1 Haziran 2004 Salı

“TUBUŞ”

Tanıdığım en yumuşak insanlardan biri, Tûba İnal’dır;oysa,en sert gereçlerle,taşla,mermerle,demirle boğuşuyor:yontucu.
80’lerin başlarında Asmalımescit’te tanıştığımızda,bugün İsmail Şimşek’in küçük kahvesinin bulunduğu sokakta,bir evin giriş katındaki odada başladı özdeğe güzel biçim vermeye;şimdi İda Dağı’nın Midilli’ye bakan yamaçlarında sürüyor arayışı.
Zaman zaman köyünden arardı,yumuşacık,şırıl şırıl sesiyle;bu kez unutmuş,ya da sesi değmemiş:Kare’deki sergisinin açılışını haber veremedi;ben de sonra gidip gezdim.
Bu,hem Kare’nin taşındığı yeni yeri ilk görüşüm oldu,hem de yıllar sonra Tûbacığımla yeniden kucaklaşma;doğrusu büyük sevinç duydum:bilmem hangi çağda,hangi yanardağdan fışkırmış kızıl-kahve mermerleri,çeşitli aygıtlarla anlayacakları dilde ninniler söyleyerek öyle yumuşatmış ki,kaymağa dönüşmüşler.
Hem onu,hem galeriyi sevindirecek kadar ilgi görmüş,üstelik yurdumuzun hallaç pamuğu gibi atıldığı günlerde;göremediyseniz çok yazık olmuş doğrusu!
Tûbacığım,gülüşünün bu doyulmaz yansımaları sürsün canım!
*
Ravelli Sanat Galerisi’nden,Nadide Akdeniz’in sergisini haber veren bir çağrıyla bir kitapçık geldi;Nadide Hanım kendine özgü bir dünya oluşturmuş,Dönence Ormanlarındakilerden esinlenmişe benzeyen bitkiler,masal hayvanları,aralarında çağdaş yaşamdan öğeler,giysiler,kadehler,başı kolu kesik mankenler,kediler,pabuçlar.Kendine özgü bir evren.Ne mutlu ona! Şimdi kendine özgüye ulaşabilmek o kadar zor ki!
*
Kendine özgüyü yakalayabilmiş bir talihli de Mehlika Baş;bin bir renkli,tertemiz bir masal dünyasında,baş köşeye de,her köşeye de kedileri serpiştirdiği yapıtlarını Beşiktaş’ta,Girgin Galerisi’nde sergiledi.
*
Koskoca bankalar,bilmem hangi AB yeliyle,onca yıllık galerilerini kapatır ya da tanınmaz bir kılığa sokarken,Fatma Ekeman’la annesi sevgili Mekşûfe Ekeman,Teşvikiye’nin bir kuytu sokağındaki adına yakışır Oda’da “Suyla Renk Verenler”e kucak açtı:Ahmet Fazıl Aksoy,Betül Aydıner,Ruzin Gerçin,Ahmet Öğreten,Zeynep Sarıoğlu,Ayhan Türker,Nükte Uğurel ve Nicole Zado suluboya çalışmalarını sevenlere sundular;alçakgönüllü,içten,yine her birine özgü işler.
Ekemanların da,onların da yolları çiçekli olsun.
*
Aslında son derece yaşamsal,yazgısal günler,olaylar yaşıyoruz,ama can gözümüz kör,can kulağımız sağır olduğu için,büyük çoğunluk hiçbir şeyin ayrımında değil;olanlarsa,hep birlikte bindirildiğimiz hızlı treni durdurma gücünden yoksun:hep birlikte şimşek hızıyla uçuyoruz granit dağa doğru.
Değerli bir dostum yine çok uyarıcı bir ileti yolladı;son kez 1923’te,sayısız insanın kanı canı pahasına son anda geri alabildiğimiz yurdumuzun can evinden pençelerini hiç çekmemiş azgın sömürücü-buyurucuların içerdeki uşakları aracılığıyla yürüttükleri dinci yapılanma ve örgütlenmeyi anlatıyor.
