gazetede vardı, tam l7 sözümona sivil toplum örgütü,ki aralarında kimler yoktu ki?- simgesel anlam ve değer taşıyan iki yurttaşımızın söz ve davranışlarını eleştiriyordu.
Bunların birinci, adını vermediği, üst rütbeli bir paşa, Atatürk’ün gösterdiği hedef,AB’dir” buyurmuş, ben de gazetede okumuştum.
Yetkin, haklı olarak, Mustafa Kemâl’in böyle bir şey demediğini,onun yalnız çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmaktan söz ettiğini vurguluyor; ama insan ya satılmış ya da uyutulmuşsa,bu karşıçıkmalar işe yarar mı? Ne diyordu Sartre? Kavramlarınız (dolayısıyla çıkarlarınız) aynı değilse, insanlarla tartışmayın. Tartışma bir işe yaramaz; ayrıca tartışma evresi kapandı, şimdi yine Atatürk’ümüzün son derece yalın,özlü biçimde dile getirdiği ölüm-kalım aşamasına geçildi.
Eleştirdiği ikinci kişiyse, Cumhurbaşkanı’ydı.
Sayın Başkan,Anayasa Mahkemesi başkanlığından geldiği, hukuku eksiksiz bildiği ve son derece dürüst bir insan olduğu hâlde,görevinin kendisine verdiği yetki ve sorumlulukların yarısını kullanıyor bir süredir: hukuka, insan haklarına aykırı bulduğu yasaları geri gönderiyor;ama berikiler daha inatçı,kararlı,gözü kara oldukları için, virgülünü bile değiştirmeden bir daha yolluyorlar Cumhurbaşkanı’na; o da,elindeki halkoyuna sunma yetkisini bir kerecik bile kullanmadı bugüne dek, dayatılan yasaların hepsini onayladı.Bir zamanlar başkanlık ettiği Yüce Mahkeme bir tek dâvâ bile açmadı.
1960 öncesi sokaklarda haykırdığımız sözleri yinelemenin tam sırası:
Olur mu, böyle olur mu?
Bütün bunları tamamlamak üzere,sevgili Metin Aydoğan, her zamanki çalışkanlığıyla,Mustafa Kemâl’in bütün söylev ve konuşmalarını tarayıp çok değerli kaynakları anımsatmayı sürdürüyor.
29 Ekim 1930’da,AP habercisi Bayan Ring’in,Türkiye’nin ne zaman Batılılaşacağını,Amerikalılaşacağını sorması üzerine demiş ki:”Türkiye taklitçi değildir.Hiçbir milleti taklit etmeyecektir.Türkiye ne Amerikanlaşacak,ne de Batılaşacaktır.Türkiye yalnız özleşecektir.”
Alman açık yeşillerinin seçip kamutaya yolladıkları,şu anda dışişleri koltuğunda oturan beyzadenin, bizdeki koyu yeşillerin gözlerinin içine baka baka:şimdi uyutalım,sonra unutalım dediğini artık bilmeyen kalmamıştır sanırım.
Ama bir sürü insan hâlâ AB’ne giremezsek,ya da lütfedip bizi almazlarsa işimiz biter,çöker yok oluruz demesine,o güzeller güzeli,Kurtuluş Savaşı sürerken,1 Mart 1922’de,TBMM’nin 3.toplantısında şu yanıtı vermiş:
“Ülkemizin kaynakları ulusal dâvâmızın güvenle sonuçlandırılmasına yeterlidir.Ulusal gücümüz, dış devletlerden borç almadan,yetersizlikler içinde bile,ülkeyi yönetebilecek, amacına ulaştırabilecek durumdadır.Ama ben,yalnız bugün için değil,özellikle gelecek yıllarda devletin,ülkenin gönencini sağlaması açısından,parasal bağımsızlığımıza büyük önem veriyorum.Bugünkü savaşımızın amacı tam bağımsızlıktır.Tam bağımsızlıksa,ancak parasal bağımsızlıkla gerçekleştirilebilir.Bir devletin maliyesi bağımsız değilse,o devletin yaşamasını sağlayan bütün öbür alanlarında bağımsızlık kötürüm olmuş demektir.”
Derviş’leri,Para Fonları’nı,Dünya Bankaları’nı gönderenler ve çağıranlar bunları eksiksiz biliyor;bakalım uyutulan dürüst insanlar ne zaman öğrenecek? Ayrıca, öğrenmeye vakitleri kalacak mı?
Doğu Perinçek,geldiğimiz noktayı çok güzel özetliyor kaç yazısında: ya çuvala sokulmaya razı olacağız,ya da Kurtuluş Savaşı şehitleri gibi, kefenimizi kendi elimizle sırtımıza geçirip ortaya atılacağız!


