1 Nisan 2005 Cuma

SÜMEYRA

Hem adı çekici geldi, hem bilmem neredeki eleştirmenlerden ödül almış, kalkıp Olga’nın Topuzu’na gittik;gitmez olaydık! Topuz değil, tam bir rezillik: ince uzun bir kızın bedensel güzelliğinden, o arada elbet topuzundan yararlanan gerçek bir yalan çorbası! Baba şöyle olur,oğlu kızı böyle; bir an bile piyanoya elini sürmeyen,sokaklarda sürten,Olga’nn topuzuna tutulduğu sandırılan, o aylaklıkla hem de Rubinstein Yarışması’na çağrılan sarsak oğlan; babasına vurgun olduğu sezdirilen, kız arkadaşının cinsel çağrılarına yanıt versin mi veresin mi kestiremeyen küskün kız... neyse uzatmayayım.Eskiden Claude Sautet’nin çektiği dostça,sıcak orta sınıf filmlerine özenen bir yeniyetme; Ülkü Tamer’in dizelerindeki gibi, herkesten şişman olup olmadığını bilmiyorum, ama dersini hiç öğrenemediği açık!
Buna öyle eleştirmen ödülü yetmez,bir de Oscar değilse bile, en iyi yabancı film, Altın Küre falan verilmeliydi !
Yabancı ülkedeki eleştirgeçler ödüllerini verip geçmişler,ee bizimkiler geri mi kalsın? Onlar da çarşaf çarşaf övgü yağdırdılar.
İnsanlar böyle bir film yazıp çekebiliyorsa,bundan hiç utanmıyorsa; eleştirmek’le görevli ağalar beyler ödül veriyorsa, bizimkiler buna katkıda bulunmaya doyamıyorsa, neden herkes Bush’la, şapşallığıyla, ayyaşlığıyla, örneğin abc kitabını ters tutmasıyla alay ediyor,hiç anlayamıyorum: bu kadarı bile bize çok değil mi?
*
Geçen gün Papirüs Yayınları’na uğradım, yeni kitapları toparlayıp verdi Evin Okçuoğlu. Gerçekçi Şiirde Yürüyüş dizisinde üç kitap basmışlar: Veysel Çolak’ın Mürekkep Zamanlar’ı;Ahmet Günbaş’ın, Çağlaçakır’ı ve Serdar Koçak’ın Avare Şiirler’i.
İnceleme dizisinde Veysel Çolak’ın başka bir çalışması var: Edip Cansever’de Şiirin Kanı. Öner Ünalan’sa Darwin Ne Yaptı’yı hazırlamış.
Hüseyin Mevsim, Bulgr kadın ozanların şiirlerinden bir seçmeyi Güneşin Bir Çiy Damlasında Parıldadığı Gibi’de toplamış.
Muammer Sığırcı da okuyup beğendiği bir kitabı, Stalingrad’dan Son Mektuplar’ı çevirmiş.
Evin Okçuoğlu ise Kosova iç savaşını yaşamış bir kızın öyküsünü anlatan Alice Mead’in Kosovalı Kız:Zana’sını kazandırmış Türkçe’ye.
Yayınevi Bülent Dağdeviren’in Servi ile Kıranta adlı romanını; Öner Yağcı’nın Nazi Kampları’nı da basmış; yazın ve düşün severlerin gönül rahatlığıyla alabilecekleri yapıtlar.
*
Bir süre önce, Nimet Çakıcı ile Çağrı Kınıkoğlu bize gelip Sümeyra Çakır’la ilgili bir belgesel hazırlamak istediklerini, onu tanıyanlardan biri olarak benimle de söyleşmek istediklerini söylediler;ve dediklerini yaptılar, bir gün gelip uzun uzun çektiler.
Sonra bu yıl 6 Şubat’ta, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin Kadıköy’deki yeni yerinde hem bu belgeseli göstereceklerini, hem de sevgili Sümeyra’yı anacaklarını haber verdiler. Ben de katıldım.
Ruhi Su’dan yalnız, Avustralya gezi-dinletisi sırasında çekilmiş upuzun filmlerin topu topu yarım saatlik bölümü var bugün elimizde; Nimet’le Çağrı’nın bu belgeselin altından nasıl kalkacaklarını epey merak ediyordum doğrusu. O gün Serçelerin Süvarisi:Sümeyra’yı izlerken gözüme kulağıma inanamadım: aslında Devlet’in, Kültür ya da Eğitim Bakanlığı’nın yapması gerekeni bu genç sevdalılar başarmıştı; hem de kusursuz biçimde. Keşke denk düşseydi de, Ruhi’ciğimi de bu tutkulu insanlar belgeleyebilseydi.
Belgeselin ardından Nimet’le arkadaşı Orgun Orçunsel geldiler sahneye; Ruhi Su Vakfı’nda koşuştuğu dönemden beri dinlememiştim Nimet’i; ikisi Sümeyra’nın söylediklerinden, biri de Ruhi Bey’in türkülerinden olmak üzere üç türkü söyledi bize, son derece ölçülü, duyarlı. Gözüm yaşardı.
Ardından ilk kez dinlediğim Nevzat Karakış geldi karşımıza; Nevzat’ın dolgun, tok bir sesi, daha önemlisi müzik kulağı var; onlar da birkaç türküyü ağız tadıyla dinlettiler bize.
Nevzat, anma toplantısının ardından, çantasından çıkarıp Bizâr adlı diskini armağan etti bana;annesinin sevdiği türküleri söylemiş. Annesinin sevdiği türkülere ben de bayılırdım, çok sevindim.
Son olarak Grup Kızılırmak eşliğinde İlkay Akkaya katıldı Sümeyra’cığımı anmaya.
Kültür Merkezi’nin yapısına da, kullanılma biçimine de, odalarda vızır vızır koşuşan gençlere, sürdürülen etkinliklere sözün tam anlamıyla bayıldım; ne kadar önemli, güzel bir iş başarmışlar o yuvayı açıp yaşatmakla: her yaştan insan orada hem birbirleriyle, hem sanatla kucaklaşıyor.
Ama Ruhi Su ile Sümeyra Çakır’ı kanserden öldüren acımasız küresel saldırı bütün azgınlığıyla sürüyor; şimdi artık yalnız ilerici, devrimci sanatçılarımızın canını değil, bütün yurdumuzu istiyorlar;bakalım nasıl kurtulacağız bu son kasırgadan?
*
Sevgili dostum Hâşim Nur Gürel, Ravelli’de bir sergi açtı, hem kar kış, hem de karşıda olduğu için gidemedim; ama sağolsun Selvin’in gönderdiği kitap hiç değilse bir izlenim edinmeme yardım etti.
