1 Ekim 2004 Cuma

NAİLE AKINCI

Evin Sanat Galerisi, Naile Akıncı’nın yeni sergisini açarken, çok da güzel bir kitabını bastı. Ahmet Oktay, Mehmet Ergüven, Güven Turan, Haşim Nur Gürel ve Levent Çalıkoğlu’nun yazılarıyla başlayan kitap sanatçının bütün yaşamını özetliyor yapıtlarıyla. 1950’lerde yapılmış karakalem çizimler Naile Hanım’ın nasıl bir yorumcu olacağını başından kanıtlamış; sonra Atatürk Cumhuriyeti’nin Van’dan alıp okuttuğu bu yetenekli Anadolu kızı, kendisine verilen temel resim eğitimine kendi kişiliğini eklemeyi başarmış; Güven Turan’ın da belirttiği gibi, modalara, akımlara hiç aldırmadan, kendi canındaki doğayı görüntülemiş, görüntülüyor.
Kitabın arkasında yaşamından görüntüler var; 276. sayfadaki fotoğrafta Leyla Gamsız’la yan yanalar;ikisi de beyazlar içinde;Leyla Hanım’ın ellerinde kara eldivenler, gözünde kara gözlükler var: en parlak döneminde ansızın kararacak yazgısının önbelirtisi mi acaba? Leyla Gamsız da, Naile Akıncı gibi, kimseciklere aldırmadan, kendi özgün resmini yaptı.
Türk resim sanatının bu iki gözüpek, yiğit, kişilikli kadınına sonsuz saygı.
Evin Galerisi’ni de, hem sergi, hem bu kusursuz kitap için yürekten kutluyorum.
*
Aynı gün, Galeri Oda’ya sevgili dostum Burhan Temel konuk geldi.
Burhan da onların erkek kardeşi: hiçbir esintiye aldırmayan bu Karadeniz Uşağı, sırım gibi bedeniyle, fırtınası hiç dinmeyen denize bakan yüce doruklarda kendi kemençesini çalmayı sürdürüyor.
Oda’yı baştan başa bezemişti; bir avuç seveni gelip onu kucakladık; azıcık da dertleştik: karaparanın resme yatırıldığı dönem kapanmıştı; şimdi artık o yapay pırıltı öncesindeki günlere döndük: yaratıcılar, yorumcular yapıtlarını sergileyecek, kitaplarını bastıracak, bestelerini çaldıracak yer bulamayacak, olsa olsa evlerinde eşe dosta gösterecekler.
Ne mutlu, Burhan’cığım gibi, bunu eksiksiz görüp ayağını ona göre uzatan gerçek bilgelere!
*
Kaynak Yayınları, Mehmet Perinçek’in bir çalışmasını basmış: Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri.
Mehmet, 7 yıldır üzerinde çalıştığı belgelerden yararlanarak hazırlamış yapıtı; Kaynak Yayınları’nın bütün kitapları gibi, gerçekten bir kaynak.
Sovyetlerin kuruluşu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş ve Kuruluş dönemine ilişkin alabildiğine yararlı bilgiler var kitapta.
Atatürk’ün ölümünden, İnönü’nün işbaşına gelişinden sonra, hem ülkemizin, hem önce Ortadoğu’nun, giderek bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek eğitim kurumlarının Köy Enstitüleri’nin can düşmanı kesilecek Kâzım Karabekir, 23 Nisan 1920’de bakın ne demiş:
“Bugün Anadolu’nun kurtuluşu için Bolşevik ordularıyla el ele vererek hareketten başka çâremiz kalmamıştır.”
Mustafa Kemâl, 26 Nisan’da Lenin’e “askeri güçlerini Bolşeviklerle birleştirme”, Azerbaycan’la Gürcistan’ın Sovyetler Birliği’ne katılmaya zorlanmaları, Türkiye’nin de “Ermenistan’a karşı saldırı başlatması” isteğini iletir.