Öteden beri en çok özlediğim,beğendiğim yöntem uygulanmış bu iletide:somut sayılar,bilgiler verilmiş,ya da anımsatılmış.Şimdi bunlara bir göz atalım.
İlk İmam Hatip Lisesi’ni,Köy Enstitülerini de önce açıp sonra kapayan İsmet İnönü açmış,1949’da.
Menderes,51-59 arasında,ancak 19 tanesini açabilmiş-daha acemiydi besbelli!
27 Mayıs’tan sonra işbaşına getirilen İnönü,62-63 arasına 7 açılış sığdırmış.
Demirel,ilk gelişinde,65-71 arasında,49 yuva kurmayı başarmış.
Ecevit,hani şu kadayıfın Ortasının Solu kavramını yürürlüğe koyan şaşmaz,sapmaz,yılmaz laik demokrat Ecevit,ilk koltuğa kuruluşunda tam 29 kez yumurtlamayı bilmiş.
Demir yürekli köy çocuğu,ikinci gelişinde,75-78 arası,28 çift sarılı yaratmış.
Aldı Ece,78-79 ıkınması, 4 tanecik.
Ardından en Atatürk’çü darbeciler;folluğu bir güzel kurtarmışlar bitlerden pirelerden;tertemiz yuvaya Özal çöreklenmiş:84-89 arası,tam 90 kez maşallah!
Ülkemizin en Mutlu başbakanı,90-92 arasında,ustasına yakın bir başarıya ulaşmış:23.
Sağcıların bir tek sineği bile öldürmediğine bütün gövdesini basan yenilmez yutulmaz Amca Bey,92-94 nöbetinde azıcık çekimser davranmış:12.
Gözünün sivri bebeği Çilli kızı,babasını ancak bir sayıyla geçebilmiş 94-95 arasında:13
Sonra yürütmenin başına gelenler,95-97 arasında,onların açığını bol bol kapatmışlar:74.
Truva,boşuna bu topraklarda yaşanmamış elbet:bu kurnazlığa akıl edenler onu akıllarından bir an çıkarmamışlar yüzyıllardır;ve Mustafa Kemâl’in dışında,uykuda bastırılanlar bir kez bile oyunu bozmayı başaramamış.
Truva Atı bu kez yeşile boyanmış olarak salındı içimize;en allı pullu,en sevecen,en sümüklü lâflar eşliğinde;zaman zaman bunların dışındaki sözler de yansıdı gazetelere,televizyonlara;ama koskoca Anadolu halkını yılan gibi kıvır kıvır oynatmaya karar vermiş olanlar,zurnalarıyla:”Yoo,hayır,bu görüp işittiklerinize inanmayın;bunlar düzmece” havasını çaldılar:görünüş,havanın tuttuğu.
Şimdi bu yeşil cübbeli,yumuşacık sözlü,gözü yaşlı örgütlenme bakın nasıl donanmış:
167 yayını;2561 derneği;316 vakfı;1757 dershane ve okulu;578 pansiyon ve kursu;178 tecimsel kuruluşu var.
2003-2004 öğretim yılında,536 İmam Hatip Lisesi’nde,16.000 öğretmen çalışıyor,105.000 öğrenci okuyor.
24 İlahiyat Fakültesi’nde 823 öğretmen görev yapıyor,9970 öğrenci okutuluyor.
Lise öğrencilerine sormuşlar,okulu bitirince nerede görev almak istiyorsunuz diye,yanıtlar şöyle:
Ancak %20’si dinadamı olmak istiyor;%37,7’si kamu yönetiminde çalışmayı,%28,2’si de özel kesimde iş bulmayı umuyor.
Bunlar yalnız eğitim alanındaki saylar;uzantısını,dallarını budaklarını,hem genel hem yerel seçimlerde dinci yapılanma ve örgütlenmeye dayalı yaşamı savunanların oylar gözünüzün önünde,görmeye razı olursanız.