Glayöller ve Gölgeleri başlıklı sergide öncelikle çiçek resimlerine yer vermiş Hâşim; çok özgün çiçekler yapmış; birkaç da Sivriada var. Karşıda oturup da sergiye gitmemişseniz çok yazık olmuş doğrusu.
*
Küresel yozlaşma maşallah silindirden beter: ezip tuz buz etmediği hiçbir şey, hiç kimse yok. Son örneği, Taksi Sürücüsü’nün yönetmeni.
Çektiği filmleri şöyle bir gözünüzün önünden geçirin; bu kısa doğmuş insan kardeşimiz hepsinde şiddeti anlattı, en dayanılmaz şiddet sahneleriyle.
Son filmi de öyle.
BBC’nin ünlü soruşturmasını okumuşsunuzdur: şimdiki başkanlarının yeniden seçilmesine Türk halkı %82 oranında olumsuz bakarken, eski İngiliz sömürgesinin aç gezip ineklere dokunmayan halkı aynı oranda alkış tutmuş; haberlerde yalnız bizim orana yer veriliyor, buna değinilmiyor. Oysa bu da aynı derecede önemli, anlamlı: bu çağdaş Hitler’i alkışlayan Hint halkıyla Avrasya, Şangay Birliği falan gibi denge sağlayıcı girişimler başarıya ulaşabilir mi? hiç olasılık yok.
Buna dayanan ak ya da karaderili çılgınlar Türk halkına ateş püskürüyor: ne manyaklığımız kaldı, ne paranoyaklığımız!
Oysa bu filmi izlerken görüyoruz: asıl tanıma sığmazlar kendileri! Bir Yaralı Yüz’ü çekmiş olmaları, uçakların evriminde şöyle şöyle görev almış olmaları neye, kime yarar? Filmin tek başarısı hem o adamın, hem de dünya halklarının başına görülmemiş bir bela kesilen irili ufaklı bütün yöneticilerinin ne korkunç kaçıklar olduklarını somut olarak göstermek – onları sevimli, başarılı insanlar olarak sunmaya kalkışsa da.
Ünlü sinema yazarımız, Oscar’ı bu kez alacağından emin; bence daha önceki benzerleri gibi, bütün ödülleri buna vermeliler: hepimizi cehenneme götürecek dört, kırk, bin kırk atlı var bu filmde, o toplumda!
Bunlar ortada da, dünyanın ger kalan kesiminde yaşayanlar,yaşamak isteyenler bu vebalılardan kurtulmayı başaracak mı? asıl sorun bu.
*
Sezdiğim gerçekleşiyor ne yazık ki, her alanda dürüst, tutarlı üretimde bulunanlara yer kalmıyor çılgın tüketim düzensizliğinde.
Bunun son örneği, Mehlika Baş’ın Ortaköy’de kendisi de sanat sevdalısı Sabine Buchmann’ın Galeri 310’da açtığı sergi oldu; Mehlika’nın cıvıl cıvıl renkli, sevecen, oyuncu kedilerini okşamaya bir avuç gerçek dostu geldi; oysa aynı saatlerde birkaç yüz metre ötede toplumun nabzına göre şerbet veren bir insanın sergisi tıklım tıklımdı.
Yaşasın, çok yaşasın, her şeyi silip süpürsün sıradanlık!
Adam Sanat okurlarından Mehlika’nın kedilerini bağırlarına bastırabilecek olanlara yazık oldu.
*
Resim-müzik-sinema tutkunu dostum Nurettin Ergun aradı dün akşam,” Nermi Uygur için yazacağın yazıya Lazar Berman’ı da ekle, geçen hafta ölmüş çünkü”,dedi.
Lazar Berman büyük piyano yorumcularından biriydi; sevgili Panayot Abacı, şimdi artık katlı otoparka çevrilen eski Maksim’de dinletmişti onu bize; yakın zamandaysa Fransızların Klasik Müzik kanalında rastlayıp dinliyordum.
*
Yapı Kredi yine nitelikli bir sergi düzenledi:Josehp Beuys:Aslolan Çizgidir.
Beuys, 1921’de Krefeld’de doğmuş, 1986’da Düsseldorf’ta ölmüş; 2. Dünya Savaşı’na pilot olarak katılmış;düşürülen uçaktan sağ kurtulmuş; İngilizlere tutsak düşmüş, oradan da sağ dönmüş. Yontu eğitimi alarak işe başlamış; sonra resme geçmiş. Çok yönlü, çok meraklı bir insan : ilk çevre korumacılardan. Bu yüzden yurdunda adına dikilen fidanlar, sergi dolayısıyla burada da yinelendi.
Gerek serginin düzenlenişi, gerek hazırlanan katalog ince beğeni ürünüydü.
Katalogta, 1953’teki ilk sergisinde çekilmiş bir resmi var: diri, rahat bir yüz; kataloğun kapağındaysa, bakışlar kederli, çene kasları gergin, dudaklar büzülmüş: artık yaşama sevincini yitirmiş besbelli. Küresel yozlaşmaya dirimsel enerji mi dayanır?
*
Ne güzel rastlantı, uzun süredir üzerinde çalışılan Ruhi Su Belgeseli de bu ay bitirilip gösterildi, 28 Şubat akşamı İtalyan Ekin Merkezi’nde.
Hilmi Etikan ve arkadaşları,eski Ekin Bakanları’ndan birinin de gönüllü desteğiyle sonunda bitirmişler çalışmalarını; ele alınan çok sıradışı bir sanatçı olduğundan, izleyecekler daha başından etkilenmiş durumdaydı elbet; sınırlı olanaklarla epey doyurucu bir belgesel hazırlamışlardı aynı derecede gönüllü bu gençler.
Ruhi Su’yu anlatan yakın dostlarından birçoğu artık aramızda değil; bu yüzden de bir bakıma onların da göründükleri son belge olmuş.
Bu kadar olanaksızlık içinde, elbet kimi öğeler gözden kaçmış; örneğin, Pir Sultan ve Semahlar’ın hazırlanışında önemli katkıları olmuş Yusuf ve Mustafa Başaran’a hiç değinilmemiş; Dostlar Korosu’na adını, yerini, canını sunmuş olan Genco Erkal da öyle. Olsun, hem bu ülkede, hem acımasızca sömürülen bütün öbür yoksul bırakılmış ülkelerde yaşayanlar azla yetinmeyi biliriz, unutmadık hâlâ; tıpkı Avustralya Dinletisi gibi, bu, elimizdeki biricik belgesel Büyük Usta konusunda.
Emeği geçen herkese yürekten teşekkür.
*
Sevgili dostum Mehmet Kıyat yaşadıklarımıza uygun bir şiir yolladı; gelin onu paylaşalım.
UMURUNDA DEĞİL


