1 Kasım 2004 Pazartesi

EYLÜL’ÜN GETİRDİKLERİ

Assos dönüşü ilk sergiyi Yapı Kredi’de gördük.
Yapı Kredi’nin kuruluşunun 60.Yılı olduğundan,o akşam beş sergi birden açtılar;gelenler her zamankinden çok muydu,yoksa Kâzım Taşkent Salonu yerine küçük sahanlığa ve merdivenlere buyur edildiğimiz için mi bilmiyorum,çok ıkış tıkıştık;bu yüzden sergileri gezemeden kaçmak zorunda kaldık.İlk fırsatta gidip rahatça gezeceğim.
Buna karşılık,ilk filmi sere serpe izledik:Michael Moore’un Fahrenheit 9/ll’i;yönetmen,ilk filmi Benim Cici Silahım’ın tersine,derli toplu,özü sözü belli bir film çekmiş.
11 Eylül’de İkiz Kulelere düzenlenen uçaklı saldırıyı ele almış;saldırının gerçekleşmesine yolaçan ilişkiler ağını ayrıntılarıyla incelemiş,çıkarılması gereken sonuçlara biz izleyicilere bırakmış.
Filmdeki belgeli bilgilere göre,saldırıdan bilmem kaç gün önce,FBİ böyle bir şey tasarlandığını ilgililere duyurmuş,ama kimse kılını kıpırdatmamış.
Saldırıdan sonra,uçakları kaçıran Suudiler ellerini kollarını sallayarak ABD’den ayrılmış,dahası bir an önce çekip gitmeleri sağlanmış.
Saldırıdan iki gün sonra,Başkan Efendi,Suudi Arabistan büyükelçisini Beyaz Saray’a yemeğe çağırmış.
Sözümona kırmızı bültenle aranan(?) Üsame Bin Ladin’in soyundan birileri Başkan ailesinin Teksas’taki petrol kuruluşunun ortaklarından.
Ayrıca,filmi izlerken bir köşeye yazamadım,Amerika’daki Suudi yatırımları,ortaklıkları büyük boyutta.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde,Başkan Beyefendi,küçük bir yerleşim biriminde,okulda;biri gelip kulağına saldırının yapıldığını fısıldıyor;ters tuttuğu kitap elinde,şaşkın bile olmayan,olamayan bir yüzle epeyce oturuyor:demek ki düzenlenen oyundan haberi yok.Ama dışarı çıkar çıkmaz,burnuna halka takmış olanlar,yapması,söylemesi gerekenleri hemen ezberletecekler nasılsa.
Başka çarpıcı bir sahnede,koskoca bir salonu dolduran ensesi ve cebi kalınlar,kadınlı erkekli avaz avaz bağırarak alkışlıyorlar Başkan’ı;o da,alabildiğine mutlu bir yüzle:Sağolun sevgili BASAMAKLARIM,bulunduğum yere beni siz çıkardınız! diyor.Gizlisi saklısı,korkusu kalmamış artık soygun düzeninin;eh,soyulanlar böyle kolay uyutulabildiğine,uyamaya böyle gönüllü olduklarına göre,sorun yok demektir.
Sinemadan çıktığımızda Beyoğlu kıvıl kıvıldı,ama içerde bir avuçtuk;besbelli yığınların keyfi yerindeydi.Tamam,öyle kalsınlar,nasılsa cehennem kesin!

*

Bir Güldürü Filmleri Toplu Gösterisi düzenlenmiş;Fransız Ekin Merkezi’nde birkaç Jiri Menzel filmine gittim dostlarımla.
Menzel’in güldürme yeteneği de,sinema dili de epey sıradan;üstelik,büyük güldürü ustası Chaplin’in kısa filmlerinden sonra gösteriliyor yapıtları,kıyaslama haksız oyuyor.
Ama kanımca Menzel büyük bir iş başarmış:o güzelim toplumcu ülkünün neden başarısızlığa uğradığını,uğratıldığını canlı kanıtlarıyla göstermiş.
Sovyetler Birliği ve uyduları,toplumculuğu,azıcık konuşan,düzensizliği eleştiren insanları kodese tıkmak;varlığımızın temeli cinsel güdüyü candarmayla denetim ve gözetim altına almak sanmışlar;bu filmlerde,güldürü bahanesiyle,bu düşünsel-kuramsal yoksulluk bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
İçerik bu kadar zavallı olunca oyuncular ne yapabilir? Onlar da sıraaltı.
Sevgili dostum Hasan’ın dediğine göre,Fellini ya da Chaplin’e özendiğinden besbelli,Menzel’in kendisi de oynuyormuş filmlerinde.Çeken razı,çektiren razı,izleyenler haydi haydi razı,bana söz düşmüyor.

*

Neyse ki TRT Ettore Scola’nın görmediğimiz bir filmini,Akşam Yemeği’ni getirdi evlerimize;bütün öbür yapıtlarındaki gibi,filmin öyküsünün yazımına da,çekimöyküsüne de katılmış Scola;bir aşevinde akşam yemeğinde yaşananlar yine nasıl ince ayrıntılarla,hepimize özgü küçük acı tatlı gülünç olaylarla doluydu.
Nilgün’ün dediği gibi,gerek sinemada,gerek öbür anlatım yollarında,en zoru güldürü,soylu,ciddî güldürü.
Doğa ömrünü uzun tutsun Scola’cığım!

*

Sinema sanatında doyum ne yazık ki yeni yapıtlardan değil,işte böyle daha önce gördüklerimizden geliyor:TRT İnci Küpeli Kız’ı gösterdi,dalgınlıktan başını kaçırdım,bereket Mehlika almış her zamanki gibi,hemen kopyasını çıkardım,o arada da izledim;aman Tanrım,nasıl gerçek,duyarlı bir sevda öyküsü!Oyuncular,görüntüler,kurgu,müzik,kısacası her şey yerli yerinde.Akıllı-duyarlı hizmetçiyle eşinin sıkıdenetiminde yaşayan Vermer arasındaki tutkulu,ölçülü sevi nasıl ince dokunuşlarla anlatıldı! Yaşa canım!

*

Nilgün ilk gösterildiğinde sözünü etmiş,ama ancak bir hafta oynatıldığı için gidip görmeye fırsat bulamamıştık;neyse ki

*

Nilgün ilk gösterildiğinde sözünü etmiş,ama ancak bir hafta oynatıldığı için gidip görmeye fırsat bulamamıştık;neyse ki Yeşilçam Sineması bir yerlerden bulup getirdi,Christine Jeffs’in Sylvia’sını görebildik.
Yazınseverler bilecektir,yetenekli,ama talihsiz ozan Sylvia Path’in yaşamını anlatıyordu filmi;ozan Edward Huges’a vuruluşu,evlenmeleri,çocuklarının oluşu,zaten kırılgan olan kişiliğinin analık yükü altında ezilişi,şiir yazamayışı,eşinin yan ilişkileri,evliliğin çöküşü,ve Sylvia’nın daha önce birkaç kez denediği işi gerçekleştirip canına kıyışı.
Çekimöyküsünü yönetmenin kendisi mi yazmıştı,dikkat edemedim;ama burada da İnci Küpeli Kız’daki gibi,seçilen oyuncular,kişiliklerin yansıtılması,görüntüler,kurgu,sizin anlayacağınız sinemasal bütün öğeler dört dörtlüktü.Ama İnci Küpeli Kız ya da Fahrenheit’taki gibi,bu filmi de topu topu dört kişi izledik;iyi ki Reis Çelik’in geçimi bu sinemanın gelirine bağlı değil,yoksa ne böyle bir sinema salonu açık kalırdı,ne de böyle filmler gösterilebilirdi.

*

Geçen gün sevgili dostum Halide Yıldırım aradı,sevinçli bir sesle;iki yıl önce AKM’nin önünde kaldırımda bana imzaladığı Issız Kuğu adlı dosyası,Hatay’da ödül kazanmış;hem ödüle,hem kitabının basılacak olmasına haklı olarak çok sevinmişti.Ben de bu habere sevindim.Sevinci eksik olmasın!

*

Başka bir telefon da Mehlika’dan geldi;ortak dostumuz Bülent Oran göçmüş.
Zaten bir süredir ancak belli aralıklarla böbrek makinasına bağlanarak sürdürüyordu yaşamını,ve hiç ortalıkta görünmez olmuştu.
Bu çalışkan,üretken,sözün her anlamında yaşama sanatı ustası da yok artık dünyamızda;ince,duyarlı kişiliğini anımsamak isteyenler,bir anlamda ancak son fırsatta Oda’da sergileyebildiği camaltı resimlerine bakacaklar.
Sonsuzluğa yolculuğun ışıklı olsun sevgili dostum!

*

Papirüs Yayınevi son kitaplarını iletti;Ahmet Yıldız’ın eleştirel düşünce dizisinde basılan Kertenkeleler ve Edebiyat’ı;Adil Giray Çelik’in tarihin döndüğü anlar dizisinde yer alan Tarihin Yargıladığı Dâvâlar’ı;ve çocuk yazını dizisinde üç yeni kitap:Dinçer Sezgin’den Bir Şişe Gözyaşı;Türkân Gedik Bengi’den Mermiler Çiçek Açtı; yine onun,Mart Ayına Direnen Ağaç’ı.

*

Sevgili,sevimli dostum Türkân Gündoğdular,yaz başında atıldığı girişimi tamamladı,23 Eylül akşamı ilk karma sergisini açtı;Sanat Odası’nın üstündeki son iki katta ve taraçada sergilemişti İbrahim Çiftçioğlu,Burhan Doğançay,Devrim Erbil,Ahmet Güneştekin,Alexandrina Hristov,Ekrem Kahraman,Maria Kılıçloğulu,Ziyatin Nuriev,Neriman Oyman ve Adil Salih’in yapıtlarını.
Ömrünü sanatın içinde,ama başkaları adına ter dökerek geçirdikten sonra,kendi yuvasına kavuştuğu için alabildiğine sevinçliydi;gerçi dönem çok aykırı,artık sanata ayrılan artıdeğer eridi gitti;ne diyeyim,Demokritos yardımcısı olsun,sevinci sürsün!

*

Gerçi Er Ryn’ı Kurtarmak yeterli bir dersti,ama sağolsun Niloş filmsiz duramıyor,o yüzden Havaalanı’na da gittik;çok da iyi oldu,böylece bir tek Schindler’in Dizelgesi’yle elde ettiği her şeyi eritti amca.
Bütün dünya şimdiki başkanın örneğin abc kitabını ters tutmasıyla,daha başka bilmem hangi salaklarıyla dalga geçiyor;oysa yok birbirlerinden ayrımları:hepsi aynı derecede ahmak ya da bizi ahmak sayıyorlar.İkisi aynı ölçüde acıklı.21.Yüzyıl’da insanlığın geldiği yer,dahası,gitmekte olduğu yer ürkütücü.

Adam Sanat, Kasım 2004, s.226

1 Ekim 2004 Cuma

NAİLE AKINCI

Evin Sanat Galerisi, Naile Akıncı’nın yeni sergisini açarken, çok da güzel bir kitabını bastı. Ahmet Oktay, Mehmet Ergüven, Güven Turan, Haşim Nur Gürel ve Levent Çalıkoğlu’nun yazılarıyla başlayan kitap sanatçının bütün yaşamını özetliyor yapıtlarıyla. 1950’lerde yapılmış karakalem çizimler Naile Hanım’ın nasıl bir yorumcu olacağını başından kanıtlamış; sonra Atatürk Cumhuriyeti’nin Van’dan alıp okuttuğu bu yetenekli Anadolu kızı, kendisine verilen temel resim eğitimine kendi kişiliğini eklemeyi başarmış; Güven Turan’ın da belirttiği gibi, modalara, akımlara hiç aldırmadan, kendi canındaki doğayı görüntülemiş, görüntülüyor.
Kitabın arkasında yaşamından görüntüler var; 276. sayfadaki fotoğrafta Leyla Gamsız’la yan yanalar;ikisi de beyazlar içinde;Leyla Hanım’ın ellerinde kara eldivenler, gözünde kara gözlükler var: en parlak döneminde ansızın kararacak yazgısının önbelirtisi mi acaba? Leyla Gamsız da, Naile Akıncı gibi, kimseciklere aldırmadan, kendi özgün resmini yaptı.
Türk resim sanatının bu iki gözüpek, yiğit, kişilikli kadınına sonsuz saygı.
Evin Galerisi’ni de, hem sergi, hem bu kusursuz kitap için yürekten kutluyorum.
*
Aynı gün, Galeri Oda’ya sevgili dostum Burhan Temel konuk geldi.
Burhan da onların erkek kardeşi: hiçbir esintiye aldırmayan bu Karadeniz Uşağı, sırım gibi bedeniyle, fırtınası hiç dinmeyen denize bakan yüce doruklarda kendi kemençesini çalmayı sürdürüyor.
Oda’yı baştan başa bezemişti; bir avuç seveni gelip onu kucakladık; azıcık da dertleştik: karaparanın resme yatırıldığı dönem kapanmıştı; şimdi artık o yapay pırıltı öncesindeki günlere döndük: yaratıcılar, yorumcular yapıtlarını sergileyecek, kitaplarını bastıracak, bestelerini çaldıracak yer bulamayacak, olsa olsa evlerinde eşe dosta gösterecekler.
Ne mutlu, Burhan’cığım gibi, bunu eksiksiz görüp ayağını ona göre uzatan gerçek bilgelere!
*
Kaynak Yayınları, Mehmet Perinçek’in bir çalışmasını basmış: Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri.
Mehmet, 7 yıldır üzerinde çalıştığı belgelerden yararlanarak hazırlamış yapıtı; Kaynak Yayınları’nın bütün kitapları gibi, gerçekten bir kaynak.
Sovyetlerin kuruluşu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş ve Kuruluş dönemine ilişkin alabildiğine yararlı bilgiler var kitapta.
Atatürk’ün ölümünden, İnönü’nün işbaşına gelişinden sonra, hem ülkemizin, hem önce Ortadoğu’nun, giderek bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek eğitim kurumlarının Köy Enstitüleri’nin can düşmanı kesilecek Kâzım Karabekir, 23 Nisan 1920’de bakın ne demiş:
“Bugün Anadolu’nun kurtuluşu için Bolşevik ordularıyla el ele vererek hareketten başka çâremiz kalmamıştır.”
Mustafa Kemâl, 26 Nisan’da Lenin’e “askeri güçlerini Bolşeviklerle birleştirme”, Azerbaycan’la Gürcistan’ın Sovyetler Birliği’ne katılmaya zorlanmaları, Türkiye’nin de “Ermenistan’a karşı saldırı başlatması” isteğini iletir.
“Omuz omuza kan dökmeye hazır” iki ordunun giriştiği askeri eylem sonucu, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Gürcistan’daki İngiliz yanlısı hükümetler yıkılır, yerine Bolşevik yönetimler kurulur. Bu sürecin sonunda, Türk Ordusu’yla Kızıl Ordu, Nahcivan’da buluşur.
Lenin, Ankara’ya yollayacağı Sovyet büyükelçisi Aralov’a şu yönergeyi verir:
“Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı sözle değil, işle göstermek, anlatmak gerekmektedir.Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin iç işlerine karışmama siyasetinin savunucusu olmaz zorundasınız.”
İki ülkede de köklü dönüşümlerin hangi anlayışla, dayanışmayla gerçekleştirilebildiğini anımsayabilmek için bu değerli çalışmayı okumalısınız.
*
10 Mart’ta arka arkaya iki sergiye gittim;ilki Hobi’de, Gül Erali’nin seramik, ikincisiyse Doku’da, Işıl Özışık’ın suluboya sergisiydi .
İki yorumcu da yaşamaktan duydukları sevinci dile getirmişlerdi. Ne mutlu onlara da, bu sevinçli yapıtları görebilenlere de!
*
Geçen Cumartesi’yse Kuzguncuk’a, Harmony Galerisi’ne gittik Nilgün’le; Ülkü Berber, Artin Demirci, Cansen Ercan, Sabahattin Tuncer ve birkaç arkadaşları oturmuş çay içip söyleşiyorlardı. Biz de katıldık.
Az sonra Ülkü, Cansen Ercan’ın, Sabahattin Tuncer de kendi sergisinin kitapçıklarını armağan ettiler;Sabahattin’inki, Koşuyolu’nda sürüyordu; Cansen’se 2004’te bu galeride sergilemişti yapıtlarını.
Cansen, milyarlarca insana göre, talih: ODTÜ’sinde uluslar arası ilişkiler okuduktan sonra Akademi’ye girmiş, ressam olmuş; kitapçıktaki bilgelere göre, yapıtlarını çoğunu sevenleri alıp duvarlarına asmışlar.
Özenle basılmış kataloğun başına bir sözünü koymuş: bütün yaptığım, ölüme uzanan yolda, bu tek yaşama fırsatım boşa gitmemiş olsun diye...
Ne güzel ölümlü bir varlık olduğumuzu, bize bağışlanan sürenin her şeyden daha değerli, benzersiz olduğunu bilmek!
Gelmiş geçmiş bütün sanat ürünleri, önce onu yaratanın yaşamını güzel kılmak içindi, hâlâ öyle, sanat gibi yaşamak üzere harcıyoruz onca çabayı.
Bu açıdan bakınca, ister istemez dün de, bugün de, yaşamaya, yaşatmaya değil de, ölüme, öldürmeye, ölümden para kazanmaya dayalı yaşama biçimi nasıl da boş, anlamsız, değil mi?
Ama çayı paylaşanlardan birinin ısrarla belirttiği gibi, şimdi bu doğaya, evrene aykırı yaşama-yaşatma biçimi hemen her yere egemen gibi; o kadar uzun süredir bu koşullarda yaşatılıyoruz ki, çoğumuz bunu doğal saymaya bile alıştı – nitekim o arkadaşımız öyleydi galiba.
Oysa enerjinin dönüşüm yasalarını, bir başka deyişle azıcık kimya, dirimbilim, doğabilim biliyorsanız, evrende biriktirme, artan değeri cebine atma bulunmadığını unutmazsınız; hele canlılar dünyasında işin temeli dayanışma, yardımlaşmadır .
Fırsat düşünce yineleme görevi bana düştü, seve seve yerine getiriyorum: beynimizde evrimin üç halkası iç içe, üst üste duruyor: sürüngen beyni, maymun beyni, düşünen-konuşan maymun, insan beyni.
Timsah, canını korumak, sürdürmek üzere ister istemez, kör bencil’dir: sıkışınca yavrusunu bile yer.
Kıllı maymun atamızda yardımlaşma, toplumsal örgütlenme boy göstermiştir: avlanırken eşgüdüm içinde davranmayı bilir.
Sözlü dile, dolayısıyla belleğe, her türlü anlatımıyla tarihe kavuşmuş olan insanın artık bilinçli bencillik aşamasına geçmesi gerekirdi; ama araya giren yanlış yayınlar, çarpık öğretiler buna izin vermedi, hâlâ vermiyor: timsah gibi davranabileceğimizi sanıyoruz. Oysa davranamayız; davranmayı sürdürürsek, cezası öbür dünyada, cehennemde değil, hemen burada, yarın. Havaküre ısınıyor, buzullar eriyecek, anakaralar su altında kalacak; başka köşelerdeyse içecek su kalmayacak; her türlü zararlı ışın ve atık yayılmasıysa çabası. Nereye kaçabileceğini, sığınabileceğini sanıyor zavallı çıldırmış insan kardeşlerimiz.
Artin Demirci’nin de küçük bir albümünü armağan ettiler; 2004 yılında , Antakya-İstanbul-Antakya adlı bir dizi resim yapmış; Antakya’dan İstanbul’a, Akademi’ye gelişinin, sayısız dönüşün, yeniden gidişin izlenimleri. Çok içten, duyarlı, dürüst resimler. Gerçek bir mücevher kutusu bu albüm.