Bir tek,Atatürk’ün ordusundan kimi komutanlar,zaman zaman:Türkiye,bir İslâm Cumhuriyeti değildir,olmayacaktır;o, demokratik,laik bir hukuk devletidir,öyle kalacaktır diyebiliyor.
Truva Atı’nın sızma derecesini,yaygınlığını gözünüzün önüne getirirseniz,bu sözün tutulmasının Anadolu halkına yine büyük acılara,sayısız cana patlayacağını kestirmek çok kolay.
Bütün varlıkların en doğal,evrensel hakkının,evrenin bütün öbür öğelerine bağlı,bağımlı kalarak yaşanacak görece özgür,mutlu,sağlıklı,bilgili bir ömür sürme hakkının nasıl bir cehennem kazanına daldırıldığını;sonra insanlara dönüp,hadi gidin,sıkıysa onu oradan alın dendiğini görebiliyor musunuz bilmem?
Ve bu,canı da içinde,hiçbir şeye sahip olamayacağını unutmuş;geçici varlıklar olarak bize bırakılanın yalnız duyularımızla algılayacağımız,beynimizde canlandıracağımız coşkular,hazlar olduğunu hiç öğrenmemiş,bundan sonra öğrenemeyecek bir avuç doyumsuzun yüzünden böyle.
*
Meral Abasıyanık,Mehlika’nın sergisinde,yaklaşan film şenliğini sordu,ardından,oynamakta olan,görüp beğendiği İnci Küpeli Kız’dan söz etti;hemen koştuk Nilgün’le,ve değdi.
Bu,nicedir yokluğunu çektiğimiz bir insan filmi’ydi:insana benzeyen bir ressamın,Wermer’in yaşamından bir kesit aktarıldı.Eve hizmete gelen bir genç kız,sıradan bir hizmetçi değil,bakmayı, görmeyi biliyor;sanatçının resimlerine bakarken ev halkının,yapıtları satın alan adamın bile göremediği şeyleri yakalıyor;ressam da bu yetiği algılayınca,sessiz,gizli bir ilişki doğuyor.Bu alışveriş,sonra boyaları birlikte karmaya,giderek resimlerden birine örnek olmaya dönüşüyor;yüz çizilip boyanırken,ressamın gözü,kulağın boş kaldığını saptıyor;küpe gerek;nereden alınacak? Eşin çekmecesinden.Ve buna,günlük yaşamın akışı içinde,en aykırı gözüken kişi,kızın annesi aracılık edecek.
Bu küçük gerçek ayrıntılar,hizmetçi kızla ressamın bakışmaları,küçük dokunuşları,kulakta gözyaşları içinde küpe deliğinin açılışı,kısacası her şey ince,duyarlı,ölçülü bir şiirsellikle çekilmiş,oynanmıştı.
Ne yazık ki yönetmenin,öykü yazarının,oyuncuların,kısacası emeği geçen insanlardan hiçbirinin adını saptayamadım;olsun! Gerçekleştirdikleri soylu yapıta gönül borcum yerli yerinde.
*
Dostum Mehmet Kıyat’ın çok güzel bir geleneği var:her mevsimin son iki sergisini Mustafa Ayaz’la Adnan Turani’ye ayırıyor.
Bu yıl da öyle yaptı;Mustafa Ayaz’ın sergisine gittiğimde, serginin dışında,ek armağanlar hazırlamıştı:eliyle yaptığı küçük bir resim,2002-2003 şiirlerini topladığı Çakmaktaşı.