Kimsenin umurunda değil
Ne kurtuluş
ne tarih
Ne de coğrafyanın ince dokuması
Şafağın şaşmaz birlikteliği
Kıyı boyu verilen sözler
Kimsenin umurunda değil


Kimsenin umurunda değil
Martılarla indiğimiz deniz
Emeğin gözü yaşlı yalnızlığı
Çocukların oyun özlemi
Erdeme ayırdığımız günler
Kimsenin umurunda değil.
*
Dilara Alp, Adana’da, Başkent Üniversitesi’nin İlköğretim Okulu 5. sınıfta okuyor; Japonya’da, 12 ülkeden 12597 öğrencinin katıldığı Uluslar arası Çevresel 5. Çocuk Yarışması’nda birinci seçilmiş; resmi bence, Abidin Dino’dan Nâzım’ın istediğinin ta kendisi: mutluluğun resmi.




Adam Sanat, Nisan 2005, 231

1 Mart 2005 Salı

DMİTRİ

Teresa Berganza, Bryne Terfel ve daha başka birçok yorumcu gibi, Dmitri Hvorostovsky’yi bize sevgili Aydın Gün tanıtmıştı; daha önce adını bile duymadığımız bu sıradışı baritonu şenliklerden birine çağırmış, AKM’de bizlere dinletmişti. O gün Sevil’le nasıl çarpıldığımızı, kendimizden geçtiğimizi,günlerce ondan söz ettiğimizi hiç unutmam.
Dolayısıyla İş Sanat’ta dinleti vereceğini duyunca hemen koşup bilet aldım, ve 8 Ocak akşamı yeniden dinledik bu güzelim varlığı.
Olasılık-gereklilik ikilisi onda zarları 6+6 atmış: kusursuz çizgili bir yüz, başkalarında kusur sayılabilecek beyaz-sarı saçlar, Rostropoviç’inki gibi Sevil’i kendinden geçiren incecik bir burun. Kısacası, insan güzel bir sesle doğabilir elbet, ama yanına bu incelikler katılınca büyü tamamlanıyor.
Ruhi Su gibi, sırım bedenine çok yakışan, Rus halkına özgü , kara bir giysiyle çıktı sahneye;içine de onun azıcık açığı bir gömlek giymişti: ceketinin düğmelerini çözdüğünde, dişi kardeşlerimizi tiril tiril titretmek üzere yontuyu andıran gövdesinin silik izleri seçiliyordu.
Sağlam bir eğitim aldığı besbelli; Cecilia Bartoli gibi, doğa ona da, sözle anlatılmaz bir ciğer gücü, eşsiz bir yorum yeteneği bağışlamış: ister opera ister halk şarkısı olsun, en küçük bir zorlanmaya girmeden, Batılı yorumcularda sık sık rastladığımız gösterişli davranışlara kapılmadan, insanı havalara uçuran bir yoğunlaşmayla söylüyor şarkılarını. Yine Ruhicim gibi, tepeden tırnağa sevecen bir soyluluk anıtı; en gerekli yerlerde hafifçe gülümsüyor, orkestradaki arkadaşlarıyla usulca şakalaşıyor, zaman zaman da bizlere bakıyor gibi duruyor ; ama ne duruşta, ne yorumda en küçük bir gevşeme var. Eller kollar gereksiz yere sallanmıyor, yüz kasları boş yere gerilmiyor, hiçbir ucuz ses gösterisi yok, ayaklar mıh gibi yere çakılı, şarkı tapınır gibi söyleniyor:dolayısıyla salonda çıt çıkmıyor.
Birinci yarıda söylediği Haendel’in ünlü şarkısını şimdiye dek birçok yorumcudan dinledik, kızlı erkekli; ama Dmitri’ninki nasıl duyarlı ve çarpıcıydı! Yaşa canım! Ömrün uzun olsun.
İkinci yarıyı Rus halk şarkılarına ayırmış olmaları çok yerindeydi; o akşam bu dinletiye gelebilenler, orta sınıf için (öyle bir sınıf kalmadı zaten) yıkım sayılacak parayı göz kırpmadan verebilenler, belli ki iyi birer opera dinleyicisi değildiler: opera aryaları hak ettikleri alkışı alamadı sanırım.Bereket halk şarkılarını tadabildiler, çağımızın bu sıradışı yorumcusu da verdiği emeğe yakışır biçimde alkışlanabildi.
Dmitri’yi dinlerken, Sibirya’da doğmuş bir halk çocuğunun, yeteneğine uygun eğitimi alıp insan kardeşlerini mutlu edecek bir yorumcu oluşunu düşündüm; bu fırsat, yakın tarihimizin ancak belli bir döneminde açık kaldı halk çocuklarına, Rusya’da da, Türkiye’de de.
Ama Ruslar, bütün dünyadaki şaşkın yağcıların alkışlarıyla iyice sapıtan Stalin ve benzerlerinin önderliğinde, insanlık tarihinin kendilerine bağışladığı hakça, uygarca bir düzen yaratma olanağını çarçur ettiler; sömürgeci Batı anamalcılığının acımasız dişleri arasına atıldık hepimiz;bundan böyle Ruhi Su’lara, Dmitri’lere açık durmayacak artık sanat yolları; üstelik sanatın tanımı da değişti, eski soyluluk arayışı uçtu gitti; varsa yoksa daha büyük yığınları en kolay yoldan sarsma, sonunda paracıkları cebe indirme!
O akşam orada Madımak’ta 37 insanımızın cayır cayır yakılmasına sessizce göz yuman, kılını bile oynatmayan eski yöneticiler de vardı; tıpkı eldeki bunca iletişim aracına karşın, Güneydoğu Asya’daki kırılmanın birkaç saat sonra bütün çevre kıyıları silip süpüreceğini bildiği halde bunu bütün araçlarıyla oralarda yaşayanlara duyurmayan canavarlar gibi, açtığı savaş bütün cephelerde milyonlarca kişinin canına mal olurken Shakespeare oyununda ağlayan Hitler gibi, bunların da, benzerlerinin de Hvorovtosky’yi dinlemeye, yüceliğiyle bir an için ışıldayıp kendilerini soylu saymaya hakları yoktu;ama para gücüyle el koydular bu hakka.
Oysa, etkiye tepki yasası sürekli işliyor evrende; sandıkları gibi öbür dünyada görülmüyor hesaplar,hemen şu anda, burada dürülüyor defterler: kurunun yanında yaşı da götürse bile. Nasıl bu kadar kör, vurdumduymaz oldu insanlar?
Neyse, elimizde hâlâ Dmitri’lerin bulunmasına; gittikçe çekilmez kılınan günlerin birinde gelip bizi iki saatliğine arındırmasına ne kadar şükretsek az galiba.
*