“Omuz omuza kan dökmeye hazır” iki ordunun giriştiği askeri eylem sonucu, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Gürcistan’daki İngiliz yanlısı hükümetler yıkılır, yerine Bolşevik yönetimler kurulur. Bu sürecin sonunda, Türk Ordusu’yla Kızıl Ordu, Nahcivan’da buluşur.
Lenin, Ankara’ya yollayacağı Sovyet büyükelçisi Aralov’a şu yönergeyi verir:
“Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı sözle değil, işle göstermek, anlatmak gerekmektedir.Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin iç işlerine karışmama siyasetinin savunucusu olmaz zorundasınız.”
İki ülkede de köklü dönüşümlerin hangi anlayışla, dayanışmayla gerçekleştirilebildiğini anımsayabilmek için bu değerli çalışmayı okumalısınız.
*
10 Mart’ta arka arkaya iki sergiye gittim;ilki Hobi’de, Gül Erali’nin seramik, ikincisiyse Doku’da, Işıl Özışık’ın suluboya sergisiydi .
İki yorumcu da yaşamaktan duydukları sevinci dile getirmişlerdi. Ne mutlu onlara da, bu sevinçli yapıtları görebilenlere de!
*
Geçen Cumartesi’yse Kuzguncuk’a, Harmony Galerisi’ne gittik Nilgün’le; Ülkü Berber, Artin Demirci, Cansen Ercan, Sabahattin Tuncer ve birkaç arkadaşları oturmuş çay içip söyleşiyorlardı. Biz de katıldık.
Az sonra Ülkü, Cansen Ercan’ın, Sabahattin Tuncer de kendi sergisinin kitapçıklarını armağan ettiler;Sabahattin’inki, Koşuyolu’nda sürüyordu; Cansen’se 2004’te bu galeride sergilemişti yapıtlarını.
Cansen, milyarlarca insana göre, talih: ODTÜ’sinde uluslar arası ilişkiler okuduktan sonra Akademi’ye girmiş, ressam olmuş; kitapçıktaki bilgelere göre, yapıtlarını çoğunu sevenleri alıp duvarlarına asmışlar.
Özenle basılmış kataloğun başına bir sözünü koymuş: bütün yaptığım, ölüme uzanan yolda, bu tek yaşama fırsatım boşa gitmemiş olsun diye...
Ne güzel ölümlü bir varlık olduğumuzu, bize bağışlanan sürenin her şeyden daha değerli, benzersiz olduğunu bilmek!
Gelmiş geçmiş bütün sanat ürünleri, önce onu yaratanın yaşamını güzel kılmak içindi, hâlâ öyle, sanat gibi yaşamak üzere harcıyoruz onca çabayı.
Bu açıdan bakınca, ister istemez dün de, bugün de, yaşamaya, yaşatmaya değil de, ölüme, öldürmeye, ölümden para kazanmaya dayalı yaşama biçimi nasıl da boş, anlamsız, değil mi?
Ama çayı paylaşanlardan birinin ısrarla belirttiği gibi, şimdi bu doğaya, evrene aykırı yaşama-yaşatma biçimi hemen her yere egemen gibi; o kadar uzun süredir bu koşullarda yaşatılıyoruz ki, çoğumuz bunu doğal saymaya bile alıştı – nitekim o arkadaşımız öyleydi galiba.
Oysa enerjinin dönüşüm yasalarını, bir başka deyişle azıcık kimya, dirimbilim, doğabilim biliyorsanız, evrende biriktirme, artan değeri cebine atma bulunmadığını unutmazsınız; hele canlılar dünyasında işin temeli dayanışma, yardımlaşmadır .
Fırsat düşünce yineleme görevi bana düştü, seve seve yerine getiriyorum: beynimizde evrimin üç halkası iç içe, üst üste duruyor: sürüngen beyni, maymun beyni, düşünen-konuşan maymun, insan beyni.
Timsah, canını korumak, sürdürmek üzere ister istemez, kör bencil’dir: sıkışınca yavrusunu bile yer.
Kıllı maymun atamızda yardımlaşma, toplumsal örgütlenme boy göstermiştir: avlanırken eşgüdüm içinde davranmayı bilir.