Sanatı,güzeli kovalamayı kendim için sürdürüyorum,güzel yaşayabilmek,ulaşabildiğim güzellikleri sürdürebilmek için;bunu dışında ikincil çıkar beklentilerim yok.Ama her emeğin,yatırımın doğal,kaçınılmaz ürünleri filizleniyor.Nitekim o gün de,Mehmet’çiğimin dışında,Adnan Turani,Mustafa Ayaz,Ali Candaş,Işıl Özışık ve Sabri Akça’dan da birer sevgi çiçeği düştü kucağımıza;Sevil’le bayram ede ede döndük evimize,ve hemen birer köşe yaratıp gözümüzün önüne yerleştirdik.Onların da sevindirenleri eksik olmasın!
*
Sanırım öğrenciliğinden beri tanıdığım Alev Ermiş Mavitan,Kuzguncuk’taki Harmony galerisinde sergi açıyormuş,çağırdı;geçen yılkine gidememiştim,bu yıl koştum.
Alev,yıllarca,kendi renklerini çağrıştıran alev alev yanan kadınlar çizdi;dediğine göre,kimsecikler dönüp bakmamış ne yapıyor diye;bıkmış besbelli,bu yıl oturmuş,hemen önlerinde duran denizden esinlenip su resimleri çimiş:kıyısında köşesinde hiç insan yok,yer yer ağaçlar var,günbatımı var.Adı,duru,dingin resimler.
Dünyanın,yurdumuzun kargaşasından,karmaşasından yorulmuş sanırım.Şükretsin ki elinde böyle bir sığınak var;olmayanlar nasıl avunsun?
*
Adam’a,Turgay’a uğradığımda,bir paket uzattı,açtım,sevgili dostum Egemen Berköz’ün şiirleri:Unutma.
Yapı Kredi,her zamanki özenli basımıyla,1960-1979 arasındaki şiirleri toplamış;kapakta,Egemen’i olduğu gibi,bütün arılık duruluğuyla yansıtan bir fotoğraf.
Tam bir başucu kitabı,zaman zaman alınıp birkaç şiirle Egemen’in dünyasına dalınacak.
*
Başka bir ozan,Ali Yüce de son kitabı Atatürk Aydınlığını Karanlıkçı Dişler Kesmez’i yollamış.
Bu derginin okurları Ali Yüce’yi eskiden de bilirler elbet,şimdi aralıklarla güzel şiirlerini okuyorlar.
Ali Yüce,18 yaşına dek çobanlık yapmış.Kitabın kapağına koyduğu şu anı yaşamını da,şiirini de özetliyor:
Oğlak çobanı iken,henüz ot yemeyi bile beceremeyen bir oğlak,ağanın ekinine girmişti.Hemen koşup çıkarmıştım.Ama kaşla göz arasında ağa at üstünde yetişip beni kırbaçlamıştı.
Yetmiş yaşıma geldim;çektiğim bütün çileleri,sıkıntıları,acıları unuttum,ama o derebeyi kalıntısının kırbacını unutamadım.Kırbacın kabarttığı boynum hep ağrıyor.Ölünceye dek de ağrıyacak.
Kitapta,bugün Amerikan kırbacı altında çektiğimiz acılar inanılmaz bir ustalıkla anlatılıyor;hemen alın.
*
Film Şenliği’nde Marco Bellochio’nun Günaydın Gecesi’den başka filme bilet almadık;ama sağolsun Orhan beni ayrıca Akbaba ile Chavez’e de çağırdı.
Akbaba’da,70’li yıllarda dünyanın Büyük Abisi’nin,Güney Amerika’daki generalleri düşmez-kalkmaz Bay Kissinger’n buyruğunda toplayıp güzelim insanları nasıl işkence makinasından geçirdiğini anlatıyordu.Üstelik bu çark,sağda solda seçimlerin düzenlenmesiyle,sözümona halk yönetimlerinin başa gelmesiyle,birtakım yargılamalar yapılmasıyla,üç beş asker ya da sivilin cezalandırılmasıyla durmamış,hâlâ bütün gücüyle –gizli kapaklı da olsa – dönüyor.