Kaynak Yayınları,son iki kitabını gönderdi; Y,Y.Lansere’nin,1922 yılında Ankara’da yaşadıklarını, resimlerini yansıtan Ankara Yazı ile Betül Aslan’ın Türkiye-Azerbaycan İlişkileri ve İbrahim Ebilov (1920-1823) adlı çalışması.
İki yapıt da Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında Ankara’da yaşananları önemli ayrıntılarla bugünün okurlarına anımsatıyor.
*
2004 yılının son büyük sergisini Tevfik İhtiyar düzenledi Antik Galerisi’nde:Nedim Günsür.
Her zamanki gibi, dar zamanda, ateşli bir çalışmayla,özel derlemelerden,müzelerden sanatçının belli başlı yapıtlarını toplayıp sanatseverlere sunmuş.
2005’in ilk önemli sergisiniyse YK açtı Kâzım Taşkent’te; Zeki Faik İzer.
Bu sergiye de ressamın belli başlı yapıtları toplanmıştı elbet;hiç görmemiş olanlar, özlemiş olanlar için çok değerli bir armağan.
Ayrıca, her zamanki gibi, Seyit Ali Ak’ın çabasıyla, Sermet Çifter Salonu’nda, ressamın Akademi'de, sokakta, kentte çektiği fotoğraflar da sergilenmiş; gerek resim sergisinin,gerek fotoğrafların katalogları özenle basılmış.
*
Önce Pera Tiyatrosu’nda, Nesrin Kazankaya’nın yazıp sahneye koyduğu Dobrinja’da Düğün’ü gördük.
İnanılmaz bir körlükle bütün eski yapıları çökertmeyi, ulusları parçalamaya, ülkelerine dolaylı dolaysız el koymaya girişen sömürgen anamalcıların bütün Balkanlara, o arada Saraybosna’ya çektirdikleri sıradan insanların bir düğün çevresindeki yaşamıyla özetlendi.
Tiyatro sanatını özlemişseniz, her yanı dökülen çürümüş sanat ortamında gerçek bir mucizeyle sessiz gösterişsiz o köşede ayakta durup insana yakışan işler yapmayı sürdüren Pera Tiyatrosu’na koşun.
Arada, adının anılmasını hak etmeyen, ama dillerde sayfalarda dolaşan bir Türk filmine gittik Nilgün’le; her açıdan acıklıydı: ne doğru, dürüst bir öykü; ne sıradışı bir çekim; ne de en küçük bir oyunculuk kırıntısı vardı.
Ancak, rastlantı ve gereklilik bir kez daha oyununu çok şaşırtıcı biçimde oynadı, ressam Mehlika Baş, cnbce’den çektiği bir filmi verdi: Yağmurdan Önce.
Makedon yönetmen Milcho Manchevski aynı savaşın Makedonya’da Arnavutlarla Makedonların bilmem kaç yüzyıldır birlikte yaşadıkları bir köyde usul usul boğazlaşmaya yol açısını unutulmaz bir incelik ve çarpıcılıkla anlatıyor.
24 yıl önce ülkesinden kaçıp Londra’ya sığınan, görüntüleriyle sonunda ünlü Pulitzer Ödülü’nü alan Alexander Kirkov’un yaşamının üç sayfasında ilkin deniz kıyısındaki bir tepenin doruklarına oturtulmuş kilisedeki sözümona siyaset ve savaşdışı dinadamlarının dünyası geliyor karşımıza; ama anamalcı saldırının acımasız savaşı az sonra oraya da ayak basıyor.
Ardından, Kirkov’un görüntülerini kullanan kuruma, Londra’ya gidiyoruz; sevgilisiyle tanışıyoruz; Bosna’ya gönderilmiş olan Alexander beklenmedik bir anda çıkıp geliyor, eşinden ayrı yaşayan evli sevilisine birlikte Makedonya’ya gitmeyi önerip uçağa atlıyor; o arada, sersem şımarık Batılıların, bütün dünyaya saçtıkları nefret tohumlarıyla, sıradan bir lokantada taranışlarını görüyoruz: yerli yerinde görüntüler, ustaca bir kurgu, saygı uyandıran oyuncular, kısacası gerçek bir görsel şölen; hem de acının doruğunda.
Son sayfa aslında ilk sayfanın arkası; Arnavut kızı Tamira’nın hem de kendi akrabaları tarafından vurulduğu yerde bu kez Kirkov’un kendi hısımlarınca taranması.
Yaşa Manchevski!
Gün geçtikçe çıldırtılan insanların el birliğiyle yarattıkları cehennem bundan güzel anlatılamazdı.
Televizyon ya da sinemada kaçırdıysanız, hemen kaset ya da cd’sini edinin.
*
Kırk yıllık yazındaşım Şemsa Yeğin, geçirdikleri büyük sarsıntıların altında kalmadı şükür, dahası dikilip yeni alanlara el attı: geçende Can Yayınevinin Galerisi’nde, Boynu Sıkılan İnsanlar adlı bir seramik sergisi açtı.
Doğrusu, onca yıl yazın dünyasında yaşamış bir insan için epey şaşırtıcı seramikler ortaya koymuştu; sanırım hak ettiği ilgiyi görmüştür. Ne mutlu böyle kendine yeni dünyalar yaratabilenlere!
*
Alp Bartu ile Reha Yalnızcık, son çalışmalarını Doku’da sergilediler.
Sanatçının Ulusal Kanal Seferberliği, İzmirli 50 sanatçının katılımıyla, bu kez İzmir’de sürdü.
Sevgili Mehmet Kıyat da, Doku Galerisi’nin Ankara kolunda, Şubat’ta Asya deprem kurbanları için bir sergi düzenledi;onu seven bir kucak ressamdan derlediği bağışları satışa sundu, elde edilecek gelir o çileli kardeşlerimize gönderilecek;satılmayan resimler İstanbul’da sergilenecek, ardından Güney Doğu Asya’ya. Ne güzel değil mi?
Can dostlarımda Türkân Sılay Rador son çalışmalarını en sevdiğim galerilerden Kızıltoprak’ta sergiledi.