Galeri’den çıkınca Bihrat’a uğramak istedik; tam kapıda sevgili Turan Erol’a rastladık; meğer hemen karşıdaki güzelim ahşap ev onunmuş, İstanbul’a gelince orada yaşarmış. Ne sevindirici, gerçek bir yaşama sanatı ustasının İstanbul’un bu görece dingin köşesinde oyalı bir yuvasının bulunması!
*
Dirimin, canlı varlığın gücü inanılır gibi değil!
Bunca dar zamanda, Nevzat iki kitap daha basıp yolladı:Balaban ve Adem Genç.
Balaban, Yaşamın Çizgileri:Desenler adını verdiği kitapta 1949’dan başlayarak çizdiği karakalem resimleri toplamış;araya anılarını, kendisi için yazılan şiir ve yorumları katmış; böylece gerçekten renkli bir yapıt oluşmuş.
Aslında yapıtın sergisini de açtı Bilim Sanat Galerisi’nde; belki yolunuz düşmüştür.
Fotoğraflar Blagay Toprakidis, Necdet Kaygın, Sinan Öğüt, Fahrettin Demiryürek Sepetçioğlu’nun.
Kitabı Çiğdem Sönmezocak dizmiş, Leyla Yakınol Metin’se düzeltiyi üstlenmiş.
Adem Genç’in kitabında metin Ahmet Oktay’ın; İngilizce çeviriyi Turgut Arıkan yapmış; bu metnin düzeltisi H.Övgü Tüzün’le Brian O’Neill’in.
Kitaptaki resimlerin saydamlarını Necdet Kaygın, İsa Çelik, Cengiz Akduman çekmişler.
Kitabı Necati Abacı tasarlamış; çizgisel tasarımsa Suat Gürsözlü, Ömer Elver ve Demet Turper’in.
*
Herkes kendi çapında elbet; Papirüs Yayınları da, Dinçer Sezgin’in öykülerini Kaveko adıyla yayınlayıp göndermiş; insanların canlarının burunlarına geldiği, bin bir sıkıntıyla bunaldıkları, dahası yurtlarıyla geleceklerinin bile tehlikeye girdiği günlerde şöyle derin bir solup alıp düşlere dalmak için güzel bir fırsat.
*
Ben atlamıştım, bereket Mehlika çekip getirdi; geçen ay cnbc-e Francesco Rosi’nin Seçkin Cesetler’ini gösterdi.
Film, İtalya’da, üst düzeyli yargıçların, savcıların art arda vuruldukları günleri anlatıyor; Roma’dan bu işi soruşturmak üzere gönderilen görevli, kent içinde, vurulanların yakınlarıyla ya da varsayılan sanıklarla arka arkaya görüşüyor; ama giz perdesi çok kalın, kaldıracak gücü sağlayacak bilgiye bir türlü ulaşamıyor; ve sonunda, yargıçlar gibi, o da bir duvarın dibinde mıhlanıyor.
Bir bakıma, bizde Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Muammer Aksoy ve benzerlerinin birer birer temizlenişi gibi.
Filmin öyküsü son derece gerçekçi, ustaca; dünyamızda oynanan kirli oyunları, kısa fırça vuruşlarıyla, kusursuz anlatıyor.
Bu taşra kentinde, eşinden, çocuğundan uzak, konukevi köşelerinde tek başına yatan görevliyi bir akşam eşi arıyor telefonla; kısa konuşma sırasında:”oğlanın okul taksidini unutma” diyor.
Bütün dünyanın başına bela olan sülüklerin yarattıkları ortam bu; bakalım dürüst insanlar el ele verip bu zinciri kırabilecek mi?
*
Sevgili dostum Yılmaz Merzifonlu, son çalışmalarını yine Kızıltoprak Galerisi’nde sergiledi.
Kendine özgü renkleriyle kızlar, oğlanlar, kuşlar, çiçekler... yaşama tutkusu, sevinci; çıldıran dünyada birer vâha.
Beyni, eli dert görmesin!
29 Mart akşamı önce Oda’ya gittim; doğrusu, Fatma Ekeman yine doğru bir seçim yapmış, Valérie Çelebi’nin çalışmalarına yer vermişti. Önce kendine yalan söylememeye çalışan, dürüst, duyarlı resimler gördük; konu olarak tankerleri seçmişti, ama bu herhangi başka bir nesne ya da varlık da olabilirdi; Valérie’nin resimsel arayışı güzel. Ne mutlu böyle bir yol bulabilmiş olması hem kendisi, hem sanatseverler için!
Ardından, can dostlarımdan Ali Candaş’ın Doku’daki şenliğine katıldık Nilgün ve Melih’le.
Ali’ciğim anlatım sorununu çoktan çözdü; şimdi artık gittikçe soyutlaşan, birer renkli lekeye dönüşen betilerle güzelliği, uyumu aramayı sürdürüyor, görsel şiiri yansıtmaya çalışıyor.
Gittikçe çıldıran, hoyratlaşan dünyada son sığınaklar.

ASSOS DİNLETİLERİ

Siz de bizim gibi gazetelerde okumuşsunuzdur,yazboyu,çeşitli kıyı yerleşimlerinde Yaz Şenlikleri düzenlendi.
Aslında Behramkale’nin Midilli’ye bakan yamacında şimdi artık iyice ortaya çıkarılmış bir açıkhava tiyatrosu var,ama eskiden önemli bir ekin merkezi olmuş bu küçük köy şimdi artık ancak arasıra düzenlenen dar kapsamlı toplantı ya da şenliklere kucak açabiliyor.
Arkamızda büyük kuruluşların parasal desteği de olmadığından,Assos’ta adına yakışan bir şenlik düzeleme olasılığımız yoktu elbet;bunun üzerine,yaz dinletilerini ufacık taş evimizde gerçekleştirdik,kendimiz için.
İlk dinletiyi Rostropoviç verdi,Bach’ın insanı zargır zangır titreten Çello Süitleri’ni çaldı yıldızlı,dingin göğün altında.
Ertesi akşam,Kiril Kondraşin yönetimindeki orkestra eşliğinde,Schumann’ın Op.129 Viyolonsel Konçertosu’nu yorumladı;inanılmazdı.
Sonraki dinleti daha da sıradışıydı:güzeller güzeli Emil Gilels,Herbert von Karajan yönetimindeki orkestra eşliğinde,Beethoven’in 3.Piyano Konçertosu’nu yorumladı.Gilels’i ilk,İstanbul Şenliği’nde,Konak Sineması’nda dinlemiştik Sevil’le ;koca orkestra beyaz perde için yapılmış daracık sahneye binbir güçlükle sığışmış,yönetici ve yorumcu gidip gelirken tam anlamıyla cambazlık yapmıştı.Neden o yıllarda AKM salonları bu dinletilere kapalıydı da Aydın Gün’cük o hamama razı olmak zorunda kalmıştı bilemiyorum.
Onu izleyen de en az bu kadar görkemliydi:Rudolf Barşai yönetimindeki Bournemouth Orkestrası,Çaykovski’nin 2.Piyano Konçerto’sunu çaldı;piyanoda Peter Donohoe,kemanda Nigel Kennedy,çelloda Stevan İsserlis vardı.
Piyano dinletileri düzenlenince Alfred Brendel’i çağırmamak olur mu?o da Heinz Walbert yönetimindeki Viyana Halk Orkestrası’yla geldi,Beethoven’in Re bemol 2.Piyano Konçertosu’nu çaldı.Sözün gerçek anlamında soluk kesiciydi.
Derken bir de baktık,bütün şenlik düzenleyicilerinin yıllarca ardında koştukları Vladimir Horowitz yanından ayırmadığı özel piyanosunu kapmış gelmiş;Rahmaninof’un Etüdlerini çaldı bize.
Üflemeli çalgılardan yoksun kalmayalım diye,Gilbert Johnson,Haydn’ın Trompet Konçertosu’nu,Pierre Pierlot Obua Konçertosu’nu,Jean Pierre Rampal de Flüt Konçertosu’nu yorumladılar;tadına doyulmazdı.
Bir akşam bir de baktık,karşımızda ünlü gitarcı Göran Sölscher;Bach’ın en tanınmış yapıtlarının gitar uyarlamalarını yorumladı.
Gitar sayfası açılmışken,Paco di Lucia’sız olur mu?Birçok akşamımızı o süsledi dipdiri gitarıyla.
Derken yine inanılmaz gerçekleşti,İstanbul Şenliği’nde ancak 200 milyon verebilenleri dinlediği Cecilia Bartoli çıkageldi,Rossini,Mozart ve Donizetti’den Eski Çağ Havaları’nı yorumladı inanılmaz,doyulmaz sesiyle.
Şaşırtı sürüyordu,şenliklerin paylaşamadığı ünlü bariton Dmitri Hvorostovski de,onun gibi beş para almadan,hem de iki akşam üst üste konuğumuz oldu;ilkinde,aralarında hepinizin bildiği Kalinka’nın da bulunduğu Rus halk şarkılarıyla opera aryalarını;ikincisinde Çaykovski ile Verdi’nin çeşitli operalarından aryaları seslendirdi Valery Gergiev yönetimindeki Rotterdam Filarmoni Orkestrası eşliğinde.
Ne yazık ki oda müziği topluluklarını çağırmayı unutmuşuz;o yüzden Tgyzanof-Zabovnikof-Druzhinin-Şirinski’den oluşan dörtlüden Beethoven’in ünlü Op.59 Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’yle yetinmek zorunda kaldık.
Ardından caz akşamları başladı,çok şükür Miles Davis nereye gitsek,bizimle gelir;her akşam başka bir uzunçalarını çaldı bize:Kind Of Blue,İspanya Parçaları,AranjuezKonçertosu,My Funy Valentine,Porgy ile Bess falan.Bilmiyorum kederli çığlıkları Lesbos Adası’na ulaştı mı?ama bizi kıyım kıyım doğradı hazdan,kederden.
Bir de baktık,Kızılderili Bilge Dave Brubeck,ünlü saksafoncusu Paul Desmond’un elinden tutmuş geliyor;düşgücümüzü kaptığı gibi bizi Meksika’ya,Meksiko’daki bir açıkhava tiyatrosuna uçurdu;yerel sanatçıların da katılımıyla,Bravo Brubeck adlı pilağındaki parçaları çaldılar;oradakilerle birlikte alkıştan yeri göğü inlettik,uçtuk,arındık.
Brubeck gelir de Modern Caz Dörtlüsü durur mu?onlar da tüyden hafif yorumlarıyla pek çok akşamımızı şenlendirdiler.
Pekinel kardeşler,Jacques Loussier Üçlüsü eşliğinde Bach’ın yapıtlarını yorumladılar.
Sonra sıra ses sanatçılarına geldi:Odetta,Miriam Makeba ve Belafonte,aynı biçimde gönüllü olarak,Amerikan ve Afrika halk şarkılarının şimdi artık hiçbir yerde işitilmeyen,adı bile unutulmuş güzelim örneklerini yorumladılar.
Bizim dinletiler,Filiz Ali ile Aydın Gün yönetimindeyken dünyanın en seçkin dinletilerine kucak açan CRR Salonu’nun şimdiki karman çorman izlencelerine benzemiyordu şükür.
Anadolu’dan sesler bölümünde Ali Ekber Çiçek ile Davut Sulari,çoğu kendi yapıtlarından oluşan dinletilerle bizi kendimizden geçirdiler.
1980 yozlaşmasından önce TRT radyolarında yurdumun güzelim türkülerini saygıyla,sevgiyle söyleyenlerden büyükçe bir küme,geçmişten çıkıp geldi,gecelerimize tat,haz,soylu incelik kattı;kimler yoktu ki aralarında? Aziz ve Ramazan Şenses,Āşık Daimi,Mine Yalçın,Saadet Yılmaz,Cemile Cevher,Kadınlar Korosu,Bağlama Takımı,Neriman Altındağ Tüfekçi vb.
Tıpkı Miles gibi,Ruhi Su da ayrılmaz yoldaşımızdır.
Yayınlanmış çalışmalarının çoğunu çalıp söyledi bizim için.Ekin İdi Oldum Harman,Aman Of,Barabar,Uyur İken Uyardılar,Çocuklar-Balıklar-Göçler,Beydağı’nın Başı falan.
Ruhi’ciğimiz yalnız gelir mi? elinden tutup yazgıdaşı Sümeyra Çakır’ı da getirdi;ve zaman zaman ikisi,zaman zaman Dostlar Korosu’nu da yanlarına alarak,Dostlar Tiyatrosu’nda verdikleri unutulmaz dinletiyi,El Kapıları’nı,Semahlar’ı bize yeniden tattırdılar. bize;korkmayın,Sabahın Sahibi Var,dediler bütün dünyanın üstüne çöken karanlığa teslim olmayalım diye.
Kısacası,insanlığın müzik birikiminin en seçkin örnekleriyle geçti yazımız; bizi böyle oluşturan,daha önemlisi böyle kalmamıza izin veren rastlantı-gereklilik dizisi’ne sonsuz teşekkürler.

*

Yazımız,Özgün-Önder Tokuç çifti ile Özge’nin dışında,Ayşe Meral ile eşi Kartal’ı kazandırdı bize.
Ayşe Meral benim iletişim ağı arkadaşım;Sevil’le benim canımı yakan ya da sevindiren bütün konularla yakından ilgili güzelim Anadolu kızı;ne zaman önemli bir konuya değinsem,ne zaman sarsıcı bir olay yaşansa,Ayşe’den öfkeli,bilinçli bir ileti gelir;uyarıları belli aralıklarla sevgili Deniz Som’un köşesinde de boygösterir.
Ama tanışmıyorduk;Behram’da,Temmuz ortalarında bir gün,Doğu Perinçek’in Altınoluk’ta konuşacağını haber verdi,siz de gelin,hem katılalım,hem tanışalım,dedi.Ancak benim kanbasımcım,sıcaklarda dolaşmaya izin vermiyor;doğal olarak arabamız da yok.Dolayısıyla buluşamadık.
Onlar taşıtlı;Ağustos’ta bir akşamüstü,Behram’ı gezmeye geldiklerinde uğradılar,avlumuzda kucaklaşıp söyleştik.
Meğer gençliklerinden beri Aydınlıkçı,devrimciymişler;o kadar ki,Kartal,İşçi Partisi’nin adayları arasındaymış son seçimlerde.Tok sesli,coşkulu,inançlı.
Ah ne güzeldi bu aydınlık insanları kucaklamak!
Demek artık birçok yazımızı geçirdiğimiz,en sevgili dostlarımızın,Ruhi Su ile Sıdıka Su’nun,Baykurt’ların yaşadıkları Ören’de yeni can dostlarımız var;ne mutlu!