Oktay Şimşek, Nihat Ateş’le el ele yayını sürdürdü; yukarıda andıklarımın ardından,Zeynep Uzunbay’ın Kim’e’sini bastı.
Bu, Zeynep’in,Sabahçı Su Kıyıları ve Yaşamaşk’ın ardından, üçüncü kitabı;şiirlerini kim’e,gibiydim değildim adlı iki bölümde toplamış.
Biliyorsunuz, en iyisi yapıtların kendisi edinip okumak; özendirmek üzere,ben bir şiirini aktarayım:

ama öyleymiş


hadiymiş canımmış yanıma gelmiş
hadi değilmiş canım değilmiş gelmezmiş

ama ben çok korktum biliyor musun
sevgisi içime kaçtı sesimin
kokmayan fesleğen oldum sonra
iyisi mi susayım

bakmış güzelimmiş beni dinleymiş
neye bakmış kimmiş güzel dinlemezmiş

ama gözlerimi bağladılar çok gördüm
uyumuş da büyümüş acılar gördüm
tutum sesimin izini sürdüm de
ne halim varsa hepsini gördüm

bi dakkaymış bak anlatacakmış her şeymiş
dakka yarım ölüm yarım ikisi birmiş,öyleymiş

ama benimki karanlıkta örülmüş bir türkçe
her sözü biraz kâbus biraz düş
ya sana yollar uzun olsun
ya da artık sus

demiş.



*

Sağ olsun,başka bir ozanımız,Abdülkadir Paksoy,Ankara’dan,çıkmış bütün yapıtlarını göndermiş;çeşitli yayınevlerinde basılmış kitapları şöyle:Hacı Bektaş Destanı,Tetik ve Kalem,Öte-beri,Kadir Bey Tarihi,İki Bulut Yardan Aşağı,Yarlı Temmuz,Pire Otu.

*

Çok önemli bir kitap da Otopsi Yayınları’nca basıldı: Erol Bilbilik’in Amerikan Kuşatması.
Sayın Bilbilik, olasılık-gereklilik etkileşimi sonucu,uluslar arası ilişkileri bütün ayrıntılarıyla öğrenecek biçimde yetişmiş; ayrıca benim son zamanlarda vardığım bilinçli bencil kavramını eksiksiz bilip uygulayan dürüst bir Anadolu çocuğu.
Dolayısıyla,gerek bir zamanlar yaptığı Ulusal Kanal konuşmalarında, gerek Aydınlık’taki yazılarında,ADB-AB işbirliğiyle bizi kıskıvrak bağlayıp sömürgeleştirmeye yönelik bütün girişimleri,kurulan tuzakları, buna içerden katılanları eksiksiz biliyor,Erol Manisalı,Emin Gürses gibi.
Oynanan bütün bu kararlı,acımasız oyunları öğrenmek;Anadolu uygarlıklarının beyinlerimizde bıraktığı onurlu kalıntılara yakışır biçimde hâlâ bağımsız kalabilmek istiyorsanız,hemen alıp okuyun, başucunuzdan ayırmayın Amerikan Kuşatması’nı.
Hem karınca sabrıyla bu kitaba hazırlayan Erol Bilbilik’i,hem kurulduğu günden beri aynı biçimde son derece yararlı yapıtlar yayınlamayı sürdüren Cengiz Özakıncı’yı yürekten kutluyor,teşekkürler ediyorum.