Sözlü dile, dolayısıyla belleğe, her türlü anlatımıyla tarihe kavuşmuş olan insanın artık bilinçli bencillik aşamasına geçmesi gerekirdi; ama araya giren yanlış yayınlar, çarpık öğretiler buna izin vermedi, hâlâ vermiyor: timsah gibi davranabileceğimizi sanıyoruz. Oysa davranamayız; davranmayı sürdürürsek, cezası öbür dünyada, cehennemde değil, hemen burada, yarın. Havaküre ısınıyor, buzullar eriyecek, anakaralar su altında kalacak; başka köşelerdeyse içecek su kalmayacak; her türlü zararlı ışın ve atık yayılmasıysa çabası. Nereye kaçabileceğini, sığınabileceğini sanıyor zavallı çıldırmış insan kardeşlerimiz.
Artin Demirci’nin de küçük bir albümünü armağan ettiler; 2004 yılında , Antakya-İstanbul-Antakya adlı bir dizi resim yapmış; Antakya’dan İstanbul’a, Akademi’ye gelişinin, sayısız dönüşün, yeniden gidişin izlenimleri. Çok içten, duyarlı, dürüst resimler. Gerçek bir mücevher kutusu bu albüm.

Galeri’den çıkınca Bihrat’a uğramak istedik; tam kapıda sevgili Turan Erol’a rastladık; meğer hemen karşıdaki güzelim ahşap ev onunmuş, İstanbul’a gelince orada yaşarmış. Ne sevindirici, gerçek bir yaşama sanatı ustasının İstanbul’un bu görece dingin köşesinde oyalı bir yuvasının bulunması!
*
Dirimin, canlı varlığın gücü inanılır gibi değil!
Bunca dar zamanda, Nevzat iki kitap daha basıp yolladı:Balaban ve Adem Genç.
Balaban, Yaşamın Çizgileri:Desenler adını verdiği kitapta 1949’dan başlayarak çizdiği karakalem resimleri toplamış;araya anılarını, kendisi için yazılan şiir ve yorumları katmış; böylece gerçekten renkli bir yapıt oluşmuş.
Aslında yapıtın sergisini de açtı Bilim Sanat Galerisi’nde; belki yolunuz düşmüştür.
Fotoğraflar Blagay Toprakidis, Necdet Kaygın, Sinan Öğüt, Fahrettin Demiryürek Sepetçioğlu’nun.
Kitabı Çiğdem Sönmezocak dizmiş, Leyla Yakınol Metin’se düzeltiyi üstlenmiş.
Adem Genç’in kitabında metin Ahmet Oktay’ın; İngilizce çeviriyi Turgut Arıkan yapmış; bu metnin düzeltisi H.Övgü Tüzün’le Brian O’Neill’in.
Kitaptaki resimlerin saydamlarını Necdet Kaygın, İsa Çelik, Cengiz Akduman çekmişler.
Kitabı Necati Abacı tasarlamış; çizgisel tasarımsa Suat Gürsözlü, Ömer Elver ve Demet Turper’in.
*
Herkes kendi çapında elbet; Papirüs Yayınları da, Dinçer Sezgin’in öykülerini Kaveko adıyla yayınlayıp göndermiş; insanların canlarının burunlarına geldiği, bin bir sıkıntıyla bunaldıkları, dahası yurtlarıyla geleceklerinin bile tehlikeye girdiği günlerde şöyle derin bir solup alıp düşlere dalmak için güzel bir fırsat.
*
Ben atlamıştım, bereket Mehlika çekip getirdi; geçen ay cnbc-e Francesco Rosi’nin Seçkin Cesetler’ini gösterdi.
Film, İtalya’da, üst düzeyli yargıçların, savcıların art arda vuruldukları günleri anlatıyor; Roma’dan bu işi soruşturmak üzere gönderilen görevli, kent içinde, vurulanların yakınlarıyla ya da varsayılan sanıklarla arka arkaya görüşüyor; ama giz perdesi çok kalın, kaldıracak gücü sağlayacak bilgiye bir türlü ulaşamıyor; ve sonunda, yargıçlar gibi, o da bir duvarın dibinde mıhlanıyor.