Adam Sanat, Mart 2005, s.230

1 Şubat 2005 Salı

BİHRAT’IN İŞLİĞİ

Aralık’ın ilk sergisi Ekvator’daydı; Hayati Misman’ın özgün baskılarını sergilediler;gittiğim anda,genç,alımlı hanımlar birbirleriyle yarışarak kırmızı noktalar yapıştırtıyorlardı yapıtlara;ne mutlu değil mi?
*
Sevgili dostum Osman Şahin aradı,kitabını armağan etmek istediğini haber verdi, buluştuk; yazılarından 43’ünü seçip bu kitapta toplamış,Berfin yayınları da basmış.
Kitaba adını veren yazıda Mehmet Başaran’ın Mehmetçik Mehmet adlı romanından söz ediyor;o da kendisi gibi Köy Enstitüsü’nde canını ve aklını kurtarabilmiş talihli köy çocuklarından, biliyorsunuz; yedeksubay okulunda er çıkarılıp Anadolu’ya sürgün gönderilişinin öyküsünü anlatmıştı en çarpıcı biçimde.
Osman Şahin, ekinsel dünyamızda çok yaygın bir kalıbı kırmış insanlardan:yazarlar müzik dinlemez,sinemaya gitmez, ömründe tek bir opera tek bir bale izlemez.Osman’sa sanatın her dalına meraklı; nitekim yalnız yazar arkadaşları,ozanlar üstüne değil, Zehra Aral,Gülgün Başarır,İsmail Avcı, Ali Candaş, Ramiz Aydın için yazdıklarını almış kitabına.Böylece ilkin kendine armağan vermiş, yaşamını bezemiş.
*
2 Aralık akşamı Doku’daydık Nilgün’le; Kayhan Keskinok son çalışmalarını sergiliyordu.
4 Aralık Cumartesi günüyse Kuzguncuk’a, Harmoni’ye gittik;sevgili dostum Yusuf Katiboğlu’nun sergisine.
Yusuf’un işliği Asmalımescit’te, dolayısıyla yaşamının büyükçe bölümü Beyoğlu’nda geçiyor;o da bu sergisinde buradan esinlenen resimlere yer vermiş, en büyüğünün adı Beyoğlu Tırtılı.
Ayrıca, eski yazıdaki vav’ı andıran tekneler çizmiş;bununla ilgili bir de fıkra anlattı, her zamanki sevimliliğiyle, ayrıntılarını unuttuğum için yineliyemiycem, ama karşılaştığınızda kendisine anlattırın,tadına doyulmaz bir öykü!
Biz gittiğimizde sevgili eşi Ursula, özenli giyimiyle yanı başındaydı elbet;bir de Bihrat Mavitan’la galeri yöneticisi hanım vardı elbet;az sonra, dersini yeni bitirmiş Alev çıkageldi,hemen süslenmeye gitti.
Kalkmaya hazırlanırken, Bihrat, “iki dakika benim işliğe uğrayalım,bir şey vereyim” dedi.
Ne garip, yıllardır gideriz Kuzguncuk’a, ve Bihrat’ın işliğini görmemişiz; geçen yıl Alev’in sergisine gittiğimizde bile olmamış bu. Neyse,demek kısmet o güneymiş.
Gösterişsiz kapıdan içeri adım atınca ağzım bir karış açık kaldı: burası bir işlik değil, tam anlamıyla bir üretimlik’ti, başlı başına bir sanat yapıtıydı;ömrümde bu kadar düzenli, renkli, ince beğeniyle düzenlenip bezenmiş işlik görmedim, ne yaşarken, ne belgesellerde! İşlik deyince usuma da, gözümün önüne de hep karman çorman, darmadağınık yerler gelir.Aman yolunuz Kuzguncuk’a düşerse ya da kendiniz düşürün, gidip bu olağanüstü güzellik ocağını görün.
Koşup iki kitabını getirdi:Bihrat Mavitan, Heykel, Anıt ve Bihrat Mavitan’ın Kitabı, “Heykel”.
Birincisi, 27 Ekim-4 Aralık tarihleri arasında açtığı yontu sergisini tanıtmak üzere hazırlanmış; ilginç bir rastlantı-gereklilik çakışmasıyla, soyadının son hecesini ad olarak taşıyan bir çizer dostu, Tan Oral’ın yalın bir çizimi yol açmış Bihrat’ın son dönem yontularına; ne güzel bir etkileşim, tohumlama değil mi?
İkinci kitap, benim sanata ve dünyaya bakışıma çok uygun, gerçek bir imece ürünü :annesine adadığı, Nurol Holding’in bastırdığı kitabın metinlerini Dr Emre Kapkın,Serhan Ada, Samih Rifat yazmışlar.
İşlik resimlerini Nevzat Sayın, siyah-beyazlarıysa Samih çekmiş.
Yontu fotoğrafları Erdal Aksoy, Tan Mavitan ve Eyüp Görgüler’in; basım öncesi düzenleme çilesinin ilk adımı Tan’a, ondan artanlar Mehmet Ulusel’e düşmüş.
İki kitapta da Bihrat’ın insanı sevinçten uçuran yapıtları var; en güzeli, doyurucusu elbet bunları sergide ya da işliğinde üç boyutlu görmek, ama bu fırsatı bulamayanlar için kitaplar çok değerli kaynak.
İkisinde de kısa özgeçmişi var, kendine özgü ince alaylı diliyle.
Büyüğünde, ayrıca, sanata bakışını da dile getirmiş;onu sizlerle paylaşmak istiyorum:
Sanatımda, heykel, bir düşün peşisıra gelir.Bu düş bir figürdür.Bu figüre kendimi yakıştırıyorsam da, bu figür kimliksizdir. Benim düşlediğim her kişi oluverir. Bilmedik ya da çok bildik bir mekânda dolaşıverirler. Bilmedik ya da çok bildik bir mekâna doluşuverirler ve o noktada hareket son bulur. Kadrajiyla kaidesiyle sunuluşuyla artık benimdir. Yeni figür yeni mekânını aramak ve yerleşmek için karşıma gelir. Hep karşımda dururlar. Hiç ben onların onlar benim arkama geçmeyiz. Hep yüz yüze bakarız. Hiç “keşke” dedirtmezler bana.
Sanatın sanatçı için olduğuna inanırım.”Ars gratia artis”Bu, yeni yapacaklarımın ana fikridir. Eskiz hazırdır.Bence malumdur.Şaşkınlığa, sürprize, hayrete gerek yoktur. Yeterli ısrar, yeteneği hizaya getirir. Tevazu gerekmez, yaparsam iyi yaparım kuralına uyarım. Kendi beğenim çalışma ısrarımı oluşturur. Hep bir sonraki heykelimi merak ederim. Buradan anlaşılıyordur, heykel, bir sonraki yapacağımın ilk aşamasıdır.