*

Her zamanki gibi,yazı Assos’ta geçirdik.Küçükkuyu’ya dek ulaşmış yoz yapılaşma-yaşama şimdilik daha ötesine geçemediği için,aradaki kıyı ve koylar elimizde kalan son sığınaklar.
Başta Çapanlar, birçok dostumuzun sığındığı Halil’in Troas’ı, Hayrettin’in Yıldız Sarayı, Bayram’ın Kadırga Oteli sözün gerçek anlamında son vahalar.
Küresel soygun ülkemizi,mışıl mışıl uyuyan insanlarını her geçen gün yoksulluğa gömdüğü için,artık gezip dinlenebilen sayısı gittikçe düştüğünden,buralar da konuk sıkıntısı çekiyor;üstelik,bize büyük bir armağan gibi gelen sürekli Kazdağı esintisi,oradan kaynaklanan bu gibi sular da yöreye akını önlüyor;üstüne üstlük, yaz sıcağı da kısa ömürlü buralarda.
Andığım üç sığınaktan, Baram’ın Yeri öbürlerine oranla daha bakımlıydı:Bayram,hem konuk-aşevinin önünü tozdan topraktan kurtarmış,hem denize uzanan arayolu yaptırmış,hem kıyıdaki gölgeliklerin sayısını arttırmış,uzanacak yatakların daha güzellerini getirtmiş. Dolayısıyla orada daha rahat ettik.
Bir gün,bu değerli sığınağı bulgulayıp sürekli gelenlerden,YTÜ’nden arkadaşım Yeşim eşi ve arkadaşlarıyla çıkageldi;hem de tam karşıdan,Midilli’den dönüyorlarmış.Tutarlı Kadırga Koyu tutkunlarından oldukları için,İstanbul’a dönerken, Bayram’a uğramadan geçmeyelim demişler.
Suya dalar dalmaz,”ah,ah,bizim deniz gibisi var mı?” diye bağrıştılar.
Bu ara,hemen hemen aynı özellikleri taşıyan Gökçe ve Bozcaada’lar da epey gözde;sevgili dostlarımızdan Dr Murat Ahunbay ve ailesi,Bozcaada’dan dönerken,Zeynep Arda’yla Orhan’ın uyarısı üzerine,Behram’a uğramışlar,ben, yazılar için İstanbul’daydım.
Hoş birkaç saat yaşamışlar birlikte.
Murat,olasılık-gereklilik ikilisinin bize armağanı; aslında Çin’in Uygur yöresinden;tıp okumuş, cerrahlık öğrenmiş,ama sonra akupunkturu seçmiş,uzunca bir süredir Türkiye’de yaşayıp çalışıyor.Ailecek bize de,tanıyıp ulaşabilen pek çok insana da çok yardımı dokunuyor.
Murat,benim yaşama sanatı adını verdiğim şeyi iyi bilenlerden:Çin’in binlerce yıllık insan-evren açıklamasını ,her şeyin artı-eksi,dişi-erkek enerji birimleri arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklandığını eksiksiz öğrenmiş;dolayısıyla,beslenmeden spora,iğneli sağaltıma her şeyi tutarlı biçimde bilip uyguluyor,kendisine gelenlere aktarmaya çalışıyor.
Geçen dönemde art arda birkaç kanalda çok yararlı söyleşiler yaptı;ilerki günlerde bu işi Ulusal Kanal’da sürdürecekmiş;televizyonunun kablolu yayını alıyorsa,sakın kaçırmayın.

*
O güzelim mavi-yeşil suyun kıyısında,insanı bunalmaktan kurtaran esintinin kollarında sallanırken Miles Davis,Cecilia Bartoli,Ali Ekber Çiçek dinledim.
Hey gidi, hey! İnsanca yaşamı oluşturan her şey elimizden sökülüp alınıyor birer birer.
Bartoli, Zeynep’in bulup paylaştığı bir diskte, eski havalar söylüyor: operalardaki şarkılar gibi aşırı bağırıp çağırmadan, usulca söylenen şarkılar.Bartoli’nin geniş olanaklı kadife sesi,her notayı değerlendiriyor;piyano eşliği de öyle.Sevgili müzikseverler,hemen edinin bu diski.
Miles,bütün öbür sanat dallarındaki gibi,ancak 1950-70 arasında yaşayabilmiş yumuşak üretim-tüketim döneminin ürünü parçalar çalıyordu anlatılmaz derecede kederli trompetiyle.Sonra günün beğenisi, onu da teslim alıp elektrikli gürültü batağına sapladı.
Ali Ekber,tadına doyulmaz sazıyla,çoğunu kendi yazdığı türküleri söylüyordu:

Sabreyledim,kesemedim elin dilini dilini...
Ya da:
Sinem açık gezdim çöllere karşı...

Adam Sanat, Ekim 2003, s.213