Bir bakıma, bizde Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Muammer Aksoy ve benzerlerinin birer birer temizlenişi gibi.
Filmin öyküsü son derece gerçekçi, ustaca; dünyamızda oynanan kirli oyunları, kısa fırça vuruşlarıyla, kusursuz anlatıyor.
Bu taşra kentinde, eşinden, çocuğundan uzak, konukevi köşelerinde tek başına yatan görevliyi bir akşam eşi arıyor telefonla; kısa konuşma sırasında:”oğlanın okul taksidini unutma” diyor.
Bütün dünyanın başına bela olan sülüklerin yarattıkları ortam bu; bakalım dürüst insanlar el ele verip bu zinciri kırabilecek mi?
*
Sevgili dostum Yılmaz Merzifonlu, son çalışmalarını yine Kızıltoprak Galerisi’nde sergiledi.
Kendine özgü renkleriyle kızlar, oğlanlar, kuşlar, çiçekler... yaşama tutkusu, sevinci; çıldıran dünyada birer vâha.
Beyni, eli dert görmesin!
29 Mart akşamı önce Oda’ya gittim; doğrusu, Fatma Ekeman yine doğru bir seçim yapmış, Valérie Çelebi’nin çalışmalarına yer vermişti. Önce kendine yalan söylememeye çalışan, dürüst, duyarlı resimler gördük; konu olarak tankerleri seçmişti, ama bu herhangi başka bir nesne ya da varlık da olabilirdi; Valérie’nin resimsel arayışı güzel. Ne mutlu böyle bir yol bulabilmiş olması hem kendisi, hem sanatseverler için!
Ardından, can dostlarımdan Ali Candaş’ın Doku’daki şenliğine katıldık Nilgün ve Melih’le.
Ali’ciğim anlatım sorununu çoktan çözdü; şimdi artık gittikçe soyutlaşan, birer renkli lekeye dönüşen betilerle güzelliği, uyumu aramayı sürdürüyor, görsel şiiri yansıtmaya çalışıyor.
Gittikçe çıldıran, hoyratlaşan dünyada son sığınaklar.

ASSOS DİNLETİLERİ

Siz de bizim gibi gazetelerde okumuşsunuzdur,yazboyu,çeşitli kıyı yerleşimlerinde Yaz Şenlikleri düzenlendi.
Aslında Behramkale’nin Midilli’ye bakan yamacında şimdi artık iyice ortaya çıkarılmış bir açıkhava tiyatrosu var,ama eskiden önemli bir ekin merkezi olmuş bu küçük köy şimdi artık ancak arasıra düzenlenen dar kapsamlı toplantı ya da şenliklere kucak açabiliyor.
Arkamızda büyük kuruluşların parasal desteği de olmadığından,Assos’ta adına yakışan bir şenlik düzeleme olasılığımız yoktu elbet;bunun üzerine,yaz dinletilerini ufacık taş evimizde gerçekleştirdik,kendimiz için.
İlk dinletiyi Rostropoviç verdi,Bach’ın insanı zargır zangır titreten Çello Süitleri’ni çaldı yıldızlı,dingin göğün altında.
Ertesi akşam,Kiril Kondraşin yönetimindeki orkestra eşliğinde,Schumann’ın Op.129 Viyolonsel Konçertosu’nu yorumladı;inanılmazdı.
Sonraki dinleti daha da sıradışıydı:güzeller güzeli Emil Gilels,Herbert von Karajan yönetimindeki orkestra eşliğinde,Beethoven’in 3.Piyano Konçertosu’nu yorumladı.Gilels’i ilk,İstanbul Şenliği’nde,Konak Sineması’nda dinlemiştik Sevil’le ;koca orkestra beyaz perde için yapılmış daracık sahneye binbir güçlükle sığışmış,yönetici ve yorumcu gidip gelirken tam anlamıyla cambazlık yapmıştı.Neden o yıllarda AKM salonları bu dinletilere kapalıydı da Aydın Gün’cük o hamama razı olmak zorunda kalmıştı bilemiyorum.