*

Benim yaşımdakiler,68 Mayıs’ında,Paris sokaklarında,kızlı oğlanlı gençlerin en önünde yürüyen birini çok iyi anımsarlar:dünyaya iki anlamda da şaşı bakan Sartre.
Enerjinin cansızdan canlıya dönüşmesini masallardan arıtılmış olarak açıklayan iki büyük ustadan,Marx’la Freud’dan,hele onları kaynaştıran Wilhelm Reich’tan haberi olmadığı ya da kafası almadığı için,bir avuç gencin kaldımları sökerek,taşları yığarak,oraya buraya fırlatarak,dükkân camekanlarını indirerek,arabaları devirip yakarak anamalcı düzensizliğin amansız soygununa son vereceğini;bunun için hani şu ünlü işçi sınıfı’nı heveslendirip eyleme katacağını sanıyor,bunun için sabah akşam yürüyordu.
Oysa anamalcı düzensizlik önlemlerini çoktaaan almıştı,sürdürüyordu:çalışmayı bin bir parçaya bölüp emekçilerin bilinçlenmesini,örgütlenmesini,yeni bir dünya düzeni kurmak üzere somut bilgiler edinip eyleme geçmesini önleyen çarklar her akşam bütün dünya iletişim araçlarıyla her eve yerleştiriliyordu.
Nitekim,Paris’te ya da Prag’da bir süre yürüyüşten,kırılan kafalarla kollardan,akan kanlardan sonra,yerleşik düzen yerli yerine oturdu-o günlerde en ön sırada yürüyenler de,olağan akış gereği,düzensizlik içinde yağlı kuyruklar kaptılar,işadamı,vekil,temsilci oldular;yanılsamayı,dolayısıyla sömürüyü sürdürmek üzere,şimdi dinsel-kavimsel ayrılıkları kaşıyıp körüklüyorlar.
68’de,bir geri bıraktırılmış-sömürüler ülke çocuğu olsam;ardımda Mustafa Kemâl’in apaydınlık devrimi bulunsa da,etkileşim sonucu ben de bu yanılsamaya umut bağlayanlardandım sanırım;ama uyku uzun süremedi,Guevera düşünün ardından,Allende yumruğu indi hepimizin tepesine:o zaman dünyanın hiçbir toplumunda demokrasinin D’sinin bulunmadığını;eskiden atadan oğula geçen siyasa-parasal erkin seçim oyunlarıyla,aynı şeyi değişik sözcüklere bulayarak anlatıp uygulayan siyasal partilerle yürütüldüğünü acı acı görmeye başladım.Hele 80’lerde önce Polonya’da,ardından Ankara’da yürürlüğe konan oyunlardan sonra,döndürülen dolap,can gözleri körelmemiş olanlar için,açıkça ortaya çıktı.
Türkkaya Ataöv’ün geçen gün Cumhuriyet’te yayınlanan yazısını okudunuz mu bilmem?döndürülen dolapların,dolayısıyla bilginin ana kaynağında yaşadığı,can gözü de açık kaldığı için,başta ABD,bütün G 7’lerde yürütülen seçim dizgesini açık seçik bir kez daha özetledi:hani şu bizim çöpe atılan oylara bile gerek kalmamış:bilgisayar,beğenilmeyen oyları saymıyor,siliyormuş.
Anamalcı düzensizlik,başındaki bir avuç çılgının aldığı önüne geçilmez kararlarla,bütün insanları leminglere çevirmek üzere:kimse arkamızdan kovalamasa da,büyük bir hevesle uçurumun başına koşup aşağıdaki kayalıklara atlamaya hazırız.
Bakalım evren anamızın mantığı bizi bu yoldan çevirebilecek mi?

Adam Sanat, Ekim 2004, s.225

2 Eylül 2004 Perşembe

NURGÜL

Küresel yozlaşma bütün güzelim insanca değerleri yok etti ya,elbet değerbilme de aralarında gitti;canım dostum ressam Julide ansızın göçüp gittikten sonra yıllarca emeğinden,yaratıcılığından yararlanmış,resimlerini satmış olanlardan çıt çıkmadı;bereket hâlâ birkaç güzel insan yaşıyor.
Girgin kardeşleri bugüne dek uzaktan,çelebilikleriyle tanıyormuşum;1 Temmuz akşamı Beşiktaş Ihlamur’daki galerilerinde Julide’nin anısına bir Yaz Karması düzenlediler A. Fazıl Aksoy,B.B.Gürbüz,E.Ebulfetoğlu,Ekrem Kahraman,Fahri Sümer,Doğan Paksoy,H.Taşdemir,İ.Biret,K.Yaşlıçam,Mehlika Baş,M.Özel,N.İlmek,Ö.Yemenicioğlu,Ramo,Rifat,S.Özkaygısız,Tekin Artemel,T.Erkal,Yaşar Yeniceli’nin resim,Otar Sharabidze’nin seramikleriyle katıldıkları sergiye,son anda,ricamı kırmayarak,büyük bir incelikle Nâlân-Cânan Ünal kardeşlerle Melih Özuysal’ı da eklediler.
Dedim ya,tüketim çılgınlığı,televole tüm insanca değerleri sürükleyip götürdü,gazetede duyurulduğu hâlde,bu kaynaşma,kenetlenme,sarılışma sergisine bir avuç sanat ve Julide’sever katılabildi.Peki,öyle olsun zavallı insan kardeşlerim;bindiniz bir alamete,hızla gidiyorsunuz kıyamete.

*

Sonunda Vedat Günyol da yorulup göçtü.
Yurdumuzda toplumcu kuramın temel yapıtları henüz basılamazken Yeni Ufuklar Yayınevi’nde yakın dostları Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu ile el ele şimdi artık adları bile anılmayan bir dizi değerli,aydınlatıcı yapıtı yayınlama yiğitlik ve onurunu da taşıyan sevgili usta,ömrünü insan kardeşlerini aydınlatmaya adamıştı;ömrü,bir bakıma,yakın tarihimizin özetiydi:ışıltılı Atatürk dönemini de,Büyük Önder’in etkisinin henüz silinemediği 45 öncesini de,Batı Uygarlığı’nın temel yapıtlarının Türkçe’ye kazandırıldığı Hasan Ali Yücel dönemini de,1950 seçimlerinden sonra Amerikan uşaklarının büyük bir hızla yürürlüğe koydukları Küçük Amerika Olma evresini de,onu izleyen kısa süreli,ama ülkemize ilk çağdaş,özgürlükçü Anayasa’yı kazandıran 60 Dönüşümünü de,ardından gelen İmam Hatipleştirme sürecini de,o yetmeyince,yine dış kaynaklarca beslenip yönlendirilen kardeşi kardeşe vurdurma oyununu da,ardından tepemize indirilen 1980 yumruğunu ve kendileri gitse de etkileri hâlâ süren ılımlısı aşırısıyla bütün Sol’u,sol düşünceyi temizleme kasırgasını da gördü;doğanın bağışladığı dirimsel enerjiyle,ABD ve ortaklarının İMF,Dünya Bankası aracılığıyla başımıza ördükleri son çorapları da,dost dost diyerek başımıza geçirilen çuvalları da yaşadı.Doğrusu dünya yazın tarihinin bütün nehir romanlarına taş çıkartacak bir yaşam.Sonunda evrenin yaratıcı enerji okyanusuna geri döndü.
Ömrüne,emeklerine yürekten saygı.

*

Onun kadar yakından tanımış olmasam da aynı derecede sevgi,saygı duyduğumu başka bir usta,Saura’nın unutulmaz danslı-müzikli filmleri Kanlı Düğün ve Carmen’in ortak tasarlayıcı-yaratıcısı Antonio Gades de evrenin yıldızları arasına dönüverdi.
Ardından yazılanlardan,nasıl inançlı bir toplumsal adalet ve mutluluk sevdalısı olduğunu öğrendim;toplumcu ülküyü kırbaçla değil sevgiyle kurmayı başaran Fidel Castro’yla ne kadar sıcak,yakın bağları olduğunu okumak,duygusal-düşünsel tutarlılığı bütün erdemlerin başı,özeti sayan beni sınırsız sevindirdi.Evrensel çekim yasası burada da işlemiş demek,benzerler birbirini bağırlarına basmışlar.Ah!nasıl da az bu umut verici,insan deyince tasarladığımız değerlere yakışan örnekler!
Güle güle canım kıvrak bedenli Flamenco ustası!

*

Her yılki gibi bu yaz da önce Sevil’le Serpil,sonra ben Assos’a sığındık;ardından Nilgün de bize katıldı.
Gitmiş olanlar bilir,Behram Köyü’nün henüz kaba taş döşeli iki anayolu boyunca çevre köylerden gelmiş Yörük kadınlarıyla çocukları ve köyde yaşayan kadınlar iki yana dizilir ya da yolda dolaşıp ürünlerini satmaya uğraşırlar.
Birkaç yıldır bunlar arasında çilli yüzü,ışıl ışıl renkli gözleriyle,tatlı dili ve inceliğiyle dikkatimizi çeken küçük bir kız vardı:Nurgül.
Geçen yıl abisi Hasan da yanlarına katıldı,ya da biz ayrımına vardık;anneleri Hanife’nin de çocuklarına aktardığı güzel gözleri varmış meğer;ama o,biri ölen ve adını evin tek oğluna bırakan beş çocuğun,yoksulluğun,yaşama savaşının altında erkenden çökmüş,dişleri dökülmüş,güzelim yanakları kırış kırış olmuş;bu yıl anlattığına göre,bir de korkuç araba kazası geçirmemiş mi?tamam.
Bu yiğit,soylu insanlar,onlar gibi göçebelikten,Yörüklükten geldiklerini unutup hepsine diş bileyen Behramlıların arasında aşağılana aşağılana ayakta durmaya çalışıp hem köy yollarını,hem Kadırga Koyu’nu bıkıp usanmadan arşınlıyor,kekiklerini,uğurlarını,kendi dokudukları heybecikleri,kilimleri satmaya uğraşıyorlar.
Ailenin en küçüğü Nurgül 10 yaşındaymış,ama bedensel görünüşü 6;öyle tatlı dilli,öyle sevimli ki,tüketim toplumunun tuzağına düşüp insanlıklarını unutmamış ender kişiler onu ve kardeşlerini bizim gibi sevgiyle,sevinçle bağırlarına basıyorlar.
Nurgül’le Hasan’ı ömürlerinde ilk kez denize soktuğumuz gün,Hasan’ın deniz donu yanındaydı,ama Nurgül’e bir şey yoktu;bereket Nilgün’ün kıvrak anlağı yetişti imdada;mayolarından birini yandan iplerle bağlayıp iyi kötü bir deniz donu yaptı;Nurgülcüğümüz sevinçle koşturdu kar beyaz,cıpcılız bedenini mavi sulara.
Bizim bu ister istemez az yıkanabilen,köylerinde akarsu olmadığı için belki hiç yıkanamayan,kendileri gibi giyinmeyen –Nurgül’ün ufacık şalvarı annesiyle aynı kumaştan,dallı güllü- yavrularla ilgilenmemizi büyük çoğunluk kıyasıya yargılayıp kınarken,hemen önümüzde güneşlenen,adlarının Patricia ve Deniz olduğunu sonradan öğrendiğim güzel bir ana kız gülümseyerek,olumlu bakışlarla bizi izliyordu;bundan yüreklenip küçük kız için eski bir mayoları olup olmadığını sordum;ana kız elbette var,ama doğal olarak İstanbul’da,karşılığını verdiler.Ve insana yakışan bir davranışla,”oradan size yollasak bu güzel yavrulara ulaştırır mısınız?” diye sordular;ulaştırmaz mıyız;hemen adresler alınıp verildi,ve insanlık adına ne büyük mutluluk,kısa sürede sözlerini tuttular:dün akşam Sevil giysi paketinin geldiğini haber verdi;doğal olarak bugün köyde Yörük Bayram’ın ailesi için küçük,ama önemli bir şenlik var.Çok yaşayın güzeller güzeli Patricia’yla Deniz!
Bu iyi yürekli insanlar gittikten birkaç gün sonra,bizim çocuklarla yaşayışımızı yandaki uzuniskemlelerden gülerek izleyen üç kişi gözümüze ilişti;Nurgül’le Hasan,denize girip çıktıktan sonra,hemen kekik torbalarına yapışıp üş beş kuruş daha kazanmaya girişirler;baktık hanım gülümsüyor,Nilgün:Siz de kekik almaz mıydınız?diye sordu.Böylece Zeynep,Sinan ve Müge Konca’yla da tanıştırdı Nurgül’le Hasan bizi.
Zeynep dokuma tasarımcısıymış,bıkmış,içindeki asıl sevdaya,resme vermiş kendini:Azerbaycanlı bir öğretmenden ders alıp bu sanatı öğrenmeye çalışıyormuş;Sinan denizci;Müge de henüz lisede.
Paricia’yla Deniz gibi,onlar da gerçekten,yürekten ilgilendiler bizim köylü çocuklarımızla;bağırlarına bastılar,her gün mutlaka bir iki şey aldılar,birlikte midye dolmaları yediler;yine adresler alınıp verildi,İstanbul’da da haberleştik;olabilecek bir küme eski giysi de onlardan gelecek,Behram’a götürüp yavrularımıza vericem.Paylaşmanın tattırdığı benzersiz mutluluğu unutmamış güzel insanlar tanımak şu korkunç ortamda insana yaşama umudu kazandırıyor.
*

Nurgül’le Hasan’ın,ablaları Ünzile’nin tattırdığı mutluğun benzerini köyde,hemen evimizin yanıbaşında bulmayalım mı?
Ortaköy’de yaşayan Aydın doğumlu ressam dostum Melih Özuysal gibi kendini bildi bileli ressam olmak isteyen Manisalı köylü çocuğu Önder Tokuç,inişli çıkışlı bir çocukluk-gençlik döneminin ardından,S.D.Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sınavlarına girmiş;hem resim,hem sahne tasarımı bölümlerini izleme hakkını elde etmiş, içinden gelen sese kulak verip tiyatroyu seçmiş;öğrenim bitince bir süre İstanbul’da dizi çekimlerinde görev almış,sanat yönetmeni yardımcılığı ve yönetmenliği yapmış;sonunda resim sevdası ağır basmış,o işi bırakıp kendini resim ve seramiğe vermiş.
Bu seçimde,sanat yönetmeni yardımcılığını yapan Özgün Başaran’ın hatırı sayılır payı var sanırım.
Adına yakışır biçimde özgün biri kişi olan Özgün aslında kazıbilim okumuş;Gülpınar yolundaki Kocaköylü,Köy Enstitüsü’nde okuyup öğretmen olmuş babasıyla aynı işi yapan annesi ve kızkardeşi Özge’yle Çanakkale’de yaşamış lise bitene dek;sonra İstanbul,Marmara Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü.
Dünyanın ve Türkiye’nin düzenleri bu kadar allak bullak edilmemiş olsa,Özgün’ün yeri,köyüne,kentine yakın Assos kazılarıydı elbet;ama her yerdeki gibi,”peki yaz bir dilekçe,bakalım”,demiş kazıları kırk yıldır yöneten,ama yürütmeyen ünlü amca.
Önder dizileri bırakıp ressamlığa dönmeye karar verince,sevgilisi Özgün’le el ele önce doğduğu yere yakın olduğu için sandığım Cunda Adası’na gitmişler,yerleşip çalışacak ev aramışlar;bulunamamış.Bunun üzerine Özgün onu alıp Behram’a getirmiş;Önder’in ilkin çok itici-yıkıcı bulduğu köyü sonra benimsemişler,kışı geçirmek üzere bir ev bulup yerleşmiş,o arada şimdiki evlerini üç yıllığına kiralamışlar.
Ev,bütün eski Behram evleri gibi yıkık dökük,küçük bir yuva;üstelik tavanı göçük,alt odası düpedüz ahır.Ama Önder’in okulları bitirmezden önce yaptığı 12 yıllık marangozluk çok işlerine yaramış;iki sevgili,el ele,can cana o yıkık yuvayı ayağa kaldırmış,tepeden tırnağa yenilemişler.
Önder,çiftçi babasından öğrendiği bağcılık- bahçecilikle,görkemli bir dut ve incir ağacının bulunduğu avlularını kısa sürede yeşil bir cennete çevirmiş:binbir çiçek,her türlü sebze ekmişler;şimdi,ahırdan çıkan doğal gübrelerle sözün tam anlamıyla gövermiş domateslerden,kabaklardan,biberlerden,patlıcanlardan bize de düşüyor.
Özgün,öğrendiği dalda iş bulamayınca,yine sevgilisinin,15 günlük eşinin yardımcılığını üstlenmiş,hemen elini çamura sokmuş;ama epey yetenekli besbelli,sevgi de eklenince,kısa sürede işi kavramış;şimdi,Önder’i zaman zaman şaka yollu kıskandıracak güzellikte tabaklar,seramik resimler yapıyor.
Önder’in ışıl ışıl renkli resimleriyle seramikleri avlunun duvarlarına,kapı önüne saçmışlar;kapıları hep açık;evleri köyün tek küçük alanında;gelen,Tapınağa çıkmazdan öce,önce bu sıradışı avlu-galeriyi görüyor: Galeri Leleg.
Leleg adını,Özgün’ün kazıbilim bilgisi sağlamış;Lelegler,buraya yerleşen ilk kavimmiş.
Sözün kısası,bu yaz yeni güzel insanlarla zengileştik.
*
İstanbul’a dönünce,sevgili dostum Metin Aydoğan’ın nicedir üstünde çalıştığı kitabı buldum karşımızdaki Zümrüt Fotoğraf Stüdyosu’nda:Umay Yayınları’nın bastığı Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler.
Metin Aydoğan,1162 sayfalık yapıtında,yeryüzündeki bütün insan toplumlarında,dün bugün,toplumsal yapılanmanın,örgütlenmenin nasıl oluşturulduğunu incelemiş;gerek Avrupa,gerek Çin,Hint,İran uygarlıklarında toplumsal-siyasal örgütlenme ve yönetim biçimlerini yakından irdelemiş;ardından Orta Asya’dan başlayıp Anadolu’ya,yakı tarihimize dek bizimkileri ele almış.
Önceki yapıtlarındaki gibi,kesin,kararlı bir Atatürkçü-aydınlanmacı yaklaşımla,bugüne dek bütün dünyanın tepesine çöken kandırmacı Batılı söylemi aşıp insanlık tarihinin toplumsal özetini çıkarmaya girişmiş;elbet her ulusu yerli yerine oturtarak;ve Türklere,Ulu Önder’in özlemi uyarınca,asıl kimliklerini,yeteneklerini,geleneklerini göstermeye çalışarak.
Dolayısıyla,masallardan,beyin yıkamalardan arınıp kendini ve öbür insan kardeşlerini önce anlayıp sonra bu yeni ışıkla kucaklamak isteyen herkesin kesinlikle,hemen okuması gereken bir yapıt.
*