Soyut ile somutun öpüştüğü bir noktada ekspresif bir anlatım tarzım vardır. Bu anlatım malzemeyi saptar. Malzemeye aşık olurum, ama bu uzun sürmez, yenisini çağırır.”Karışık teknik” denen tuzağa düşmemek için aynı teknik ve değişik malzeme peşindeyimdir.
Akademiliyim. Öyle kalmakta ısrarlıyım. Sihirim burada saklıdır. Heykel bölümündenim. Onun için resim yapmaktayım. Bilinenin aksine her heykelci biraz ressam, biraz mimar, rüyayı üç boyutlu görebilen sanatçıdır. Her rüyanın resmi yapılabilir, her resmin de heykeli,gerisi tıraştır. Ama heykel “tıraş” değildir, zor iştir. Heykel, gölgesi düşen bir öyküdür.Önüne gelen de yapamaz. Yapsa da olmaz, yaldırlaşır.
Kuvvetli rüya ister, donanım ister. Unutkan heykelci olmaz. Rüyanızı unutamazsınız, sanat tarihini unutamazsınız, bütün sanatçıların yapıtlarını da...Hele önceki işinizi aslâ. Bu size ne yapmanız gerektiğini söyler. Hele bu ülkede ve bu ülke bu denli gölgede iken.
Dostlarımın, izleyenlerin ve sanatçı adaylarının beğenisi bu bilgilerle beslensin istedim.Kitabıma hoş geldiniz.
Bundan daha içten, gerçekçi, sevecen anlatım olamaz! Yaşa Bihrat! Bu aydınlık yapıtlarına yansımış zaten.
Rastlantı (olasılık)-gereklilik ikilisine nasıl yürekten inandığımı bilirsiniz;Bihrat bunların çok ışıltılı bir örneği;bedensel yapısı da, kafası da yıldızın parladığı anlarda oluşmuş.Bunun üstüne eklenen eğitim de öyle. İnsan yaratıcılığının doğal kaynağı sevisel dünyası da. Milyarlarca insan arasında Alev Ermiş’e rastlamak kolay mı?
Kitapların küçüğünde tek harflik bir dizgi yanlışı var; ressam Alev Ermiş’le evlendi¬-M. Neyse bu, büyük kitapta aslına, DİK’e dönüşmüş.
Ah, ne mutlu Mavitan’lara!
*
Ulusal Kanal’dan başka değinen yok; Edremit Koyu’ndaki Küçükkuyu’da arsa ve evlerin büyük bölümü yabancıları satılmış! Aynı şey bütün kıyılarda, Güneydoğu Anadolu’da olanca hızıyla sürüyor; adamlar işin kolayını buldular, kanla silahla değil, parayla alıyorlar topraklarımızı elimizden.
Bu işi yürüten emlâkçıyla konuşmuşlar, adam da çok mantıksal bir yanıt vermiş: Adamlar bir eve ya da arsaya bilmem kaç katı para veriyorlar; sakıncalı olsa BÜYÜKLERİMİZ bu yasayı çıkartırlar mıydı?
Bu yerinde soruya yanıt verecek gerçek yurtsever kalmadı mı ülkemizde? Hadi sivillerden geçtik, Atatürk’ün askerleri de yabancılardan buyruk almaya hazır mı?
Belli ki evrensel uygarlık değerleri diye bir şey yokmuş; kimse kimseye acımaz olmuş; öyleyse, bağımsızlık ancak onu hak edenlerin olacak. Gerisi boş.
*
Bu sessiz ele geçirme sırasında, günlük yaşam akıyor elbet; Muhsin Kut, resimlerini eski yuvası Hobi’de sergiledi.
Aralarında geçmiş günlerin çalışmaları da var, ama büyük çoğunluk yeni; Muhsin’ciğim, sevgili ozan dostum Zeynep Uzunbay’ın ilkesini hiç aksatmadan uygulayan ender insanlardandır: okuru ya da izleyiciyi aileden sayma.
Dolayısıyla resimlerini önce kendisi beğenecek gibi yapar; sonra gelip biz de tadarız.
*
Paris bir zamanlar sanatın, düşüncenin, ileri akımların öncüsü sayılırdı; şimdi ADB ve AB sömürgeciliğinin kurnaz (?) sözcüsü kılığına büründü:Zana’ya Paris’in onursal kentdaşlığını armağan etmişler altın tepsi içinde;karşılığında ne bekliyorlar dersiniz?
Orada tasarlanıp kaleme alınan “Kürtlere Özerklik” bildirisini imzalayanları okudunuz sanırım;pek çok tanıdık var; kendi payıma, örneğin Rahmi Saltuk ya da Yılmaz Odabaşı’yla karşılaşsam, usumun ermediği bir şeyi sorardım: neden İspanya Baskların tepesinden inmiyor hâlâ? Ve neden ABD, Kızılderililere yaptıklarını saymasak bile, neden küçücük Küba’nın boğazını bırakmıyor bir türlü? Işıl ışıl birer aydın olarak beni de aydınlatırlardı belki.
*
Yukarıda söylemiştim,Bihrat kendisiyle ve dünyayla barışık;dolayısıyla enerji alış-verişi dolu, verimli:nitekim, daha benim yazı bitmeden, Kızıltoprak Galerisi’nde “Tek ‘N’ler”, “Çok 'N’ler”, “Daha N’eler” sergisini açıverdi.
Denk getirip göremediyseniz çok yazık olmuştur.
*
Geçen gün Zeynep Uzunbay aradı, sevindiği bir haberi verip beni de sevindirdi: Feridun Andaç, Dünya Kitapları’nda son çalışması Yara Falı’nı da, önceki kitapları Sabahçı Su Kıyıları ile Yaşamaşk’ı da basacakmış.
Benim gibi Zeynep Uzunbay şiirini sevenler için de,ulaşamadıkları için tanıyamamış yeni sevecekleri için de ne güzel bir haber!
Ayrıca, Feridun Andaç’ın ince beğenisinin de yeni bir kanıtı; bir anda ne kadar çok kazanç.
Bu sevince Oktay Şimşek de katıldı;Yara Falı’nı o basmayı düşünüyordu;ama Feridun’un önerisini duyunca, anasıyla babasına, oluşmuş güzelim kişiliğine yakışan bir davranışla, “böyle bir fırsat bir yazara yaşamında bir kez çıkar, sakın kaçırma canım” diyebildi.
Yaşasın Demokritos!