Onu izleyen de en az bu kadar görkemliydi:Rudolf Barşai yönetimindeki Bournemouth Orkestrası,Çaykovski’nin 2.Piyano Konçerto’sunu çaldı;piyanoda Peter Donohoe,kemanda Nigel Kennedy,çelloda Stevan İsserlis vardı.
Piyano dinletileri düzenlenince Alfred Brendel’i çağırmamak olur mu?o da Heinz Walbert yönetimindeki Viyana Halk Orkestrası’yla geldi,Beethoven’in Re bemol 2.Piyano Konçertosu’nu çaldı.Sözün gerçek anlamında soluk kesiciydi.
Derken bir de baktık,bütün şenlik düzenleyicilerinin yıllarca ardında koştukları Vladimir Horowitz yanından ayırmadığı özel piyanosunu kapmış gelmiş;Rahmaninof’un Etüdlerini çaldı bize.
Üflemeli çalgılardan yoksun kalmayalım diye,Gilbert Johnson,Haydn’ın Trompet Konçertosu’nu,Pierre Pierlot Obua Konçertosu’nu,Jean Pierre Rampal de Flüt Konçertosu’nu yorumladılar;tadına doyulmazdı.
Bir akşam bir de baktık,karşımızda ünlü gitarcı Göran Sölscher;Bach’ın en tanınmış yapıtlarının gitar uyarlamalarını yorumladı.
Gitar sayfası açılmışken,Paco di Lucia’sız olur mu?Birçok akşamımızı o süsledi dipdiri gitarıyla.
Derken yine inanılmaz gerçekleşti,İstanbul Şenliği’nde ancak 200 milyon verebilenleri dinlediği Cecilia Bartoli çıkageldi,Rossini,Mozart ve Donizetti’den Eski Çağ Havaları’nı yorumladı inanılmaz,doyulmaz sesiyle.
Şaşırtı sürüyordu,şenliklerin paylaşamadığı ünlü bariton Dmitri Hvorostovski de,onun gibi beş para almadan,hem de iki akşam üst üste konuğumuz oldu;ilkinde,aralarında hepinizin bildiği Kalinka’nın da bulunduğu Rus halk şarkılarıyla opera aryalarını;ikincisinde Çaykovski ile Verdi’nin çeşitli operalarından aryaları seslendirdi Valery Gergiev yönetimindeki Rotterdam Filarmoni Orkestrası eşliğinde.
Ne yazık ki oda müziği topluluklarını çağırmayı unutmuşuz;o yüzden Tgyzanof-Zabovnikof-Druzhinin-Şirinski’den oluşan dörtlüden Beethoven’in ünlü Op.59 Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’yle yetinmek zorunda kaldık.
Ardından caz akşamları başladı,çok şükür Miles Davis nereye gitsek,bizimle gelir;her akşam başka bir uzunçalarını çaldı bize:Kind Of Blue,İspanya Parçaları,AranjuezKonçertosu,My Funy Valentine,Porgy ile Bess falan.Bilmiyorum kederli çığlıkları Lesbos Adası’na ulaştı mı?ama bizi kıyım kıyım doğradı hazdan,kederden.
Bir de baktık,Kızılderili Bilge Dave Brubeck,ünlü saksafoncusu Paul Desmond’un elinden tutmuş geliyor;düşgücümüzü kaptığı gibi bizi Meksika’ya,Meksiko’daki bir açıkhava tiyatrosuna uçurdu;yerel sanatçıların da katılımıyla,Bravo Brubeck adlı pilağındaki parçaları çaldılar;oradakilerle birlikte alkıştan yeri göğü inlettik,uçtuk,arındık.
Brubeck gelir de Modern Caz Dörtlüsü durur mu?onlar da tüyden hafif yorumlarıyla pek çok akşamımızı şenlendirdiler.