Kaynak Yayınları son kitaplarını gönderdi;önce Atatürk’ün Bütün Eserleri’nin 13. cildini anayım.
Aslında,kalıtını bıraktığı,ama 1980 darbesiyle toz duman edilmiş iki temel kurumdan Türk Tarih Kurumu’nun yerine getirmesi gereken bu yaşamsal görevi Kaynak Yayınları üstlenmiş;15 ciltte tamamlamak üzere Atatürk’ün elinden ya da ağzından çıktığı denetlenip saptanmış yazı,söyleşi,demeç,bildiri,yönerge ne varsa taranmış;tarih sırasına konmuş;belirledikleri ilke uyarınca, 40 yaşlarındaki okur-yazarların anlayabileceği dile dönüştürülmüş.
Şimdi hızla altı oyulan,temel taşları sökülen Cumhuriyetimiz nasıl oluşmuş,Kurtuluş Savaşımız nasıl kazanılmış öğrenmek ya da anımsamak istiyorsanız,son derece değerli ayrıntıları bu 13 ciltte bulacaksınız;boş konuşmamak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak.Emeği geçen herkesi kutlamak gerekir.
İkinci yapıt,Doğu Perinçek’in;Mafyokrasi:Emperyalist-Kapitalist Sistemin Mafyalaşması ve Türkiye.
Aslında bu konuda azıcık düşünmüş olanlar biliyor:anamalcı düzensizliğin başka bir yere varması olanaksızdı,kendi olağan akışını sürdürüyor;canlı-cansız varlıklarıyla gezegenimizi,onun üzerindeki yaşamı önemsemediği,önemseyemeyeceği için,siyasal-parasal erki elinde tutabilmek için çeteleşmek,mafyalaşmak zorundaydı,onu yapıyor.Daha doğrusu şöyle demek gerekir belki:oluştuğu günden beri silahlı bir çetenin koruması olmadan yaşayamazdı.
Doğu,ayrıntılı başlıklar altında,ülkemizin kıstırıldığı yeri,nedenlerini,olası sonuçlarını irdeledikten sonra,gerek ulusumuz,gerek öbür ezilenler için çıkışın,kurtuluşun nerede olduğunu da gösteriyor:Birinci Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi,Ya Bağımsızlık,Ya Ölüm’de.
Hasan Yalçın’ın kitabı,Romanda Aydın Tipleri;Yalçın bu çalışmasında,dünya yazınının önemli yapıtlarını,bunlardaki örnek tipleri ele alarak toplumcu bakışla değerlendirmiş;Oblomov,Rudin,Dostoyevski’nin Ecinniler’inden alınmış üç tip;Kafka’nın ünlü Dâvâ’sından yola çıkarak Orson Welles’in çektiği film;Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi adlı romanındaki tipler değindiği örnekler arasında.Toplumcu-gerçekçi bakışla yazın-film eleştirisinin nasıl yazılacağını görmek isteyenlerin seveceği bir derleme.
Fikret Akfırat canımızı sıkan,yakan bir konuyu,ABD’nin Irak’ta Kürt devletini nasıl bütün dünyaya sokuşturduğunu incelemiş en ayrıntılı biçimde: Kukla Devlet,ABD Kürdistan’ı Nasıl Kurdu.
Kürdistan’ın Güneydoğu Anadolu’yu yutmasını önlemek isteyenlerin dikkatle okuması gereken bir kitap.
Sonuncu çalışma Hikmet Çiçek’in:Dr.Bahattin Şakır.İttihat ve Terakki’den Teşkilatı Mahsusa’ya Bir Türk Jacobeni.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, ülkenin açgözlü Batılı buyurucularca parçalanması sırasında yurdunu korumak,kurtarmak,yeniden yapılandırmak için gönül ve can verenlerden;hiçbir siyasal koltuğu kabul etmemiş,aydınlık ülküsü uğrunda çalışıp didinmiş pos bıyıklı,yakışıklı,hüzünlü bakışlı bir ilerici.Hem umut kırıcı,hem verici bir örnek:en zor koşullarda gerçek yurtsever nasıl davranırı anımsamak isteyenler için.
*
Son kitaplar Papirüs Yayınevi’nden;ilki,İsviçreli yazar Priska Furrer’in bir incelemesi:Sevgi Soysal,Bireysellikten Toplumsallığa.Yasemin Bayer çevirmiş Türkçe’ye.
Priska Furrer çok ilginç bir insan;Ortadoğu Dilleri ve Ekinleri okumuş;dilimizi öğrenirken ülkemize gelmiş,çeşitli yöreleri dolaşmış.1987-88 arasını İstanbul’da geçirmiş.1990’da Sevgi Soysal üzerindeki doktora çalışmasını bitirmiş.Doçentlik savının konusuysa,Çağcıl Türk Romanında Tarihin Anlamlandırılması (2003).Şu anda,Aargau Kantonu Eğitim Müdürlüğü’nde, göçmen çocukların eğitiminden sorumlu.Ne güzel bir yaşam değil mi?Şu yozlaşan dünyada bile insan kalmak isteyenlere böyle yan yollar var hâlâ çok şükür.
İkinci kitap da bir inceleme-eleştiri,Hüseyin Köse yazmış:Bourdieu Medyaya Karşı/Medya.İşbirlikçi,Zorba ve Çığırtkan.
Hüseyin Köse,bilgi edinme gereksinmesiyle haber verme,giderek koşullandırma arasındaki karmaşık,tehlikeli ilişkileri ele almış çalışmasında;meraklısı için kesinlikle yararlı bir yapıt.
Sayın Köse belli ki çalışkan bir insan,bir de masal kitabı çevirmiş yayınevine:J.P.Cléris de Florian’dan Florian Masalları. La Fontaine’le eş tutulan,baba yönünden Voltaire’in yeğeni yazarın çocuklar için kafa karıştırmayan,uyutmayan,kandırmayan masalları.

Adam Sanat, Eylül 2004, s.224

1 Ağustos 2004 Pazar

JULİDE

Sinemacı-ressam dostum Mehlika Baş’a bizdeki filmleri ve baleleri aktarıyorum;en son Béjart’la Roland Petit’nin Fındıkkıran yorumlarını çektim;ardından,balenin Bolşoy yorumunu izledim;en sonunda da alıp izleme fırsatını bulamadığım Nureyef’in yorumuna baktım ve çektim.
Büyük bir şaşkınlıkla,Nureyef’in yorumuyla sahnelemesinin öbür iki büyük ustadan geri kalmadığını gördüm;gerçi öykünün yerleşik yapısını korumuştu,ama Paris’teki salonun olanakları inanılmaz:sahnenin genişliği,derinliği pek çok şeye izin vermiş;bezem,giysiler,ışıklandırma soluk kesici.Ama asıl Nureyef’in danslara getirdiği küçük,özgün değişiklikler coşturucuydu.Kısacası, onca yılın,onca sahnelemenin,ayrıca öbür iki büyük devin yorumlarından sonra baleyi sahneye koymanın üstesinden kusursuz biçimde gelmiş Nureyef.
Elimde olanak bulunsa,gerçek baleseverlere bu üç yorumu arka arkaya tattırırdım.Şimdilik yalnız Mehlika’yla paylaşacağız.Ancak aklınızda bulunsun,kaset ya da disk olarak önünüze çıkarsa,sakın kaçırmayın.
*
Zehra İpşirioğlu,tanıdığım en çalışkan,en üretken insanlardan biridir;Çınar Yayınları’nın bastığı deneme-romanı İzler’i imzalayıp bırakmış;Papirüs Yayınları’na uğradığımdaysa son çalışması Tiyatroda Alımlama’yı beni bekler buldum.
Bu yapıtı karıştırırken karşıma,tam bir tiyatro yapıtındaki gibi,hiç beklenmedik anda eşini boğup öldüren Louis Althusser’den şu alıntı çıktı:
Sanatın amacı ideolojinin görünmez kıldığını aydınlatmak,göstermektir.Sanat bu bağlamda artık toplumu yansıtan bir ayna değil,ideolojiyi temizleyen yeni bir bilgi üretimidir.
Yaşamından kalan izleri anlatırken kendi kendine yüksek sesle düşündüklerini de okurla paylaştığı İzler’in başında da İonesco’dan bir saptama var:
Yazma,içtenliktir.İçten ses çınlar,duyulabilir;başka bir deyişle,içtenliğin sesi güçlüdür;ama işitseniz bile,bu,dinlediğiniz anlamına gelmez.
Adam Yayınevi’ndeki kitap köşesine,Zehra’nınkinin yanında,Aydın Ilgaz’ın Sınıf’ın Efsanesi de bırakılmıştı.
Aydın,bu kitapta babasının tutuklanıp mimlenmesine,ömür boyu çileler çekmesine yolaçan ilk şiir kitabı Sınıf ile ünlü oyun-filmi Hababam Sınıfı’na ilişkin anılarını anlatmış.
*
Karşısanat’ta açılan sergiye ilginç bir ad ve izlek seçmişlerdi:Kırmızı.
Bir küme genç kırmızı ağırlıklı yapıtlar üretmiş;aralarından Nazmiye Ece,sıradışı bir dikkatle Türkân’la bana ilgi gösterdi,resimleri konusunda açıklamalar yaptı,ağaran saçlarıma bakıp bana iskemle önerdi,kısacası sevgiyle kucakladı bizi.Kırmızı’sı eksik olmasın.
*
Yine böyle bir küme genç fotoğrafçı,Fotoğrafevi’inde ürünlerini sergiledi;bu çalışmaları ilk kez görüyordum,değişik bakış açılarını,ilgileri çok beğendim;yürekten kutluyorum.
Galerinin ışığı mı Selin Şengüler’e yansımıştı,yoksa onun ışıltısı mı bu sanat yuvasını aydınlatmıştı,pek kestiremedim:her iki durumda da sonuç sevindiriciydi.
*
Dün akşam,annesinin güzelliğini sürdüren kızı Ayşe Ünal aradı heyecanlı bir sesle ve gözümün bebeklerinden ressam Julide’nin yorulup göçtüğünü duyurdu.
Artisan’daki son sergisinde buluşup görüşememiştik,doğrusu bu kadar kısa sürede onsuz kalacağımı usumun köşesinden geçirmemiştim.
Akademi’deki öğrencilik yıllarından beri vurgundum Julide’ye;önce bedensel güzelliğine elbet,ama resimlerini sergilemeye başladıktan bu yana,kendine özgü anlatımına,soylu,kederli duruşuna.
Sanırım bir kadın,ana,sevgili olarak,dünyanın,üzerindeki insanların düşürüldükleri duruma yanıyordu içi;gerçi bu konuyu hiç konuşmadık onunla,ama duruşuna yakıştırdığım böyleydi.
Hizmet ettiği toplumun yeryezünde açtığı,açmakta olduğu onulmaz yaralara aldırmadan Boğaz’ın sularına taş atıp yaşamın anlamı konusunda kendince özdeyişler döktüren cerrah Mehmet Öz’ün umurunda değildi elbet Julide’lerin küskünlüğü,kırgınlığı;o yogasını yapmayı sürdürecek,acımasız tüketim toplumu hesabına at gibi koşturacak!Kendisinin ve işverenlerenin dışındaki insanların en önemli şeyi,yaşama sevinçlerini neden yitirdiklerini bir an bile usundan geçirmeyecek!Ne mutlu ona ve benzerlerine,yürek,yani yaşama sevinci eksikliğinden ölmeyecekler!
Canım Julide’ciğim!Soylu kederini yaşadığım sürece saklıycam belleğimde;günün birinde dünya gerçek barışa kavuşur da Türk resim tarihi dinginlik içinde yazılırsa,senin özgün yorumlarından söz edilir elbet.
Yıldızlara selam söyle sevgilim!
*
Nicedir gidemediğim Bilim-Sanat’a Cumartesi uğrayabildim;Ercan Akçetin’in sergisi vardı.
Sevgili Leylâ-Nevzat Metin çifti,yine olanaksızı oldurmuş,Akçetin’e güzel bir kitap basmışlar.Kitabın metinleri Ümit Gezgin’nden.
Kitabı karıştırınca bir olgu çarpıyor insanın gözüne:80’lerin sonunda,90’lı yıllardı Ercan’ın ilgileri çeşitli,insanlar,hayvanlar,doğa.2000’lere doğru geldikçe bu ilgi tek bir kadına yöneliyor,onda yoğunlaşıyor.İç dünyası da böyle mi acaba? öyleyse,epey yazık doğrusu.
Nevzatçığım,şiir sevdasını,Nihat Behram’ın Şiir Bahçesi’yle sürdürmüş.
Kitaptaki resimler İbrahim Çiftçioğlu’nun;ösözünü Leylâ Şahin yazmış;Enver Ercan da Nihat’la söyleşmiş.
Ozanlığının 35.yılında,Leylâ ile Metin “Şiirimizin Yalın Yüreği”diye nitelendirdikleri dostlarına seçkin bir armağan vermişler;ne mutlu verene de, alana da.
Ama Metin’ler küresel yağmanın doruğa çıktığı günlerde,hiç hız kesmemiş,bir güzel kitap daha armağan etmişler resim-yazın severlere:İlhan Berk.
İlhan Berk’in şiirlerini,resimli şiirlerini,resimlerini bir araya getiren bu sıradışı güldestenin yazıları da seçkin:Abidin Dino’nun,Ahmet Oktay’ın,Enis Batur’un,Sezer Tansuğ’un,Necmi Sönmez’in,Levent Çalıkoğlu’nun tutkulu,bilgili yazıları süslemiş yapıtı.
Leylâ ile Metin,başka hiçbir şey yapmamış olsalardı bile bu kitap 2003 yılını çok dolu geçirdiklerini söylemeye yeterdi.
*
Cumartesi günü sergide canım dostum İlgi Adalan’la buluşacaktım aslında,ama artık kocadım,unutup çıktım.
Pazartesi günü bize bıraktığı güzeller güzeli mavi balığı almaya gittiğimde,Nihat Behram oradaydı,masa başında harıl harıl birşeyler yazıyordu;meğer Everest Yayınları’nın bastığı son kitabı Miras’la ilgili tanıtım-söyleşi yazılarıymış.Nitekim az sonra çantasından çıkarıp bana armağan etti onu.
20.Yüzyıl’ın başlarında,Osmanlı çökerken Doğu Anadolu’da,Kars’ta babasının,soyunun yaşadıklarını anlatmış bu yapıtında;elbet sonraki bütün ömrü,Türkiye’nin tüm çalkantıları var kitapta;belli ki hakettiği ilgiyi görmüş,yeni basıma yapılmış.Ne mutlu!Soylu bir ülkü uğruna çektiklerinden sonra küçük bir sevinç.
Tanıdığım en sevgi dolu insanlardan birine,Türkân Gündoğdular’a da,inişli çıkışlı,acılı sevinçli,sıradışı sayılacak bir yaşamın sonunda Demokritos güzel bir armağan verdi:ömrünü aralarında geçirdiği sanatçıları,ressamları,yontucuları,seramikçileri kucaklayıp sevenlere ulaştırabileceği küçük bir yuva.Adını da birlikte koyduk:Demos Sanatevi.
Üstelik,şimdiye kadarki pırtılarından her geçen gün arınıp bir sanat mahallesine dönüşmekte olan Asmalımescit’de.
Ben de ona hemen sevdiklerimi tanıştırdım:Nevin İşlek,Mehlika Baş,Melih Özuysal,Cânan Ünal Akın.
Küresel saldırı izin verirse,el ele güneşe yürüyeceğiz.
*
Küresel saldırıysa gittikçe amansızlaşıyor;meğer ne büyük kıskançlık yaratan topraklarda yaşıyormuşuz!
Burada biz değil de bu uygar(!),insan haklarına eksiksiz saygılı (!),sözün gerçek anlamında halk yönetiminden yana (!) Hıristiyan uluslardan biri yaşasaydı,kıskançlık ve ele geçirme hırsı aynı ölçüde büyük olur muydu acaba?
Onu bilemiyoruz,ama bugünkü durum tabak gibi ortada;aslında uyutma ağı denmesi gereken iletişim araçlarıyla yayılan duman o kertede ki,hemen hemen bütün gözler kör,bütün kulaklar sağır.
Siyasal örgütlerden yana hiç umut yok,iki büyük kümeleşme kesinlikle Amerika ve AB yanlısı;karşıt olanlar un ufak,tek bir sözcük uğruna birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır.
Geriye tek sağlam,çağdaş örgüt kalıyor:Ordu.
Ancak,onun üst düzey komutanları da,zaman zaman yineledikleri itricaya karşı olma,laikleği,Atatürk Cumhuriyeti’ni koruma-sürdürme kararlılıklarına karşın,AB’ye uyum yasaları (?) bahanesiyle temel kurumlar ve yapılar birer birer teslim alınırken hiç sesleri çıkmıyor;oysa Erol Manisalı,Çetin Yetkin,Doğu Perinçek gibi yazarlar sabırla,inatla kimsenin bizi bin yıl sonra bile AB’ye almayacağını,hem de oradaki yetkili sözcülerden alıntılarla yazıyorlar.Peki üst düzeyli komutanlar bunları okumuyor mu?Aşılan kırmızı çizgilerle yitirilenler ne zaman,nasıl geri alınacak ve güzelim Anadolu halkına yine neye patlayacak?
Bu olumsuz koşullarda, ne zaman ve nasıl geleceğini bilmediğimiz rahat,güzel günlere inanmayı sürdürebilmek için elimizde Mustafa Kemâl’den başka dayanak,sığınak yok.
Çalışkan dostlarımdan Metin Aydoğan,Müdafaa-i Hukuk’un son sayısında,Müdafa-i Hukuk Zamanı başlıklı yazısında,Kaynak Yayınları’nın bastığı Hakimiyeti Milliye Yazıları’ndan bir alıntı yapmış.Aktarıyorum:

“İstiyoruz ki,bütün uluslar gibi,biz de bağımsız olalım.İstiyoruz ki;kendi evimizin sahibi,kendi cebimizin hâkimi,kendi yaşamımızın,kendi namusumuzun sorumlusu biz olalım.İstiyoruz ki,yeryüzünde zulüm kalmasın.Uluslar arasındaki düşmanlıklar kalksın.Dünyaya egemen olan kapitalizm illeti,bir daha doğrulmamak üzere uyusun...İşte,bugün içinde bulunduğumuz savaşımın bizce tek anlamı.Bu amaçla eyleme geçtik.Bağımsızlığımız ve varlığımız için,emperyalizme karşı dünya ve yaşam devrimi uğrunda,ezilmekten kurtulmuş yeni bir döneme doğru yürüyoruz.Giriştiğimiz iş;büyük,ağır ve o oranda şanlı şereflidir.Görüyoruz ki,kendimizi kurtarmaya uğraşmak,bütün dünya uluslarının milyonlarca cephesinde çarpışmak gibidir.Yapılacak iş o kadar büyüktür ki,bunun karşısında ruhların yüce bir coşkuyla titrememesi olanaksızdır.Bizim kurtuluşumuz,dünyanın kurtuluşu demektir.Ve bütün dünya şu uğursuz emperyalizmin zulmünden kurtulmadıkça,bizim yaşayıp rahat etmemiz olanaksızdır.” (15 Temmuz 1920.)

Bu güzel ülküye yalnız Atatürk’ün,Türklerin henüz çıldırmamış,satılmamış olanlarının dört elle sarılması yeter mi?
İnsanlık tarihinin en gerçekçi toplumsal kuramına,toplumcu öğretiye inandıklarını öne sürenler sömürücülerin,ezicilerin arabasına binmiş giderken bu savaşı tek başımıza biz nasıl kazanabiliriz?
Yitirilecek savaş yalnız Anadolu halkının varlığını mı tehlikeye atacak?Öbür topraklarda oturanların bilmem neresine allı kınalar mı yakılacak?
Bakalım bu can alıcı soruyu hep birlikte nasıl yanıtlayacağız.
*
Sorunun yalnız insanlar değil,bütün canlılar,onlara bağlı olarak da cansız saydıklarımız için olumlu yanıtlanabilmesi için emek verenlerden Cengiz Özakıncı son kitaplarını yolladı dün.
Büyük bir coşkuyla bastığı yazdığı önsözden anlaşılan Emin Değer’in önemli yapıtı Oltadaki Balık Türkiye’nin,Cumhuriyetimizin 80.Yılı’na armağan 8.basımı;balığın başına çuval geçirilişinin öyküsünü anlatan,Ahmet Erimhan’ın Çuvaldaki Müttefik’i;Ümit Sarıaslan’an,hani şu 10.Yılda göğsümüzü şişire şişire övündüğümüz demir ağlardan nereye geldiğimizi belgeleyen çalışması Demir Ağlardan Örümcek Ağlarına’sı;Haldun Çancı’nın,sömürgeleşme tuzağına bile bile düşürülen Yavruvatan Kıbrıs’ın tepsi içinde sunuluşunu anlatan Küresel Süreçte Türk Dış Politikasının Yeni Açılımları:Orta Asya ve Kafkasya adlı kitabı.
Hani benim bilinçli bencillik adını verdiğim aydınlığa ulaştıracak vazgeçilmez kılavuzlar.
Cengiz’e,Otopsi Yayınları’na yürekten alkış.
*
Bu karamsar ortamda,küçük bir soluk almak,ağzınızın tadını azıcık yerine getirmek isterseniz,Nilgün’ün Yeşim’den öğrenip beni götürdüğü sıradışı bir aşevinden söz edeyim size:Kadıköy Çarşısı’ndaki Çiya.
Çiya,Kürtçe Dağ demekmiş;Güneydoğu-Van yöresinin anlatılmaz sebzeleriyle yapılan tadına doyulmaz sağlık kaynağı,lezzetli yemekler,tatlılar.
Yaşamının,varolmanın anlatılmaz,eşsiz tadını anımsamak istiyorsanız,hemen koşun;bir deniz yolculuğu ötenizde.

Yurdumuzun yetiştirdiği en nitelikli insanlardan Üstün Korugan da küresel çürümeye kurban gitti.Bu beslenme,doğru yaşama,yaşamı sanata çevirme ustası,hem de hani şu G 8’lerden birinde kaptığı mikropla düpedüz Niyazi oldu!
Yeryüzündeki insanlar,dahası bütün canlı-cansız varlıklar için hiç umut verici bir belirti değil.
*
Nato Zırvası dolayısıyla İstanbul halkına yaşatılanlar da bunun doğrulayıcısı zaten.Diyelim ki 10 000 yıldır insanlık,uygarlık adına biriktirilmiş bütün değerleri ayıklar altına alan,kuz buz edenler,olanca küstahlıklarıyla saldırganlığı,yıkıcılığı,kıyıcılığı sürdürme andı içerken,Atatürk’ün sunduğu koltuklarda oturanlar,hem Anadolu,hem de dünya halkları açısından tam anlamıyla bir hiç uğruna,uşaklık,yılışıklık ediyorlar.
Ama onlar öyle de,insanlığın bulabildiği en soylu,en yaşatıcı ülküye,toplumculuğa sahip çıktıklarını öne sürenler bizimkilerden ayrı bir şey mi yapıyor?
En azgın yıldırmacı devletler bütün dünyayı kan gölüne çevirirken çıtları bile çıkmıyor.
Eh,bu durumda başımıza geleceklere şaşma hakkımız kalmıyor.Çünkü Osmanlı halkının padişahlarına söylediği anlatılan sözün gittikçe daha acıklı biçimde uygulanması kaçınılmaz gözüküyor:
Zulmün artsın Padişahım!
Dünyanın bütün zalimlerinin zulmünün akılalmaz boyutlara ulaşacağına hiç kuşkum yok;eytişim gereği,o dalganın altında hep birlikte can vermezsek,bakarsınız toparlanmamıza yarar bu.

Adam Sanat, Ağustos 2004, s.223

1 Temmuz 2004 Perşembe

MEHMET ÖZ’ÜN SÖYLEYEMEDİKLERİ

Tülin Sertöz’ü bana sinema-sanat yoldaşım Mehlika Baş tanıttı,çektiği bir belgeseli haber vererek;belgeseli izledim,kasete çektim.Sonra üzerinde dura dura yeniden izledim.
Belgeselde tanıtılan kişi,Mehmet Öz adlı bir cerrah;insanların yüreklerini ya da damarlarını değiştiriyor.Babası Mustafa Öz de cerrahmış;bütün çocuklarını okutmuş bir köylünün oğullarından biri.İşin başında,çocukları olduğunda,150 lira aylık alıyor;tek odalı,tek yataklı bir evde yaşıyorlar;Mehmet ancak aralarında yatıyor,başka yatak yok.
Sonra sanırım Amerika serüveni;epey sıkıntılı geçen yılların ardından,şimdi artık bilmem kaç dönümlük bahçeli bir evde oturuyorlar.Ayrıca İstanbul’da deniz kıyısında bir yalıları da var.
Mehmet belli ki çok çalışkan,çok hırslı;her alanda birinci olmak istiyor,çoğu kez de olmuş.
Cerrahlık yaparken,insanı,yaşamını da düşünmüş,düşünüyor;insanlara değmek istiyor;bunun için yoga yapıyor,Batı tıbbının dışındaki sağaltım yollarını da merak etmiş,incelemiş.
Kimi zaman karşıma öyle hastalar geliyor ki,daha yürekleri durmadan ölmüşler;en küçük bir merakları,yaşama sevinçleri kalmamış,diyor;tepeden tırnağa haklı.Ben yüreklerini değiştirdikten sonra,yaşama daha sıkı sarılmalarını,bir amaç uğrunda koşup savaşmalarını istiyorum;bunu başaranlar daha sağlıklı,daha mutlu oluyor,diye ekliyor.
Ah talihli Mehmet ah!
Senin şimdi günde bilmem kaç saat çalışarak kaymağını yediğin ülke,onun başındaki bir avuç gözü dönmüş-doymaz canavar bütün dünyayı,üzerindeki insanları öyle bir duruma düşürdü,düşürmeyi sürdürüyor ki,bu söylediklerin sözün gerçek anlamında kandırmaca!
İnsanlar usa gelecek gelmeyecek bombalarla kavrulurken;sağ kalanlar çöplüklerde bir lokma ararken amaç,merak sözkonusu olabilir mi gözümün bebeği?
Yoga yapmak,doğabilimdeki son buluşları bilmek yeter mi bugünü mutlu,yarını umutlu kılmaya?
Bak ne diyor senin sanırım hiç dinleyemediğin bir halk türkümüz:
Yüz yıl sel gelse oymaz
Bir gün gam oyan yeri.
Mehmet de,anası babası da insan kardeşlerinin gamlarını yoketmeyi hiç düşünmemişler galiba;hem onlara,hem hepimize ne yazık!
*
Can dostlarımdan Mehtap Kardaş,son çalışmalarını Ürün’de sergiledi;Günay Pesen’in çalıştırdığı galeriye açıldığından beri bir türlü gidememiş,sevgili öğretmenim Mehmet Pesen’inki de aralarında,hiçbir sergiye katılamamıştım;kısmet Mehtap’aymış.
Mehtap’ı Bakraç Taksim’deyken açtığı sergiyle tanımıştım;o günden beri içten bir sevgi saygıyla bağlıyım.Bu kez çalışmalarına daha yakından,daha dikkatle baktım;minyatüre kendi aydınlık,çağdaş kişiliğini yansıtmış.
Ürün,sözün gerçek anlamında bir bahçe köşesinde;benim yazı çıkana dek korkarım yolunuz düşmemiş olacak;ne yazık!o sıradışı resimleri göremeyeceksiniz.
*
Sevgili Adnan Binyazar,Can Yayınları’nın bastığı Ölümün Gölgesi Yok’u yollamış.
Adnan’cığım yine yaşamından yola çıkmış,bu kez canının parçası Filiz Binyazar’ın yıldızların arasına dönüşünü ele almış;şöyle bir karıştırdım da,sanırım en tutkulu,en acı şiirini yazmış.
Duyarlı,içten şiir sevenlere duyuruyorum.
*
Mehlika Baş’la filmleri,baleleri paylaşmaya sonunda başlayabildik.
Geçen gün ona Béjart’ları,Roland Petit’leri çektim;ve Roland Petit’nin “Proust’un yapıtıyla yaşamından esinlenmiş” baleyi çekerken,üstünde dura dura,dikkatle yeniden izledim:Proust’un bildiğiniz özelliğinden dolayı,hem ayrı,hem karşı cinsler arasındaki seviyi,tutkuyu yansıtma biçimine tam anlamıyla hayran kaldım.Bu kadar soylu,arı,yüce sevi şiiri az gördüm.
Bale seviyorsanız,Béjart’la Petit’nin yapıtlarını mutlaka edinip kendinize şölen çekin;o arada ya bir çanak taktırın,ya da Digitürk’e abone olun;bu iki büyük ustanın yapıtları orada gösteriliyor çünkü.
*
Antik Galerisi yine önemli bir sergi düzenledi:Burhan Uygur’a Saygı.
Tevfik,iyi bir çalışmayla,doyurucu bir güldeste derlemişti;tek eksik Vesile’ydi;neden gelmediğini,gelemediğini sormadım;ayrıca Cihat Aral,Yusuf Katiboğlu gibi Burhan dostları da yoktu.Ama böyle bir dünya oldu,herkesi,her şeyi bir araya getiremiyoruz.Ne yazık!
*
TRT,bilmem kaçıncı kez,Baba’yı gösteriyordu geçen akşam.
Özellikle Marlon Brando,Robert de Niro gibi yetenekli oyuncular yüzünden bayıldığımız filme gelip geçerken baktığımda,hep:Aile,ailenin onuru,öç,hesabını görme sözleri ediliyordu.
Tıpkı ünlü sığırtmaç filmleri gibi,bu kıyım filmlerinde de Hollywood,dolayısıyla Pentagon,temel öğretisini durmadan yinelemiş,beyinlere çakmış:Amerika’nın çıkarlarından,o arada Corleone Ailesi’nin çıkarlarından daha üstün bir şey yoktur;dolayısıyla,bu uğurda her şey,herkes harcanabilir,harcanmalıdır!
Ee,o zaman bizim gibi saftorikler neden hâlâ şaşıyor acaba kafalara çuval geçirilmesine,kurşun sıkılmasını,yapılan bin bir türlü işkenceye?Düzen’in mantığı bu değil mi?
Güney ya da Kuzeydoğu’daki töre öldürümleri korkunç,ilkel! Ama Corleone Ailesi’nin bitip tükenmeyen kıyımı onur!
Afiyet olsun hepimize!
*
Irak’ta,Filistin’de kan gövdeyi götürüyor,dünyanın öbür iki devinden,hem de sözümona solcu,devrimci (?) devinden,Çin’le Rusya’dan tıs yok!
Geçen gün iletişim ağından son İsrail kıyımının görüntüleri geldi;tamam,ben de göreyim elbet;ama kimsenin bunları Moskova’daki,Pekin’deki uyuyanlara,bile bile susanlara ulaştırmaya gücü yetmiyor mu acaba?Ya da bizim kablolu yayındaki gibi,geldikleri anda herkes uzun mu zıplıyor?
İnsanlık,bu hâliyle canlı kalmayı hak etmiyor!
*
Gözümden kaçmış,Nilgün Şarman getirdi,okudum;Hürriyet gazetesi,Maltepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin liseli gençler arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını özetlemiş:neyi merak ediyorlar,nasıl yaşıyorlar,nasıl giyip eğleniyorlar,ne kadar harçlık alıyorlar,tasarıları ne?
Buna göre,günde 3-4 saat çalışıp ortalama 200 yoklama sorusu çözüyorlar.Öğretmenlerini kendilerini geliştirmemekle suçlayıp yaşlanmış buluyorlar.En çok spor(%27,6) en az belgesel(%l6.8) izliyorlar.En çok müzik dinliyor(%60.5),televizyon izliyor(%30.2) ya da spor yapıyorlar(%22.5).%82’si köşe yazısı,%55’i spor sayfası okuyor.Batılı klasik yapıtları ancak %2.7’si okuyor;ünlü Türk yazarlarına yılda 1-2 kez vakit ayıran %62.%58’i ekinsel-bilimsel yayınların kapağını bile açmıyor.%62’si ezberci eğitimden yakınıyor.Uğraşlarını öncelikle kendileri seçmek istiyor.%4.7’si e az bir kez uyuşturucu kullanıyor.Aralarında ruhsal çöküntü geçiren %35.
Resmi ve söyledikleri yayınlanan gençler arasından yalnız ikisi siyasetle ilgili soruya yanıt vermiş;Işık Lisesi’nden bir oğlan,kedisini en çok Recep Tayyip’le Doğu Perinçek’in güldürdüğünü söylüyor.
Ne acıklı değil mi? Birinci,bütün geleceğini karartan masallar anlatıyor,delikanlı gülüyor;ikinci,başına geçirilen karartma çuvalını çıkarmaya,ona oynanan oyunları göstermeye çabalıyor,ona da gülüyor:eh,demek ki güle oynaya köleleşecek!
Bu delikanlı mikrobiyoloji okumak istiyor,hele Kanada’da olursa kaymaklı kadayıf sayacakmış.
Siyaseti daha ciddiye alan,dahası başbakan olmak isteyen bir İmam Hatipli delikanlı;henüz kimseyle öpüşmemiş,e çok cep telefonu alınınca sevinmiş,derslerini,ailesini,dinini önemsiyor.
Bu genç daha alçakgönüllü,burada,hukuk okumayı tasarlıyor.Bitirip meclise girerse,sıradışı bir kilimli islam savunucusu olur
Demek ki küresel sığlaşma bütünüyle gerçekleştirilmiş!Ne kadar sevinsek azdır!
*
Siz de benim gibi saptıyor musunuz bilmiyorum,1989’da Berlin Duvarı’yla birlikte SSCB’nin çöküp dağılışından beri,başta Amerika,anamalcı-sömürücü dünya Marx’ı,Engels’i,Lenin’le Mao’yu rahat bırakır oldu;buna karşılık,AB’ye katılışımızın kurumsal ve kuramsal olarak geri çevrildiği günden bu yana,ülkemize gelen irili ufaklı bütün sözcü ve gözcüler,başbakanlar,kıçbakanlar,örgüt başkanları,arabulucular,arabozucular tek bir kişiye sürekli saldırmaktalar:Mustafa Kemâl Atatürk.
Hangi gerekçeyle olursa olsun,hangi konuda öğüt vereceklerse versinler,birinci istek ve koşulları:”Atatürk’ün ve öğretisinin artık tarihe gömülmesi”.
Üstelik gelenler değişik uluslardan,değişik siyasal görüşlerden ve örgütlerden de olsa,tek bir merkezden (hangisi acaba?) buyruk almışlar gibi,hiç aksatmadan bunu istiyorlar.
Düşünüyorum da,en az iki yüzyılın korkutucu simgeleri Marx’la Engels’i bile bir yana bıraktıkları hâlde,neden Atatürk’e böyle amansızca,hırsla saldırıyorlar?
Oysa Atatürk,o iki ünlü kuramcının,ya da Moskava ve Pekin’deki uygulayıcıların tersine,sınıfsal bakışı aşmış;bütün insanları,insanlığı,dahası canlı cansız bütün küresel varlıkları kapsayan koruyucu,kollayıcı bir sevgiyle kucaklamıştı dünyamızı.Demek bütün öbür öğretilerden,kuramlardan daha tehlikeli bu:ya tutarsa,ya insanlar kafalarına sokulmuş,bin bir hünerle ayakta tutulmaya çalışılan düzmece masallardan kurtulur,ırk,renk,din,ulus,sınıf ayırımı gözetmeden kucaklaşmaya kalkarlarsa? Silahlar,savaşlar,uyuşturucular kime satılacak o zaman?
Demek ki Mustafa Kemâl Atatürk’e sımsıkı sarılmak,ülküsünü,özlemini gerçekleştirmeye çalışmak yalnız bu topraklardaki insan-barışseverlerin değil,bütün dünyadakilerin görevi olmak zorunda.
Bakalım bu sınavdan nasıl çıkacak onca uygarlığın kalıtçısı Anadolu halkı ve bütün insanlık?
*
Liseli her şeyi birbirine denk genci kıkır kıkır güldüren Doğu Perinçek’in dergisi Aydınlık’ın bu haftaki sayısı da,her zamanki gibi,insanı hüngür hüngür ağlatacak yazılarla doluydu.
Perinçek’in başyazısı,yurdumuzdaki korkunç bir hukuk utancasına değiniyordu:yakından izleyenler biliyordur,İşçi Partisi’nin yayın örgeni Ulusal Kanal,2003’ün Eylül’ünden beri,kablolu yayından atılmış durumda;yürürlükteki bütün yasalar,arada verilen bütün yargısal kararlar göz göre çiğnenerek,kanala hakkı verilmiyor,kablolu yayına döndürülmüyor.
Doğu,bunları bir kez daha özetledikten sonra,yürütmenin baskısıyla hukuku,adaleti ayaklar altına almaya razı olan Ankara’lı yargıçları (?) görevden çekilmeye çağırıyor.Daha çok çağırır!
Hani öyküyü bilirsiniz:haksızlık yapmaya kalkan astığı astık kestiği kestik buyurgana sıradan yurttaş demiş ki: Berlin’de yargıçlar var!
Hayır,orada da yok artık.Kanıtı mı?Bize her gün insan hakları,demokrasi dersleri veren Almanya’da,90’lı yılların sonlarından bu yana,bütün hukuk kurumlarının,yargıçların,savcıların gönüllü işbirliğiyle,bizim dini büsbütün örgüt ve kişiler şu anda işbaşında bulunan parti yararına camilerde,kahvelerde çuvallar dolusu para toplamış;size faiz değil helâl kâr payı vereceğiz demiş;sonra yurt içinde gözümüzün önünde batırılan bankalar gibi, marklar,eurolar buharlaşmış.
Dergide bunun da belgeleri var;ama ne Berlin’de,ne Ankara’da yargıç kalmadığından,hesabı dünya ötesi yargıya kalmış!
Küresel mafyalaşmanın boyutunu görüyorsunuz değil mi?
Bu çürümenin sürebileceğine,bu korkunç bataklıkta canımızı koruyabileceğimize soyguncular yürekten inanıyorlar elbet;peki ya siz?