Nitekim,11 Eylül’de Amerika’nın kurduğu bütün o Anaconda tasarılarını yürürlüğe koymak üzere kendi ikiz kulelerini vurmasından sonra,daha toz duman kalkmadan,şimdiki yönetim kıdemli dolapçı-işkenceciyi getiriyor yıldırmacıları araştırıp soruşturacak yarkurulun başına!
Üstelik yüzsüzlüğe,korkusuzluğa bakın! ABD,aradan belli bir yıl geçince,çevirdiği bütün dolapların belgelerinin yayınlanmasına izin veriyor!Dünyanın geri kalanlarına da bunlar üzerinde sonsuza dek konuşmak kalıyor.
Filmde,yeryüzündeki uluslar arası güvenlik gücü ağının merkezinin Lyon’da bulunduğu da söylendi:dünyadaki,egemen azınlığa göre suçlu,sanık,kuşkulu kim varsa,onlar için burada ayrıntılı dosya tutuluyormuş;ve bu mikropların yakalanması ya da temizlenmesi için ilk buyruk da orada veriliyormuş!Gördünüz mü küreselleşme’yi?
*
Kaynak Yayınları,Orhan Koloğlu’nun Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi’ni basmış;Rauf Denktaş’ın,her saniye bin kez ölerek Türk Dışişleri Bakanı’na:İyi ama,madem egemen değildik,neden bizi tanıdınız,büyükelçi gönderdiniz? dediği;berikinin de kulağını karıştırdığı günlerde okunup ağlanacak bir yapıt.
*
Kimimiz,sevgili dostum Gürdal Duyar gibi,yetenekli doğar,uygun eğitimi alır,yeteneği doğrultusunda çalışıp üretir;ama biliyorsunuz,mutlu olmaya bunlar yetmez,yeteneğinize uygun üretimi değerlendirecek bir ortamda yaşamanız gerekir:Gürdal’ınki,hele bizim gibi simgeyi yasaklamış toplumlarda elbet kolay olmaz.Nitekim olmadı;bir de duyarlılığınız doyum olanaklarından büyükse,büyük ölçüde hapı yutarsınız.
Gürdal’cığım,bu koşullar içinde,hepimiz gibi iyiyi,güzeli,soyluyu aradı;yüce gönüllüydü,bir içki sofrasında,hemen küçük bir kâğıda baş resminizi yapması;ya da çantasından çıkardığı taze çamur parçasıyla baş ve gövdenizi bir saniyede yoğurması işten bile değildi.
Işını eksik olmasın.
Kimimizin yazgısıysa,beklenmedik bir atılımla,epey sonra değişebiliyor.
Sibel Karsan Akkaya bu talihli insanlardan;çevre mühendisliği okumuş,bir süre bu alanda çalışmış;ama sonra dedesinden ninesinden gelme güzeli arama sevdası ağır basmış,toprağı pişirip renklendirmeye girişmiş.
Hobi’de açtığı sergi sözün tam anlamıyla bir renk,biçim cümbüşüydü.Ne mutlu!
Böyle bir talih kuşu da Kâzım Karakaya’nın başına konmuş;ekmeğini başka yerde çıkarırken,bir kitapta Asur yontuları görür,al sana yıldırım sevisi!Kerem gibi dağı delmemiş,ama dağın yanarından fışkırmış kayaları,mermerleri,madenleri ele alıp evcilleştirmiş.Bu büyük tutku ona bütün kapıları açmış,en gerekli yerlerde tamamlayabilmiş temel eğitimini,en sağlam ustanın yanına çırak girmiş.
İş Bankası Parmakkapı Galerisi’ndeki sergisi sevdalı arayışının bir kucak ürününü sunuyordu sanatı sevenlere;ne yazık ki,Gürdal abisi gibi,simge sevdirilmeyen bir toplumun,daha da karalara büründüğü günlerde yürütecek üretimini;Türkiye’ye de,ona da kolay gelsin!