Pekinel kardeşler,Jacques Loussier Üçlüsü eşliğinde Bach’ın yapıtlarını yorumladılar.
Sonra sıra ses sanatçılarına geldi:Odetta,Miriam Makeba ve Belafonte,aynı biçimde gönüllü olarak,Amerikan ve Afrika halk şarkılarının şimdi artık hiçbir yerde işitilmeyen,adı bile unutulmuş güzelim örneklerini yorumladılar.
Bizim dinletiler,Filiz Ali ile Aydın Gün yönetimindeyken dünyanın en seçkin dinletilerine kucak açan CRR Salonu’nun şimdiki karman çorman izlencelerine benzemiyordu şükür.
Anadolu’dan sesler bölümünde Ali Ekber Çiçek ile Davut Sulari,çoğu kendi yapıtlarından oluşan dinletilerle bizi kendimizden geçirdiler.
1980 yozlaşmasından önce TRT radyolarında yurdumun güzelim türkülerini saygıyla,sevgiyle söyleyenlerden büyükçe bir küme,geçmişten çıkıp geldi,gecelerimize tat,haz,soylu incelik kattı;kimler yoktu ki aralarında? Aziz ve Ramazan Şenses,Āşık Daimi,Mine Yalçın,Saadet Yılmaz,Cemile Cevher,Kadınlar Korosu,Bağlama Takımı,Neriman Altındağ Tüfekçi vb.
Tıpkı Miles gibi,Ruhi Su da ayrılmaz yoldaşımızdır.
Yayınlanmış çalışmalarının çoğunu çalıp söyledi bizim için.Ekin İdi Oldum Harman,Aman Of,Barabar,Uyur İken Uyardılar,Çocuklar-Balıklar-Göçler,Beydağı’nın Başı falan.
Ruhi’ciğimiz yalnız gelir mi? elinden tutup yazgıdaşı Sümeyra Çakır’ı da getirdi;ve zaman zaman ikisi,zaman zaman Dostlar Korosu’nu da yanlarına alarak,Dostlar Tiyatrosu’nda verdikleri unutulmaz dinletiyi,El Kapıları’nı,Semahlar’ı bize yeniden tattırdılar. bize;korkmayın,Sabahın Sahibi Var,dediler bütün dünyanın üstüne çöken karanlığa teslim olmayalım diye.
Kısacası,insanlığın müzik birikiminin en seçkin örnekleriyle geçti yazımız; bizi böyle oluşturan,daha önemlisi böyle kalmamıza izin veren rastlantı-gereklilik dizisi’ne sonsuz teşekkürler.

*

Yazımız,Özgün-Önder Tokuç çifti ile Özge’nin dışında,Ayşe Meral ile eşi Kartal’ı kazandırdı bize.
Ayşe Meral benim iletişim ağı arkadaşım;Sevil’le benim canımı yakan ya da sevindiren bütün konularla yakından ilgili güzelim Anadolu kızı;ne zaman önemli bir konuya değinsem,ne zaman sarsıcı bir olay yaşansa,Ayşe’den öfkeli,bilinçli bir ileti gelir;uyarıları belli aralıklarla sevgili Deniz Som’un köşesinde de boygösterir.
Ama tanışmıyorduk;Behram’da,Temmuz ortalarında bir gün,Doğu Perinçek’in Altınoluk’ta konuşacağını haber verdi,siz de gelin,hem katılalım,hem tanışalım,dedi.Ancak benim kanbasımcım,sıcaklarda dolaşmaya izin vermiyor;doğal olarak arabamız da yok.Dolayısıyla buluşamadık.
Onlar taşıtlı;Ağustos’ta bir akşamüstü,Behram’ı gezmeye geldiklerinde uğradılar,avlumuzda kucaklaşıp söyleştik.
Meğer gençliklerinden beri Aydınlıkçı,devrimciymişler;o kadar ki,Kartal,İşçi Partisi’nin adayları arasındaymış son seçimlerde.Tok sesli,coşkulu,inançlı.
Ah ne güzeldi bu aydınlık insanları kucaklamak!