Adam Sanat, Temmuz 2004, s.222

1 Haziran 2004 Salı

“TUBUŞ”

Tanıdığım en yumuşak insanlardan biri, Tûba İnal’dır;oysa,en sert gereçlerle,taşla,mermerle,demirle boğuşuyor:yontucu.
80’lerin başlarında Asmalımescit’te tanıştığımızda,bugün İsmail Şimşek’in küçük kahvesinin bulunduğu sokakta,bir evin giriş katındaki odada başladı özdeğe güzel biçim vermeye;şimdi İda Dağı’nın Midilli’ye bakan yamaçlarında sürüyor arayışı.
Zaman zaman köyünden arardı,yumuşacık,şırıl şırıl sesiyle;bu kez unutmuş,ya da sesi değmemiş:Kare’deki sergisinin açılışını haber veremedi;ben de sonra gidip gezdim.
Bu,hem Kare’nin taşındığı yeni yeri ilk görüşüm oldu,hem de yıllar sonra Tûbacığımla yeniden kucaklaşma;doğrusu büyük sevinç duydum:bilmem hangi çağda,hangi yanardağdan fışkırmış kızıl-kahve mermerleri,çeşitli aygıtlarla anlayacakları dilde ninniler söyleyerek öyle yumuşatmış ki,kaymağa dönüşmüşler.
Hem onu,hem galeriyi sevindirecek kadar ilgi görmüş,üstelik yurdumuzun hallaç pamuğu gibi atıldığı günlerde;göremediyseniz çok yazık olmuş doğrusu!
Tûbacığım,gülüşünün bu doyulmaz yansımaları sürsün canım!
*
Ravelli Sanat Galerisi’nden,Nadide Akdeniz’in sergisini haber veren bir çağrıyla bir kitapçık geldi;Nadide Hanım kendine özgü bir dünya oluşturmuş,Dönence Ormanlarındakilerden esinlenmişe benzeyen bitkiler,masal hayvanları,aralarında çağdaş yaşamdan öğeler,giysiler,kadehler,başı kolu kesik mankenler,kediler,pabuçlar.Kendine özgü bir evren.Ne mutlu ona! Şimdi kendine özgüye ulaşabilmek o kadar zor ki!
*
Kendine özgüyü yakalayabilmiş bir talihli de Mehlika Baş;bin bir renkli,tertemiz bir masal dünyasında,baş köşeye de,her köşeye de kedileri serpiştirdiği yapıtlarını Beşiktaş’ta,Girgin Galerisi’nde sergiledi.
*
Koskoca bankalar,bilmem hangi AB yeliyle,onca yıllık galerilerini kapatır ya da tanınmaz bir kılığa sokarken,Fatma Ekeman’la annesi sevgili Mekşûfe Ekeman,Teşvikiye’nin bir kuytu sokağındaki adına yakışır Oda’da “Suyla Renk Verenler”e kucak açtı:Ahmet Fazıl Aksoy,Betül Aydıner,Ruzin Gerçin,Ahmet Öğreten,Zeynep Sarıoğlu,Ayhan Türker,Nükte Uğurel ve Nicole Zado suluboya çalışmalarını sevenlere sundular;alçakgönüllü,içten,yine her birine özgü işler.
Ekemanların da,onların da yolları çiçekli olsun.
*
Aslında son derece yaşamsal,yazgısal günler,olaylar yaşıyoruz,ama can gözümüz kör,can kulağımız sağır olduğu için,büyük çoğunluk hiçbir şeyin ayrımında değil;olanlarsa,hep birlikte bindirildiğimiz hızlı treni durdurma gücünden yoksun:hep birlikte şimşek hızıyla uçuyoruz granit dağa doğru.
Değerli bir dostum yine çok uyarıcı bir ileti yolladı;son kez 1923’te,sayısız insanın kanı canı pahasına son anda geri alabildiğimiz yurdumuzun can evinden pençelerini hiç çekmemiş azgın sömürücü-buyurucuların içerdeki uşakları aracılığıyla yürüttükleri dinci yapılanma ve örgütlenmeyi anlatıyor.
Öteden beri en çok özlediğim,beğendiğim yöntem uygulanmış bu iletide:somut sayılar,bilgiler verilmiş,ya da anımsatılmış.Şimdi bunlara bir göz atalım.
İlk İmam Hatip Lisesi’ni,Köy Enstitülerini de önce açıp sonra kapayan İsmet İnönü açmış,1949’da.
Menderes,51-59 arasında,ancak 19 tanesini açabilmiş-daha acemiydi besbelli!
27 Mayıs’tan sonra işbaşına getirilen İnönü,62-63 arasına 7 açılış sığdırmış.
Demirel,ilk gelişinde,65-71 arasında,49 yuva kurmayı başarmış.
Ecevit,hani şu kadayıfın Ortasının Solu kavramını yürürlüğe koyan şaşmaz,sapmaz,yılmaz laik demokrat Ecevit,ilk koltuğa kuruluşunda tam 29 kez yumurtlamayı bilmiş.
Demir yürekli köy çocuğu,ikinci gelişinde,75-78 arası,28 çift sarılı yaratmış.
Aldı Ece,78-79 ıkınması, 4 tanecik.
Ardından en Atatürk’çü darbeciler;folluğu bir güzel kurtarmışlar bitlerden pirelerden;tertemiz yuvaya Özal çöreklenmiş:84-89 arası,tam 90 kez maşallah!
Ülkemizin en Mutlu başbakanı,90-92 arasında,ustasına yakın bir başarıya ulaşmış:23.
Sağcıların bir tek sineği bile öldürmediğine bütün gövdesini basan yenilmez yutulmaz Amca Bey,92-94 nöbetinde azıcık çekimser davranmış:12.
Gözünün sivri bebeği Çilli kızı,babasını ancak bir sayıyla geçebilmiş 94-95 arasında:13
Sonra yürütmenin başına gelenler,95-97 arasında,onların açığını bol bol kapatmışlar:74.
Truva,boşuna bu topraklarda yaşanmamış elbet:bu kurnazlığa akıl edenler onu akıllarından bir an çıkarmamışlar yüzyıllardır;ve Mustafa Kemâl’in dışında,uykuda bastırılanlar bir kez bile oyunu bozmayı başaramamış.
Truva Atı bu kez yeşile boyanmış olarak salındı içimize;en allı pullu,en sevecen,en sümüklü lâflar eşliğinde;zaman zaman bunların dışındaki sözler de yansıdı gazetelere,televizyonlara;ama koskoca Anadolu halkını yılan gibi kıvır kıvır oynatmaya karar vermiş olanlar,zurnalarıyla:”Yoo,hayır,bu görüp işittiklerinize inanmayın;bunlar düzmece” havasını çaldılar:görünüş,havanın tuttuğu.
Şimdi bu yeşil cübbeli,yumuşacık sözlü,gözü yaşlı örgütlenme bakın nasıl donanmış:
167 yayını;2561 derneği;316 vakfı;1757 dershane ve okulu;578 pansiyon ve kursu;178 tecimsel kuruluşu var.
2003-2004 öğretim yılında,536 İmam Hatip Lisesi’nde,16.000 öğretmen çalışıyor,105.000 öğrenci okuyor.
24 İlahiyat Fakültesi’nde 823 öğretmen görev yapıyor,9970 öğrenci okutuluyor.
Lise öğrencilerine sormuşlar,okulu bitirince nerede görev almak istiyorsunuz diye,yanıtlar şöyle:
Ancak %20’si dinadamı olmak istiyor;%37,7’si kamu yönetiminde çalışmayı,%28,2’si de özel kesimde iş bulmayı umuyor.
Bunlar yalnız eğitim alanındaki saylar;uzantısını,dallarını budaklarını,hem genel hem yerel seçimlerde dinci yapılanma ve örgütlenmeye dayalı yaşamı savunanların oylar gözünüzün önünde,görmeye razı olursanız.
Bir tek,Atatürk’ün ordusundan kimi komutanlar,zaman zaman:Türkiye,bir İslâm Cumhuriyeti değildir,olmayacaktır;o, demokratik,laik bir hukuk devletidir,öyle kalacaktır diyebiliyor.
Truva Atı’nın sızma derecesini,yaygınlığını gözünüzün önüne getirirseniz,bu sözün tutulmasının Anadolu halkına yine büyük acılara,sayısız cana patlayacağını kestirmek çok kolay.
Bütün varlıkların en doğal,evrensel hakkının,evrenin bütün öbür öğelerine bağlı,bağımlı kalarak yaşanacak görece özgür,mutlu,sağlıklı,bilgili bir ömür sürme hakkının nasıl bir cehennem kazanına daldırıldığını;sonra insanlara dönüp,hadi gidin,sıkıysa onu oradan alın dendiğini görebiliyor musunuz bilmem?
Ve bu,canı da içinde,hiçbir şeye sahip olamayacağını unutmuş;geçici varlıklar olarak bize bırakılanın yalnız duyularımızla algılayacağımız,beynimizde canlandıracağımız coşkular,hazlar olduğunu hiç öğrenmemiş,bundan sonra öğrenemeyecek bir avuç doyumsuzun yüzünden böyle.
*
Meral Abasıyanık,Mehlika’nın sergisinde,yaklaşan film şenliğini sordu,ardından,oynamakta olan,görüp beğendiği İnci Küpeli Kız’dan söz etti;hemen koştuk Nilgün’le,ve değdi.
Bu,nicedir yokluğunu çektiğimiz bir insan filmi’ydi:insana benzeyen bir ressamın,Wermer’in yaşamından bir kesit aktarıldı.Eve hizmete gelen bir genç kız,sıradan bir hizmetçi değil,bakmayı, görmeyi biliyor;sanatçının resimlerine bakarken ev halkının,yapıtları satın alan adamın bile göremediği şeyleri yakalıyor;ressam da bu yetiği algılayınca,sessiz,gizli bir ilişki doğuyor.Bu alışveriş,sonra boyaları birlikte karmaya,giderek resimlerden birine örnek olmaya dönüşüyor;yüz çizilip boyanırken,ressamın gözü,kulağın boş kaldığını saptıyor;küpe gerek;nereden alınacak? Eşin çekmecesinden.Ve buna,günlük yaşamın akışı içinde,en aykırı gözüken kişi,kızın annesi aracılık edecek.
Bu küçük gerçek ayrıntılar,hizmetçi kızla ressamın bakışmaları,küçük dokunuşları,kulakta gözyaşları içinde küpe deliğinin açılışı,kısacası her şey ince,duyarlı,ölçülü bir şiirsellikle çekilmiş,oynanmıştı.
Ne yazık ki yönetmenin,öykü yazarının,oyuncuların,kısacası emeği geçen insanlardan hiçbirinin adını saptayamadım;olsun! Gerçekleştirdikleri soylu yapıta gönül borcum yerli yerinde.
*
Dostum Mehmet Kıyat’ın çok güzel bir geleneği var:her mevsimin son iki sergisini Mustafa Ayaz’la Adnan Turani’ye ayırıyor.
Bu yıl da öyle yaptı;Mustafa Ayaz’ın sergisine gittiğimde, serginin dışında,ek armağanlar hazırlamıştı:eliyle yaptığı küçük bir resim,2002-2003 şiirlerini topladığı Çakmaktaşı.
Sanatı,güzeli kovalamayı kendim için sürdürüyorum,güzel yaşayabilmek,ulaşabildiğim güzellikleri sürdürebilmek için;bunu dışında ikincil çıkar beklentilerim yok.Ama her emeğin,yatırımın doğal,kaçınılmaz ürünleri filizleniyor.Nitekim o gün de,Mehmet’çiğimin dışında,Adnan Turani,Mustafa Ayaz,Ali Candaş,Işıl Özışık ve Sabri Akça’dan da birer sevgi çiçeği düştü kucağımıza;Sevil’le bayram ede ede döndük evimize,ve hemen birer köşe yaratıp gözümüzün önüne yerleştirdik.Onların da sevindirenleri eksik olmasın!
*
Sanırım öğrenciliğinden beri tanıdığım Alev Ermiş Mavitan,Kuzguncuk’taki Harmony galerisinde sergi açıyormuş,çağırdı;geçen yılkine gidememiştim,bu yıl koştum.
Alev,yıllarca,kendi renklerini çağrıştıran alev alev yanan kadınlar çizdi;dediğine göre,kimsecikler dönüp bakmamış ne yapıyor diye;bıkmış besbelli,bu yıl oturmuş,hemen önlerinde duran denizden esinlenip su resimleri çimiş:kıyısında köşesinde hiç insan yok,yer yer ağaçlar var,günbatımı var.Adı,duru,dingin resimler.
Dünyanın,yurdumuzun kargaşasından,karmaşasından yorulmuş sanırım.Şükretsin ki elinde böyle bir sığınak var;olmayanlar nasıl avunsun?
*
Adam’a,Turgay’a uğradığımda,bir paket uzattı,açtım,sevgili dostum Egemen Berköz’ün şiirleri:Unutma.
Yapı Kredi,her zamanki özenli basımıyla,1960-1979 arasındaki şiirleri toplamış;kapakta,Egemen’i olduğu gibi,bütün arılık duruluğuyla yansıtan bir fotoğraf.
Tam bir başucu kitabı,zaman zaman alınıp birkaç şiirle Egemen’in dünyasına dalınacak.
*
Başka bir ozan,Ali Yüce de son kitabı Atatürk Aydınlığını Karanlıkçı Dişler Kesmez’i yollamış.
Bu derginin okurları Ali Yüce’yi eskiden de bilirler elbet,şimdi aralıklarla güzel şiirlerini okuyorlar.
Ali Yüce,18 yaşına dek çobanlık yapmış.Kitabın kapağına koyduğu şu anı yaşamını da,şiirini de özetliyor:
Oğlak çobanı iken,henüz ot yemeyi bile beceremeyen bir oğlak,ağanın ekinine girmişti.Hemen koşup çıkarmıştım.Ama kaşla göz arasında ağa at üstünde yetişip beni kırbaçlamıştı.
Yetmiş yaşıma geldim;çektiğim bütün çileleri,sıkıntıları,acıları unuttum,ama o derebeyi kalıntısının kırbacını unutamadım.Kırbacın kabarttığı boynum hep ağrıyor.Ölünceye dek de ağrıyacak.
Kitapta,bugün Amerikan kırbacı altında çektiğimiz acılar inanılmaz bir ustalıkla anlatılıyor;hemen alın.
*
Film Şenliği’nde Marco Bellochio’nun Günaydın Gecesi’den başka filme bilet almadık;ama sağolsun Orhan beni ayrıca Akbaba ile Chavez’e de çağırdı.
Akbaba’da,70’li yıllarda dünyanın Büyük Abisi’nin,Güney Amerika’daki generalleri düşmez-kalkmaz Bay Kissinger’n buyruğunda toplayıp güzelim insanları nasıl işkence makinasından geçirdiğini anlatıyordu.Üstelik bu çark,sağda solda seçimlerin düzenlenmesiyle,sözümona halk yönetimlerinin başa gelmesiyle,birtakım yargılamalar yapılmasıyla,üç beş asker ya da sivilin cezalandırılmasıyla durmamış,hâlâ bütün gücüyle –gizli kapaklı da olsa – dönüyor.
Nitekim,11 Eylül’de Amerika’nın kurduğu bütün o Anaconda tasarılarını yürürlüğe koymak üzere kendi ikiz kulelerini vurmasından sonra,daha toz duman kalkmadan,şimdiki yönetim kıdemli dolapçı-işkenceciyi getiriyor yıldırmacıları araştırıp soruşturacak yarkurulun başına!
Üstelik yüzsüzlüğe,korkusuzluğa bakın! ABD,aradan belli bir yıl geçince,çevirdiği bütün dolapların belgelerinin yayınlanmasına izin veriyor!Dünyanın geri kalanlarına da bunlar üzerinde sonsuza dek konuşmak kalıyor.
Filmde,yeryüzündeki uluslar arası güvenlik gücü ağının merkezinin Lyon’da bulunduğu da söylendi:dünyadaki,egemen azınlığa göre suçlu,sanık,kuşkulu kim varsa,onlar için burada ayrıntılı dosya tutuluyormuş;ve bu mikropların yakalanması ya da temizlenmesi için ilk buyruk da orada veriliyormuş!Gördünüz mü küreselleşme’yi?
*
Kaynak Yayınları,Orhan Koloğlu’nun Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi’ni basmış;Rauf Denktaş’ın,her saniye bin kez ölerek Türk Dışişleri Bakanı’na:İyi ama,madem egemen değildik,neden bizi tanıdınız,büyükelçi gönderdiniz? dediği;berikinin de kulağını karıştırdığı günlerde okunup ağlanacak bir yapıt.
*
Kimimiz,sevgili dostum Gürdal Duyar gibi,yetenekli doğar,uygun eğitimi alır,yeteneği doğrultusunda çalışıp üretir;ama biliyorsunuz,mutlu olmaya bunlar yetmez,yeteneğinize uygun üretimi değerlendirecek bir ortamda yaşamanız gerekir:Gürdal’ınki,hele bizim gibi simgeyi yasaklamış toplumlarda elbet kolay olmaz.Nitekim olmadı;bir de duyarlılığınız doyum olanaklarından büyükse,büyük ölçüde hapı yutarsınız.
Gürdal’cığım,bu koşullar içinde,hepimiz gibi iyiyi,güzeli,soyluyu aradı;yüce gönüllüydü,bir içki sofrasında,hemen küçük bir kâğıda baş resminizi yapması;ya da çantasından çıkardığı taze çamur parçasıyla baş ve gövdenizi bir saniyede yoğurması işten bile değildi.
Işını eksik olmasın.
Kimimizin yazgısıysa,beklenmedik bir atılımla,epey sonra değişebiliyor.
Sibel Karsan Akkaya bu talihli insanlardan;çevre mühendisliği okumuş,bir süre bu alanda çalışmış;ama sonra dedesinden ninesinden gelme güzeli arama sevdası ağır basmış,toprağı pişirip renklendirmeye girişmiş.
Hobi’de açtığı sergi sözün tam anlamıyla bir renk,biçim cümbüşüydü.Ne mutlu!
Böyle bir talih kuşu da Kâzım Karakaya’nın başına konmuş;ekmeğini başka yerde çıkarırken,bir kitapta Asur yontuları görür,al sana yıldırım sevisi!Kerem gibi dağı delmemiş,ama dağın yanarından fışkırmış kayaları,mermerleri,madenleri ele alıp evcilleştirmiş.Bu büyük tutku ona bütün kapıları açmış,en gerekli yerlerde tamamlayabilmiş temel eğitimini,en sağlam ustanın yanına çırak girmiş.
İş Bankası Parmakkapı Galerisi’ndeki sergisi sevdalı arayışının bir kucak ürününü sunuyordu sanatı sevenlere;ne yazık ki,Gürdal abisi gibi,simge sevdirilmeyen bir toplumun,daha da karalara büründüğü günlerde yürütecek üretimini;Türkiye’ye de,ona da kolay gelsin!
Başka bir halk çocuğu,İsmail Avcı,daha aydınlık ve umut verici günlerde aldığı eğitimin gereğini daha kolay yerine getiriyor;Karsu’daki son sergisinde,sözün gerçek anlamında horoz’lanmaya başlamış;ahh!keşke bu davranış bağımsızlık ve onur açısından bütün topluma örnek olabilseydi!
*
Parmakkapı’ya Kâzım Karakaya’nın yontularını görmeye gittiğimde,İbrahim,o gün Beykoz’da Galeri Geçit’te,Bedri Rahmi İşliği’ni bitirmiş dört dostumun sergi açacağını haber verdi:Birim Bozok,Demet Yersel,Türkân Sılay Rador,Dilek Işıksel.
Keşke bu gibi anlarda hani şu para baba ya da anaları gibi bir helikopterim olsaydı!