Başka bir halk çocuğu,İsmail Avcı,daha aydınlık ve umut verici günlerde aldığı eğitimin gereğini daha kolay yerine getiriyor;Karsu’daki son sergisinde,sözün gerçek anlamında horoz’lanmaya başlamış;ahh!keşke bu davranış bağımsızlık ve onur açısından bütün topluma örnek olabilseydi!
*
Parmakkapı’ya Kâzım Karakaya’nın yontularını görmeye gittiğimde,İbrahim,o gün Beykoz’da Galeri Geçit’te,Bedri Rahmi İşliği’ni bitirmiş dört dostumun sergi açacağını haber verdi:Birim Bozok,Demet Yersel,Türkân Sılay Rador,Dilek Işıksel.
Keşke bu gibi anlarda hani şu para baba ya da anaları gibi bir helikopterim olsaydı!

Adam Sanat, Haziran 2004, s.221

“AĞLAYAN DEVENİN ÖYKÜSÜ”

Bu filmi bize ressam dostumuz Melih Özuysal duyurmuştu; Çağdaş Sanat Müzesi’ne Fikret Muallâ sergisini görmeye gittiğinde bir de bakmış sinema salonunda gösteriliyor, adı ilgisini çektiği için olacak girip izlemiş, bayılmış, bize de övdü.
Mevsim kapanıp d yinelemelere geçilince Beyoğlu Sineması daha bir dizi ilginç belgeselle birlikte bunu gösteriyordu; Antalya’ya göçmek zorunda kalalı beri İstanbul’un sanat ortamından ayrı düşen sevgili Levent Turgut’u da alıp gittik. Ve bu yılın en büyük ödüllerinden birini kazandık.
Byambasuren Davaa ile Luigi Falorni, Moğolistan’ın Gobi Çölü’nde çekmişler bu inanılmaz öyküyü; uçsuz bucaksız kum çölünün bir köşesinde yaşayan, boyları posları, davranışları, bilgelikleri tamı tamına Dersu Uzala’ya benzeyen insan kardeşlerimiz, koyunları, keçileri, develeriyle yumuşacık bir dünyadalar; hem de doğa koşullarını bütün acımasızlığına karşın. Yüzler hep güleç, ilişkiler sıcacık, birbirlerine de hayvanlarına da inanılmaz bir sevecenlik ve doğallıkla davranıyorlar: çünkü aralarındaki çıkar ilişkisi çok açık, hepimizi dünyanın bilmem hangi köşesinden ölüme ya da açlığa gönderen bir çokuluslu kuruluş ya da banka yöneticisi gibi acımasız olmalarına izin yok; birbirlerini ya da hayvanlarını harcarlarsa, kendilerinin de ayakta kalamayacağını çok iyi biliyor, unutmuyorlar.
Yeni doğan her koyun, keçi, deve büyük bir sevince yol açıyor, çok ciddi, saygılı törenler yapılıyor her doğumda; terslik bu ya, güzelim develerden biri, hem de iki gün sancı çektikten sonra, insan kardeşlerinin yardımıyla bembeyaz bir yavru doğuruyor; ve görmeyince inanılmaz, bu ak tüylü yavruyu benimsemiyor, dışlıyor, emzirmiyor. Süt emmeyince zavallıcık göçüp gidecek, obanın beli bükülecek. Ellerinden gelen her şeyi deniyor, yavruyu anaya kabul ettiremiyorlar; son çâre, müzikçi olacak.
Ama o da deve yolculuğuyla bilmem nerede; görece büyümüş oğlanı yollayacaklar, küçük kardeşi de gitmek istiyor; dede deveyi güdüp güdemeyeceğini sorunca, göğsünü kabarta kabarta: elbet güderim! Diye karşılık veriyor, ve yarım karış boyuyla, bir bakıma görünmez olduğu iki hörgücün arasına yerleşip başlıyor elindeki yuların uzantısıyla hayvana usulca kamçılayıp koşturmaya. Yine inanılmaz bir görüntü: çölün göbeğinde, çoğu çadır evlerin arasında, pek öyle ahım şahım olmayan bir yapıda bir sanat öğretim merkezi! Her yaştan kızlarla oğlanlar yerel dansları şarkıları, çalgı çalmaya öğreniyorlar. Çalgıcı ustanın o ara işi var; ama ilk fırsatta gelecek.