Adam Sanat, Şubat 2005, s. 229

1 Ocak 2005 Cumartesi

“CHE”NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

“CHE”NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Bert an Onaran



Walter Salles’in Jose Rivera’nın çekimöyküsüne dayanarak yarattığı Motosiklet Günlüğü’nü görebildiniz mi bilmem?Rivera da öyküsünü filmin yaşamış iki kahramanının,Ernesto Guevera ile Alberto Granado’nun benliklerini derinlemesine etkileyen,kişiliklerini ve yazgılarını değiştiren o unutulmaz motosiklet yolculuğunu anlatan kitaplarına dayandırmış.
Biri tıp öbürü dirimsel-kimya okuyan 23 ve 29 yaşındaki iki Arjantinli genç,,üzerinde yaşadıkları anakarayı yakından tanımak üzere 1952 yılı Ocak’ında külüstür bir motorla yola çıkıyor,önce Kuzey’e çıkıp anakaranın öbür kıyısına geçiyor,sonra kıyı boyunca Peru’nun en ucuna gidiyorlar.
Yola çıkarlarken,Alberto’nun ana hedefi,”her kentte güzel bir kız bulup sevişmek”;Ernesto’ysa daha ölçülü,Miramar’daki sevgilisini birkaç gün görmek ona yetecek.
Çok güzel görüntüler eşliğinde Güney Amerika’yı tada tada başlıyor yolculuk;yönetmen sinema sanatına yakışan az sözlü bir anlatım gerçekleştirmiş.
Arjantin’den Şili’ye salla geçerlerken,büyüleyici gölün üstünde bir düş kuruyor Ernesto:okulu bitirince bu cennete gelip yerleşmek,bir bakımevi açmak.Alberto da katlıyor bu düşe.
Birbirini izleyen küçük olaylar sırasında geçtikleri yerlerin sıradan insanlarıyla,onarımcılarla,küçük kentli kızlarla,çiftçilerle,işçilerle,madencilerle karşılaşıp konuşuyorlar;her tanışma bilinçlerinde yeni bir aydınlanmaya yol açıyor:o kadar ki,sevgilisinin Amerika’dan mayo alsın diye verdiği 15 dolar,çölün ortasında bir gece ateş başında müthiş çarpıcı yüzlerine baka baka öykülerini dinlediği çifte gidiveriyor Ernesto’nun cebinden.
İnkalardan kalma inanılmaz kenti gezerken,küçük defterine:eşit olmayan bir çatışmaydı bu,İnkaların elinde dünyanın bütün bilgileri,bilimleri vardı;İspanyollarınsa barutu,yazıyor.Bir bakıma en büyük düşünsel çatlaklardan birini yaşıyor o kalıntılarda.
Sonra Peru’da bir cüzzam hastanesi,onun yazınsever,çalışkan başhekimi;cüzzamla ilk karşılaşmaları;hekimden ayrılırken,okusunlar diye verdiği anıları konusunda Alberto’nun kollayıcı sözler edişi,Ernesto’nunsa doğruyu küt diye söylemesi.
Anakaranın en ucuna varış;buradaki cüzzam hastenesinde dostça karşılanış,karşıdaki cüzzamlılarla kucaklaşma,dört elle işe sarılma.Bütün bu sahneler Ernesto ile Alberto’nun bilinçlerindeki evrimi çok duygulu,çor çarpıcı biçimde yansıtıyor.
Ama bence,filmin belki de en gözyaşartıcı sahnesi,Ernesto’nun o günkü ve gelecekteki kişiliğini en kusursuz biçimde gösterdi:iyiniyetli,ancak düşçü.
Nitekim,okulu bitirdikten sonra Küba’ya gidişini,Castro’yla birlikte devrimi gerçekleştirmek üzere dağ köylülerinin önüne düşmelerini şimdi artık herkes biliyor;ama siyasal erkin ele geçirilip yeni toplumun oluşturulmaya başlanmasından sonra,dünya devrim tarihinde iki sağduyu doruğu gibi parlayan Fidel Castro ile Mustafa Kemâl Atatürk’ün tersine,Che duracağı yeri ve noktayı bilemiyor;kalkıp dünya devriminin önüne geçmek üzere Kongo’ya,Bolivya’ya gidiyor ve ağzından sular akıtarak bekleyen anamalcı buyurucu düzenin tuzağına düşüyor;kendi işine de yaramayacak kahramanlığa ulaşıyor elbet,ama ne Küba halkına,ne Castro’ya yararı dokunuyor bu boş şehitliğin:Alberto,daha gösterişsiz,daha alçakgönüllü bir yol seçiyor:Küba’da kalıp şimdi pırıl pırıl gençler yetiştiren ve dünya hekimliğine çarpıcı örnekler sunan Havana Tıp Fakültesi’ni kurup çalıştırıyor.
Ernesto’nun ilerde canına patlayacak bu boş duygusallığı filmin gözyaşartan sahnesinde açıkça gösteriliyor aslında:doğumgünü kutlamasından sonra,gece karanlığında,bindir tehlikeyle dolu Amazon’a atlayıp astımlı ciğerleriyle karşı kıyıya,cüzzamlıların yanına gidişi:doğrusu,yarı yolda balıklara yem olsaymış,Bolivya dağlarında devrim şehidi olmaya fırsatı kalmayacakmış.
Filme gelince,Salles’le Rivera’yı,filme başından beri destek olan Robert Redford’u,kısacası yaratılmasına katkıda bulunun herkesi ayakta alkışlıyorum;hepimizi cehenneme götürmekte olan yalan dolanların ortalığı kapladığı şu can alıcı günlerde böyle bir yapıtın ortaya konmasını sağlamışlar.

*

Galeri Nev,Kasım’ın ilk sergisini Mübin Orhon’a ayırdı.
Doku,Ali Demir’le Marek Brozowski’nin yapıtlarını sergiledi.
Dostum Mehmet Şahin,Ekim’in son haftasında,bugününe dek biriktirdiği resimlerden seçtiklerini Sainte-Pulchèrie Lisesi’nde sergileyeceğini duyurmuş,ama gidememiştim.
Buna karşılık,Burcu Aksoy’un duyurduğu Yâsemin Erdin_Nuri Kuzucan ortak sergisine gidebildim;Nuri’yi yıllardır tanıyorum Aksanat’tan;sevgili Cihat Burak son baskı resimlerine çalışırken sık sık görüşürdük;o günlerde yalnız efendiliğini görebilmişim,oysa resim de yapıyormuş.Çalışmalarını tanıdığıma sevindim.
Ergin Atlıhan “New York-İstanbul Express” adlı sergisini Oda’da açtı;Orhan Akyürek’in yapıtları Artisan’ın yeni yuvasına konuk geldi.
Saim Dursun’u geçen yıl Terakki Vakfı Galerisi’nde açtığı serginin kitapçığıyla tanımış,çok sevmiştim;bu yıl sağolsun Türkân Gündoğdular ona Fransız Sokağı’ndaki Sanat Galerisi’nde yer verdi;Cânân,Melih,Mehlika,Nilgün toplaşıp gittik;derken Hatice de geldi;hem resimlerin,hem birbirimizin tadını çıkardık .