Adam Sanat, Haziran 2004, s.221

“AĞLAYAN DEVENİN ÖYKÜSÜ”

Bu filmi bize ressam dostumuz Melih Özuysal duyurmuştu; Çağdaş Sanat Müzesi’ne Fikret Muallâ sergisini görmeye gittiğinde bir de bakmış sinema salonunda gösteriliyor, adı ilgisini çektiği için olacak girip izlemiş, bayılmış, bize de övdü.
Mevsim kapanıp d yinelemelere geçilince Beyoğlu Sineması daha bir dizi ilginç belgeselle birlikte bunu gösteriyordu; Antalya’ya göçmek zorunda kalalı beri İstanbul’un sanat ortamından ayrı düşen sevgili Levent Turgut’u da alıp gittik. Ve bu yılın en büyük ödüllerinden birini kazandık.
Byambasuren Davaa ile Luigi Falorni, Moğolistan’ın Gobi Çölü’nde çekmişler bu inanılmaz öyküyü; uçsuz bucaksız kum çölünün bir köşesinde yaşayan, boyları posları, davranışları, bilgelikleri tamı tamına Dersu Uzala’ya benzeyen insan kardeşlerimiz, koyunları, keçileri, develeriyle yumuşacık bir dünyadalar; hem de doğa koşullarını bütün acımasızlığına karşın. Yüzler hep güleç, ilişkiler sıcacık, birbirlerine de hayvanlarına da inanılmaz bir sevecenlik ve doğallıkla davranıyorlar: çünkü aralarındaki çıkar ilişkisi çok açık, hepimizi dünyanın bilmem hangi köşesinden ölüme ya da açlığa gönderen bir çokuluslu kuruluş ya da banka yöneticisi gibi acımasız olmalarına izin yok; birbirlerini ya da hayvanlarını harcarlarsa, kendilerinin de ayakta kalamayacağını çok iyi biliyor, unutmuyorlar.
Yeni doğan her koyun, keçi, deve büyük bir sevince yol açıyor, çok ciddi, saygılı törenler yapılıyor her doğumda; terslik bu ya, güzelim develerden biri, hem de iki gün sancı çektikten sonra, insan kardeşlerinin yardımıyla bembeyaz bir yavru doğuruyor; ve görmeyince inanılmaz, bu ak tüylü yavruyu benimsemiyor, dışlıyor, emzirmiyor. Süt emmeyince zavallıcık göçüp gidecek, obanın beli bükülecek. Ellerinden gelen her şeyi deniyor, yavruyu anaya kabul ettiremiyorlar; son çâre, müzikçi olacak.
Ama o da deve yolculuğuyla bilmem nerede; görece büyümüş oğlanı yollayacaklar, küçük kardeşi de gitmek istiyor; dede deveyi güdüp güdemeyeceğini sorunca, göğsünü kabarta kabarta: elbet güderim! Diye karşılık veriyor, ve yarım karış boyuyla, bir bakıma görünmez olduğu iki hörgücün arasına yerleşip başlıyor elindeki yuların uzantısıyla hayvana usulca kamçılayıp koşturmaya. Yine inanılmaz bir görüntü: çölün göbeğinde, çoğu çadır evlerin arasında, pek öyle ahım şahım olmayan bir yapıda bir sanat öğretim merkezi! Her yaştan kızlarla oğlanlar yerel dansları şarkıları, çalgı çalmaya öğreniyorlar. Çalgıcı ustanın o ara işi var; ama ilk fırsatta gelecek.
Bizim iki oğlan dedelerine radyo pili aldıktan sonra yeniden yollara düşüp obalarına dönüyorlar; bir iki gün sonra da çalgıcı. Tam da zamanı, çünkü emzirilmeyen, anasından sağılan sütü bir boynuzdan içmeyi de beceremeyen yavrucak gitti gidecek.
Biz merakla bekliyoruz ne yapacaklar diye; adam önce sazını verilen mavi kurdeleyle bağlayıp devenin hörgücüne asıyor; deve acı acı bağırınca çalgının içinde yankılanıyor. Sonra usta sazını alıyor, evin güzel yüzlü genç annesi deveye sokuluyor, başlıyor saz eşliğinde inanılmaz derecede güzel bir şarkıya;kızın sesiyle sazınki, deveninkine şaşırtıcı biçimde benziyor. Bu dokunaklı ağıt sürerken, bir de bakıyoruz, deve,düpedüz ağlıyor, gözlerinden şırıl şırıl yaşlar akıyor. Aynı gözyaşlarını, kendisini emzirmeyen anasının arkasından, güzelim ak yavru da akıtmıştı daha önce.
Şarkının sonunda yavruyu çözüp anasının yanına bırakıyorlar; o zamana dek memesine yaklaştırmayan, bir yudum bile emmesine izin vermeyen ana dönüp yavrusunu kokluyor, yine ince ince bağırıyor; ana yavru, emişerek, birbirine sürtüşerek, bir süre fır dönüyorlar: yanılsamanın yol açtığı kopukluğun bitişi kutlanıyor!
Hey ulu Tanrım! bu ne uygarlık, bilgelik! Öteden beri düşündüğüm bir kez daha doğrulanıyor: insanlar, kendi doruğuna ulaşmış KÖY UYGARLIĞI’nın üstüne kent uygarlığını eklemeye fırsat bulamadan ANAMALCI BARBARLIĞA yenik düştüler.
Nitekim, filmin sonunda, o güzelim insanların cennetimsi yaşamına çanak anten, Amerikan dizileri, çamaşır tozları giriyor. Vah ki vah!
Ancak 2003 yılında bu filmi çekenlere sonsuz teşekkür; Yaratılış ile İmparatorun Yolculuğu’ndan sonra, gerçek bir şölen. DVD’sini bulan hemen alsın, kendini ödüllendirsin.
*
Şakir Eczacıbaşı’yı, pek çok sanatsever gibi ben de önce Sinematek’ten, sonra İstanbul Müzik Şenliği’nden tanıyorum; abisiyle sanatseverlere verdikleri bu paha biçilmez armağanın dışında, her yıl oluşturduğu Fotoğraf Yıllığı içimi şenlendirir.
1965-2005 arasında çektiği fotoğraflardan bir seçkiyi, Milli Reasürans’ta sergiledi; çok ince beğenili işler. Bir ara ortak dostumuz Müfide Çalık’la yan yana geldik, kendi kendine söyleniyordu: Allah Allah, bunlar resim mi, fotoğraf mı? Doğrusu, budan daha güzel övgü bulunamazdı Şakir Bey’in çalışmalarına. Ne mutlu ona, gittikçe çıldıran dünyamızda böyle bir sığınak bulup onu bizimle paylaştı!
Fatma Ekeman, Oda’yı son olarak M.E.V.Dumlupınar, Şükrü Naili Paşa ve Turgut Akan ilköğretim okullarından öğrencilerin resimlerine açtı; öğretmenlerinin önderliğinde, henüz ağır damga yememiş kızlarla oğlanların tertemiz işleri.
Kare Sanat Galerisi de Erhun Şerbetti’nin çalışmalarını kucakladı.