Demek artık birçok yazımızı geçirdiğimiz,en sevgili dostlarımızın,Ruhi Su ile Sıdıka Su’nun,Baykurt’ların yaşadıkları Ören’de yeni can dostlarımız var;ne mutlu!

*

Benim yaşımdakiler,68 Mayıs’ında,Paris sokaklarında,kızlı oğlanlı gençlerin en önünde yürüyen birini çok iyi anımsarlar:dünyaya iki anlamda da şaşı bakan Sartre.
Enerjinin cansızdan canlıya dönüşmesini masallardan arıtılmış olarak açıklayan iki büyük ustadan,Marx’la Freud’dan,hele onları kaynaştıran Wilhelm Reich’tan haberi olmadığı ya da kafası almadığı için,bir avuç gencin kaldımları sökerek,taşları yığarak,oraya buraya fırlatarak,dükkân camekanlarını indirerek,arabaları devirip yakarak anamalcı düzensizliğin amansız soygununa son vereceğini;bunun için hani şu ünlü işçi sınıfı’nı heveslendirip eyleme katacağını sanıyor,bunun için sabah akşam yürüyordu.
Oysa anamalcı düzensizlik önlemlerini çoktaaan almıştı,sürdürüyordu:çalışmayı bin bir parçaya bölüp emekçilerin bilinçlenmesini,örgütlenmesini,yeni bir dünya düzeni kurmak üzere somut bilgiler edinip eyleme geçmesini önleyen çarklar her akşam bütün dünya iletişim araçlarıyla her eve yerleştiriliyordu.
Nitekim,Paris’te ya da Prag’da bir süre yürüyüşten,kırılan kafalarla kollardan,akan kanlardan sonra,yerleşik düzen yerli yerine oturdu-o günlerde en ön sırada yürüyenler de,olağan akış gereği,düzensizlik içinde yağlı kuyruklar kaptılar,işadamı,vekil,temsilci oldular;yanılsamayı,dolayısıyla sömürüyü sürdürmek üzere,şimdi dinsel-kavimsel ayrılıkları kaşıyıp körüklüyorlar.
68’de,bir geri bıraktırılmış-sömürüler ülke çocuğu olsam;ardımda Mustafa Kemâl’in apaydınlık devrimi bulunsa da,etkileşim sonucu ben de bu yanılsamaya umut bağlayanlardandım sanırım;ama uyku uzun süremedi,Guevera düşünün ardından,Allende yumruğu indi hepimizin tepesine:o zaman dünyanın hiçbir toplumunda demokrasinin D’sinin bulunmadığını;eskiden atadan oğula geçen siyasa-parasal erkin seçim oyunlarıyla,aynı şeyi değişik sözcüklere bulayarak anlatıp uygulayan siyasal partilerle yürütüldüğünü acı acı görmeye başladım.Hele 80’lerde önce Polonya’da,ardından Ankara’da yürürlüğe konan oyunlardan sonra,döndürülen dolap,can gözleri körelmemiş olanlar için,açıkça ortaya çıktı.
Türkkaya Ataöv’ün geçen gün Cumhuriyet’te yayınlanan yazısını okudunuz mu bilmem?döndürülen dolapların,dolayısıyla bilginin ana kaynağında yaşadığı,can gözü de açık kaldığı için,başta ABD,bütün G 7’lerde yürütülen seçim dizgesini açık seçik bir kez daha özetledi:hani şu bizim çöpe atılan oylara bile gerek kalmamış:bilgisayar,beğenilmeyen oyları saymıyor,siliyormuş.
Anamalcı düzensizlik,başındaki bir avuç çılgının aldığı önüne geçilmez kararlarla,bütün insanları leminglere çevirmek üzere:kimse arkamızdan kovalamasa da,büyük bir hevesle uçurumun başına koşup aşağıdaki kayalıklara atlamaya hazırız.
Bakalım evren anamızın mantığı bizi bu yoldan çevirebilecek mi?

Adam Sanat, Ekim 2004, s.225