Bizim iki oğlan dedelerine radyo pili aldıktan sonra yeniden yollara düşüp obalarına dönüyorlar; bir iki gün sonra da çalgıcı. Tam da zamanı, çünkü emzirilmeyen, anasından sağılan sütü bir boynuzdan içmeyi de beceremeyen yavrucak gitti gidecek.
Biz merakla bekliyoruz ne yapacaklar diye; adam önce sazını verilen mavi kurdeleyle bağlayıp devenin hörgücüne asıyor; deve acı acı bağırınca çalgının içinde yankılanıyor. Sonra usta sazını alıyor, evin güzel yüzlü genç annesi deveye sokuluyor, başlıyor saz eşliğinde inanılmaz derecede güzel bir şarkıya;kızın sesiyle sazınki, deveninkine şaşırtıcı biçimde benziyor. Bu dokunaklı ağıt sürerken, bir de bakıyoruz, deve,düpedüz ağlıyor, gözlerinden şırıl şırıl yaşlar akıyor. Aynı gözyaşlarını, kendisini emzirmeyen anasının arkasından, güzelim ak yavru da akıtmıştı daha önce.
Şarkının sonunda yavruyu çözüp anasının yanına bırakıyorlar; o zamana dek memesine yaklaştırmayan, bir yudum bile emmesine izin vermeyen ana dönüp yavrusunu kokluyor, yine ince ince bağırıyor; ana yavru, emişerek, birbirine sürtüşerek, bir süre fır dönüyorlar: yanılsamanın yol açtığı kopukluğun bitişi kutlanıyor!
Hey ulu Tanrım! bu ne uygarlık, bilgelik! Öteden beri düşündüğüm bir kez daha doğrulanıyor: insanlar, kendi doruğuna ulaşmış KÖY UYGARLIĞI’nın üstüne kent uygarlığını eklemeye fırsat bulamadan ANAMALCI BARBARLIĞA yenik düştüler.
Nitekim, filmin sonunda, o güzelim insanların cennetimsi yaşamına çanak anten, Amerikan dizileri, çamaşır tozları giriyor. Vah ki vah!
Ancak 2003 yılında bu filmi çekenlere sonsuz teşekkür; Yaratılış ile İmparatorun Yolculuğu’ndan sonra, gerçek bir şölen. DVD’sini bulan hemen alsın, kendini ödüllendirsin.
*
Şakir Eczacıbaşı’yı, pek çok sanatsever gibi ben de önce Sinematek’ten, sonra İstanbul Müzik Şenliği’nden tanıyorum; abisiyle sanatseverlere verdikleri bu paha biçilmez armağanın dışında, her yıl oluşturduğu Fotoğraf Yıllığı içimi şenlendirir.
1965-2005 arasında çektiği fotoğraflardan bir seçkiyi, Milli Reasürans’ta sergiledi; çok ince beğenili işler. Bir ara ortak dostumuz Müfide Çalık’la yan yana geldik, kendi kendine söyleniyordu: Allah Allah, bunlar resim mi, fotoğraf mı? Doğrusu, budan daha güzel övgü bulunamazdı Şakir Bey’in çalışmalarına. Ne mutlu ona, gittikçe çıldıran dünyamızda böyle bir sığınak bulup onu bizimle paylaştı!
Fatma Ekeman, Oda’yı son olarak M.E.V.Dumlupınar, Şükrü Naili Paşa ve Turgut Akan ilköğretim okullarından öğrencilerin resimlerine açtı; öğretmenlerinin önderliğinde, henüz ağır damga yememiş kızlarla oğlanların tertemiz işleri.
Kare Sanat Galerisi de Erhun Şerbetti’nin çalışmalarını kucakladı.