1 Mayıs 2004 Cumartesi

DÜRÜST RESSAMLAR

Cevizkabuğu’na bu hafta Anıl Çeçen konuk oldu;ve şimdilerde sıkça sözü edilmeye başlanan BOP’u (Büyük Ortadoğu Projesi’ni) konuştular.
Anıl Çeçen’i Cumhuriyet’teki yazılarından,daha başka ilerici,cumhuriyetçi girişimlerden tanıyordum elbet;ama doğrusu, son yıllarda rastlayabildiğimiz gerçekten geniş bilgili,tutarlı,dürüst aydınlardan biri olduğunu ancak bu söyleşi sonunda görüp sevindik Sevil’le.
Çeçen,Atatürk’e yakışan bir açık kafayla,başta İngiltere,sömüre sömüre,tepeleye tepeleye yetiştirdiği,şimdiki gücünden dolayı buyruğuna girdiği ABD’nin ve ayrıntılar konusunda itişip kakışıyor gibi görünseler de G8’lrin öbür timsahlarının bugünkü enerji kaynaklarının %70’ini,ilerki kaynakların da %49’unu barındıran Ortadoğu’nun yereysel olarak sınırlarını çizdi;dünyaya egemen olup bütün bu kaynaklara el koymayı kararlaştırmış bu timsahların,bu tasarının tam 500 yıllık sahibi İngiltere’nin gizli öncülüğünde,önce Ortadoğu denince çoğunluğun aklına gelen Mezopotamya havzasına,sonra Balkanlara,Kafkaslara ve elbet Orta Asya’ya koşulsuz egemen olabilmek için nasıl 24 saat 365 gün ince hesaplar yaptıklarını;şimdi de bu hesapları yürürlüğe koymaya giriştiklerini ayrıntılarıyla anlattı.
1919’da o inanılmaz yıldızın,Mustafa Kemâl’in öncülüğünde Anadolu insanının canıyla bozduğu Ön Asya’yı parçalayıp bölüşme tasarısı,bugün,belki ortak sayısını azaltarak, eskisinden daha kararı sürdürülüyor.Mezopotamya havzasıyla Güneydoğu Anadolu,Toros Dağları’nı da içine alarak,onlara göre tarihin temel taşı Büyük İsrail halkına;kısaca Kars yöresi diyeceğimiz Kuzey-Doğu Anadolu ABD’nin denetimindeki Ermenilere;Trakya ve Ege de AB’deki aç gözlülere bırakılacakmış.
Sayın Çeçen ve konuşmaya katılan dürüst,yurtsever kardeşlerimizi son derece önemli ayrıntıları anımsattılar;örneğin,Arafat’la birlikte Nobel Barış Ödülü verilmiş,hem de solcu-toplumcu(?) Şimon Peres,daha 1995’te ,Yeni Ortadoğu diye bir kitap yazmış;Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın paylaşım tasarısını anlatan bu değerli(!) yapıtı,övüne övüne,Milliyet yayınları basmış.
Ee,bugün de Kıbrıs’ı bir an önce verme,sonra Anadolu’nun yukarıda söylediğim gibi parçalanmasını gerçekleştirme niyetlerini gözümüze bakar baka,eldeki ütün iletişim araçlarıyla övmüyor,karşı çıkanları yerden yere çalmıyor mu yerli işbirlikçiler?
Neyse ki zaman zaman ordudan kimi sözcüler,İP,ATO.ADD gibi kurum ve örgütler eldeki bütün olanaklarla bu tasarıya karşı çıkıp artık onurlu bir simgeye dönüşmüş olan Rauf Denktaş’ı destekleme yürüyüşleri,toplantıları,gösterileri yapıyorlar.
Ankara’lı Ayşegül Okay,bir iletiyle,arkadaş sözcüğünün,oklu yalı günlerde,kendilerini arkadan gelecek saldırılardan korumak isteyen Türklerin,sırtlarını bir kayaya yasladıklarını,buna arka taş dediğini,sonra Azeri söyleyişiyle bunun arka daş’a dönüştüğünü anımsattı.
Doğrusu,olasılık-gereklilik ikilisi Rauf Bey’e en yakışan soyadını vermiş:Denk-taş:üstlendiği tarihsel göreve yüzde bin denk bir taş o!
Ve yine aynı ikili,bir zamanların Özal yağcısını alıp uçurdu,bunları,yolu kesilmese Türkiye’yi şimdi işbaşındakiler kadar amansızca soyacak adamın kanalında konuşacak yere getirdi; evrene binlerce şükür elbet:devrimcilikten,ilericilikten soyguncu uşaklığına savrulan yüzlerce,binlerce sülüğe bakınca Hulki’yi ayakta alkışlamak gerekiyor.
Hulki yararlı bir iş daha yapıyor:bu söyleşileri kitaplaştırıyor;demek ki kısa bir süre sonra Anıl Çeçen’in anlattıkları da basılacak;aman çıktığı gün alın,eşinize dostunuza armağan edin:bu kitabı okumadan ulus olarak varlığımızı sürdüremeyiz çünkü!
*
Lodosun İstanbul’u allak bullak ettiği akşam,Nilgün’ü Karaköy’den vapura bindirdikten sonra tünelle yukarı çıktım;tramvay beklerken,her zamanki gibi saçı başı karışık,ama aklı dupduru,apaydınlık dostum Yusuf Katiboğlu çıkageldi yağmurun içinden;Galatasaray’a doğru giderken,şuracıkta sergim var,vakit bulunca uğra,dedi;ben de,küçük bir işim var,sonra birlikte gidelim,diye yanıtladım.
Ünlü ayaktopu kulübüne yakın bir ara sokakta,Sanat Odası adında yeni bir galeri açılmış;daha önce Cihat Burak’ın özgün baskılarını sergilemişler; o günse,bir süre önce asılmış olan Yusuf’un yapıtları vardı duvarlarda.
Geniş merdivenli,geniş tavanlı eski bir İstanbul evinde açılmış galeri.
Yusuf’çuğum,her zamanki bitip tükenmeyen coşkusuyla,sevinciyle hem gösterdi,hem anlattı resimlerini;geçen yıl anlattığı,bir ağacın kovuğunda,kemençesine karışmış bir yarı derviş,ustasından aldığı kâide’yi arıyordu;başka bir resimde,Yusuf’un cin gözleri,dikilmiş,kocaman çizdiği ayaklarına bakıyordu;öbüründe,Yusuf,babasının çalıştığı derme çatma bir tahta iskelenin dibinde,denizin içindeydi.
Soruyorlar bana,senin biçemin yok mu? diye sürdürdü anlatısını;işte bu birbirine pek benzemeyen resimler arasında alttan alta belirgin bir su yürüyüp gidiyor,onun dışında biçem mi olur yahu!
Dürüst,doğru söze ne denir?
Sergiye giderken,yağmur altında,yanımızdan geçip gitmiş bir genç kıza seslendi aloo diye;Almanya’da doğmuş,yarım yırtık Türkçe konuşan bir dilber;bütün dostlukları gibi, öyle doğal,öyle gösterişsizdi ki kızla konuşurken;genç kıza daha başından güven verdiği belliydi.
Dostum olması,büyük talihtir.
*
Bu ay Antik’e Muzaffer İlhan Erdost konuk geldi;Muzaffer,yakın geçmişimizin acıklı bir özeti gibi:70 ve 80 fırtınalarında en çok yara alanlardan.
Onca acının altından,çalışarak,üreterek,yazarak,yayınlayarak kalktı;tin’i kabuk bağlamasın diye savaş alanındaki çadırında,geceleri kandil ışığında roman okuyan Mustafa Kemâl gibi,o da kendini resme vermiş;hem kendini,hem bizi şu acımasız anamalcı dünyanın dayanılmaz görüntülerinden kurtarmak üzere,bin bir renkli bir masal evreni oluşturmuş.
Yolu çiçekli olsun.
*
Başka bir soylu yorumcu da,sanırım Akademi yıllarından beri tanıdığım Jülide;öğrencilik döneminde ilkin güzelliğine,ince uzun boyuna,kaşına gözüne vurgundum;şimdiyse tutarlılığına,dürüstlüğüne,hiçbir esintiye kapılmayışına,kendisi kalma,kendi resmini yapma yürekliliğine;hem de,herkes gibi,dayanılması zor acılar çekmesine karşın.
Kadınlarında,çiçeklerinde,ağaçlarında,aynı yakınmasız,soylu acının koyu renkleri.
Jülideciğim,saygıyla,sevgiyle eğiliyorum önünde.
*
Ankaralı okur-iletişim ağı dostum Ayşegül Okay geçen gün Doğan Cüceloğlu’nun Aralık 2002’de yazdığı bir yazıyı gönderdi;Cüceloğlu bu yazıda,kısaca şöyle diyor:
Ben,Amerika’da 25 yıl kalmış bir insan olarak şöyle bir gözlem yapıyorum.Amerika’da hiç eğitim görmemiş bir insanla aynı odada kalmaktan korkarım.Beş dolar için gırtlağımı kesebilir.Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor.Eğitim yükseldikçe,uygar,olgun,sorumluluk sahibi,verdiği sözü tutan,kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor.İstisnalar kesinlikle olabilir,ama genellikle böyle.Türkiye’ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum.Şehirleşme ve eğitim.Türkiye’de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum.Kesinlikle insafsız,kendinden ve yakınlarının çıkarından başka bir şey düşünmüyor.İliğini sömürür bitirir,hiç acıma duygusu yoktur.Ama şehirleşmemiş,okumamış,saf köylü olarak kalmışsa,onda değerler bilinci çok yüksektir.Sanki eğitilmiş Amerikalı.Burada çok önemli bir gözlem var.Bunun üzerinde düşünmek lâzım.Benim analığım yörüktü.Annem öldükten sonra babam yeniden evlendi.Biz ona anne demedik,Ayşe Teyze dedik.Ben daha on yaşındayım,sapanla vicik dediğimiz küçücük bir kuşu vurmaya çalışıyorum.”Vurma oğlum”,dedi.Ben,sen ne bilirsin Yörük karısı tavrı içinde.”Ne var,parmak gibi küçücük bir kuş” dedim.Analığımın cevabı:”Yavrum! Canın büyüğü küçüğü olur mu?Allah her birine bir can vermiş.Vurma yavrum,günah.”
Bu öğretici yazıda hem dil,hem düşünce açısından birkaç şey gözüme çarpıyor: okumakla eğitim bir değildir,nitekim Yörük kadını eğitimlidir,binlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan evrensel temel eğitimi dolu dolu almıştır;asıl bilinmesi,unutulmaması gerekeni bilmektedir;buna karşılık,gidip 25 yıl aralarında yaşamadım,ama gerek buraya gelenlerinden,gerek bütün iletişim araçlarında gözükenlerinden,yazıp çizdiklerinden,yapıp ettiklerinden çok acı biçimde biliyorum ki, okutulmuş Amerikalılar tam anlamıyla bir insanlık vebasıdır!
Aslında bunun Amerikalılıkla o kadar sıkı bağı yok elbet,bütün sömürücü,anamalcı toplum bireyleri böyle;Avrupalısı da,Türkiyelisi de!
Bir lokma bir hırkayla yetinmeyi bilen,unutmamış olanların hepsi uygar,olgun,sorumlu, özü sözü bir varlıklardır; hepimizi kirleten,yozlaştıran,eğitim diye yutturulup gittikçe daha pahalı satılan şu öğütücü öğretimdir.
Sözcükler aslında mermi kadar öldürücü,altın kadar değerli;yazın emekçilerinin en az hekimler kadar sorumlu davranmaları gerekiyor.
*
Cihangir’de ısıtma-soğutma işiyle uğraşan bir işyeri var,hemen yakınımızda;orada çalışan hanımlar hep birlikte hayvansever:ortak avlumuzda yığınla kedi besleniyor;sokağa bırakılmış sakat köpekler bağra basılıyor.
Bu sabah gazete almaya giderken,bir süredir ortalıkta dolaşan tüyleri gözünü kapatan dişi köpeği,onların dükkânın önünde,arkadaşıma kuyruk sallarken buldum.Bir Alevi sözü var:Doğru geldi isen dosta/öldü isen can bulunur,der.Köpecik doğru dosta gelmişti,hemen benimsendi,okşandı,kedilere dökülmüş mama zaten kapı önündeydi.
Taksim’e gittim,dönüp gazetemi aldım,yürürken sokağın daha önceki sahibi köpekler bu yeni gelenin,ve ondan da sonra ortalıkta belirenin tepesine çullanıp bir süre uludular;sonra koklaştılar,barıştılar,kimse kimseyi parçalamadı.Derken bizim uzun tüylü ısıcının önüne doğru koştu,sonra geri döndü,az önce kendisini pıstıranlara en gür sesiyle havladı,uzun uzun:benim burada ablam var,sıkıysa şimdi gelin bakalım!
Hanım dostum çıktı:Ne havlıyorsun,gel içeri! dedi;hiç aldırmadı,gövde gösterisini sürdürdü.
Bir önyargıyı yıkmak,atomu parçalamaktan zordur diyen Einstein’ın tini çınlasın;hayvan hayvandır,tini de,bilinci de,usu da yoktur diyenler sonyargılarından döner mi acaba?
O arada,bu güzel özdeyişi dile getiren Einstein de zaten,evrendeki enerjinin işleyiş yasalarının temelini özetledikten sonra,Her şeye karşın Zeus vardır diyerek sonyargıyı bozmamıştı!
*
Sevgili dostumuz Azime Korkmazgil,yine sevgilisini anmaya gelmişti;ama bu kez kendine birkaç gün tanımış İstanbul için,belli ki Duygun büyüdü.
Hemen bir iletişim ağcığı kuruldu,sevenleri onu bir yemekte kucaklayacaktı;derken o olmadı,ancak yerine daha güzeli oldu:Gülsen Tuncer-Engin Ayça çifti,sağolsunlar,bir Salı öğleden sonra hepimizi evlerine topladı.
Hemen Galata Kulesi’nin dibinde eski bir evi alıp düzelttirdiklerini biliyordum,ama bir türlü gidip görememiştim.
O gün,Azu’yu kucaklamaya,ressam anne kız Nevin İşlek ile Mehlika Baş da geldi;ve eve gidince ne görelim,yakın zamanda tanışmış olmalarına karşın,duvarları bezeyen güzelim resimlerin büyük bir bölümü bu sevecen insanların!
İkisi de tam gönlüme göreler:dürüst,gösterişsiz,alçakgönüllü.
O akşam karşıda,Günay Pesen’in yönettiği Ürün’de ana kız sergileri vardı;el ele gittiler düğüne,Azu’yu da alarak;doğrusu,sanırımAzimeciğim,bundan daha güzel İstanbul gezisi az yaşamamıştır.
*
Başka bir dürüst nakkaş da canım Melih Özuysal’dır;2000 yılında şimdi artık içinde kumlar kartonlar sergilenen Garanti Galerisi’ndeki sergisinde tanıyıp bağrıma basmıştım Melih’i;Aydın’da doğmuş bu halk çocuğu,günün birinde, ben ressam olacağım demiş,olmuş:okul,öğreti,kuram,ustaya öykünme falan yok;oturmuş ilk günden kendi resmini,Laborit’nin deyişiyle,karıştırıcısı’ından fışkıranları önüne gelen her şeye dökmeye başlamış.
Bir süredir biriktirdiklerini,üstelik daha girişken bir arkadaşının önayak olmasıyla,Ortaköy Belediyesi Sanat Galerisi’nde sergiledi;tam bir içtenlik şöleni.
Elbet çetin,ama nasıl soylu bir yaşamı var!
*
Bir dürüst yıldız da postadan çıkıp geldi:Saim Dursun.
Açılışına gidemediğim sergiyi TVSG’de açmış.
Adını ilk kez okuyor,resimlerini ilk kez görüyorum;ama hey ulu Tanrım! inanılır gibi değil:1959’da Elazığ’da doğmuş bu halk çocuğu da,öğretmenlik eğitimi aldıktan sonra,resme sevdalanmış.Benim yıllardır özlemle beklediğim işi gerçekleştirmiş,kendisi kalarak,yöresinden,köklerinden şu kadarcık kopmadan,evrensel resim diliyle,Anadolu resimleri yapıyor!
Demokritos ona büyük bir armağan vermiş günün birinde:Beyoğlu Belediye Galerisi’nde açtığı sergiyi gezmeye Fransız sanat tarihçisi Vacher Didier gelmiş;resimlere vurulmuş,elinden tuttuğu gibi Fransa’ya uçurmuş;89-2003 arasında orada yaşamış,çalışmış,üretmiş,sergilemiş.
Bayıldım Saim’in bin bir renkli,dipdiri resimlerine!
*
Sinema özlemiyle yanıyoruz ya,geç de olsa günün dillerde dolaşan filmlerinden Barbarların İstilası’na gittik Nilgün’le;Sevil gelmedi,kurtuldu.Fay Hattı gibi,bunun yönetmeni de,usuna diline gelen bütün güncel izlekleri almış,bulamaç yapmış,tepsiye koyup sinemalara sürmüş:kapış kapış yeniyor tezek kurabiyeleri!
*
Yavanlık bu kadar amansız kol gezince,ne yapabilir insan? döner eski incilere sarılır dört elle.Biz de öyle yapıyoruz.
YKY’de Cihat Burak’ı andıktan sonra,büyük bir incelikle,elimize kitap çeki verdiler;hemen aşağı inip kitaba dönüştürdük.Nilgün’le. Sabahattin Ali’lere,Sait Faik’lere,Behçet Necatigil’lere yapıştık.
Şimdi,döndük,yıllar sonra Sait Faik’in öykülerini yeniden okuyoruz;aman nasıl iyi geliyor!
Cihat Burak’la Sait Faik içkievi arkadaşıymışlar;onurlu,soylu,üst düzeyli sanatta da ikizler:güzeller güzeli Sait,iki satırda,iki sözcükte özetliyor dünyayı,şiirini,acısını.Nasıl arıtıcı,nasıl yakıcı!
*
Güzeli,dürüstü yinelemek üzere,tek başıma gördüğüm Julia-Seyir Defteri’ne Sevil,Serpil ve Nilgün’le bir daha gittim.
Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği oynadığı oyun hani şu hepimize havalara uçuran Havana Duruşması,Arturo Ui,Salazon Mavalı,Sevdalı Bulut gibi oyunlar buharlaşalı beri karşılaştığım en tutarlı,en tutkulu oyun;Nesrin’nin,şimdi artık kaçıkhanelerde dolaşan,yetenekli ve talihli doğmuş,Amerikan toplumunda bunları ister istemez yele vermiş Jane Fonda’nın oynadığı Julia’yı temel alıp daha başka bir dizi yazınsal yapıttan yararlanarak yazdığı Seyir Defteri,sevda,tutku olmadan hiçbir şey yaratılamayacağının coşturucu kanıtlarından biri.
Nesrin Kazankaya,Ayşe Lebriz,Levent Öktem ve genç arkadaşları tam anlamıyla bir sanat şöleni sunuyorlar;ama ah!toplum,dünya televoleye teslim olmuş:bir avuç insana.Üstelik nasılsa gelebilmiş olanların kimisi,oturup bu güzelim insanları alkışlama sabrını bile gösteremeyip iktirip gidiyor!
Gitsinler!Elbirliğiyle yarattıkları cehennemden ötesi yok.
Nesrinciğim,sonsuz teşekkür!
*
Homeros Şiir Ödülü’nü,gözde ozanım Zeynep Uzunbay’ın Papirüs Yayınları’nca basılan Kim’e’si ile Erkan Yılmaz’ın Sin adlı dosyası arasında paylaştırmışlar.
En iyisi yapıtı alıp okumanız elbet;özendirmek üzere kısa bir şiirini alıyorum:
aman

zaten sökülmüştü manzaram
aman olsun girdim koluna
her yere gider oldum
ben durdum yol yürüdü
koynuna girer oldum
uzandım yüzünün magmasına
kavruldum tüttüm ey
ince bir hal oldum ben gövdene
bir bir çözüldü göğsümdeki düğümler
oh!çağıldadı her gözem
ırmaklar buyur edecek kadar
içim varmış benim meğer
aman!dedim
iyi ki sökülmüş manzaram

Adam Sanat, Mayıs 2004, s. 220