*

Geçen gün gazetede bir anabaşlık:Savaş değil,cinayet.Gerekçesi,bir Amerikan kovboyu,camiye sığınan yaralı Iraklıyı o tapınma yerinde güm diye başından vurup gebertmiş!
İlerici geçinen,kendini öyle gösteren gazetede bu haberi yazanın bilinçsizliğine,tutarsızlığına bakın:yahu,ataerkil düzensizliğin başından beri,şu güzelim yerküre üstünde savaşları kim çıkardı,çıkarıyor?başkasının karısında kızında,tinde sütünde,toprağında suyunda gözü olanlar değil mi?Güzeller güzeli Mustafa Kemâl,Kocatepe’de,30 Ağustos akşamı,uzayıp giden tepelere,koyaklara,ovalara bakıp:Bütün insanlık şu görünümden utanmalıdır!demedi mi?
Ama hele Hollywood dünyaya Sultan olalı beri herkesin kafası yıkandı omoyla,tertemiz oldu bütün bilinçler:sığırtmaç fimlerindeki gibi belde silah alana çıkacak,erkekçe vuruşacaksınız ki adına savaş diyebilelim.
Ah uyurgezer kardeşim,savaşın kendisi cinayettir,soykırımdır;hele bu yüzyıldakilerin artık en küçük bir özürü,allayıp pullama gerekçesi yok!
Bakın ne diyordu Ruhi Su Irmak adlı şiirinde:

Ağaç demiş ki baltaya
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben,öldüren benden.

Bereket,Ruhi Su gibi,bu bilinci yitirmemiş,dipdiri ayakta tutmaya çalışan insanlar hâlâ tüketilemedi;bunlardan biri,sevgili Rauf Denktaş,çığlık-çağrılarından sonuncusunda,Birleşememiş Milletler’in gözleri oya oya yürütmeye çalıştığı toplumlar arası görüşmelere artık katılmayacağını;doğruları yıllardır,sabırla,sayısız kez dile getirdiğini;paraca gelişmiş kafaca İlkçağ’ın bile gerisine savrulmuş yamyamlara bir türlü anlatamadığını;anayurttaki satılmış yöneticilerin sırtına sapladıkları bıçaklardan bıktığını;kimsenin bırakamadığı koltuğunu elinin tersiyle itip cumhurbaşkanlığından ayrılacağını,son ölüm-kalım savaşına halkının arasında katılacağını söylüyordu.
Bakın siz Denktaş’ın şu tutarlı,ışıl ışıl bilincine!

*

Başta Perinçek ailesi,Ulusal Kanal’da çalışanlar çok yerinde bir karar almış,eldeki bu tek doğru sözlü kanalı yaşatabilmek üzere Var mısın? adlı bir girişim başlatmışlar;ve halkımızın bütün güzel insanlarını coşturabilmek için de gönüllü sanatçılarla bu atılımı süslemek istemişler;çağrıya 152 ressam ve yontucu koşmuş.
Derlenen yapıtlar,Kiraz Perinçek’in güzel gözlerinin denetiminde,en yakışan yere,Resim-Heykel Müzesi’ne yerleştirilmiş.Bunda,şu ara orada yöneticilik yapan dostum Tunç Tüfekçi’nin katkısı olmuştur sanırım;öyleyse,alkış.
Belki de Dolmabahçe Sarayı’nın Mavi Gözlü konuğunun ölümünden beri ilk kez öksüz kalmış,itilmiş kakılmış,öldürülmüş süründürülmüş yurtseverler ürünlerini ve kendilerini bu salonlarda görüyorlardı o akşam.Eh,şu çözülme sürecinde azımsanacak bir merhem değil doğrusu!
Emeği geçen herkese içten teşekkür!

*

Birkaç hafta önce Aydnlık’ta,öteden beri topluma Bir Bilen diye yutturulan Bir Kafa Karıştıran konuşuyordu;Yahu,diyor,insan merak ediyor,AB acaba Türkiye’ye de Yugoslavya gibi parçalamak mı istiyor?
Utanmazlığın bu kadarını yalnız o ve benzerleri becerebilir!Wilhelm Reich,siyaseti duygusal veba,siyasetçileri de elbet vebalı sayardı;ne kadar haklıymış!
Yahu Morrison uşağı,1960’lardan beri,efendilerinden gelen buyruklarla,bu topraklarda ne kadar gerçek yurtsever,dahası insansever varsa hepsinin teker teker ya da topluca yok edilmesine maşalık etmedin mi?İMF’ye ve Dünya Bankası’na koşulsuz teslim olup güzelim yurdumuzun adım adım bugünlere getirilmesine canla başla çalışmadın mı?Şimdi aslında tek üzüldüğün İşverenin seni bırakıp dün dudak büktüklerini işbaşına getirmesi;Anadolu ve insanı tıpkı dünkü gibi, umurunda bile değil!
Ama aslında onun da çok kusuru yok;geçen gün bir ileti geldi;Susurluk tanıklarından bir emekli subaya dönen dolapları sormuşlar,yiten silahlar,dosyalar falan;bağışlayın,demiş,by-pas geçirdim,hiçbir şeyi anımsamıyorum. İletiyi gönderen dostum,galiba bütün toplum by-pass geçirdi,trilyon götürenler başa taç ediliyor,diyordu.Haksız mı?

Adam Sanat, Ocak 2005, s.228

1 Kasım 2004 Pazartesi

EYLÜL’ÜN GETİRDİKLERİ

Assos dönüşü ilk sergiyi Yapı Kredi’de gördük.
Yapı Kredi’nin kuruluşunun 60.Yılı olduğundan,o akşam beş sergi birden açtılar;gelenler her zamankinden çok muydu,yoksa Kâzım Taşkent Salonu yerine küçük sahanlığa ve merdivenlere buyur edildiğimiz için mi bilmiyorum,çok ıkış tıkıştık;bu yüzden sergileri gezemeden kaçmak zorunda kaldık.İlk fırsatta gidip rahatça gezeceğim.
Buna karşılık,ilk filmi sere serpe izledik:Michael Moore’un Fahrenheit 9/ll’i;yönetmen,ilk filmi Benim Cici Silahım’ın tersine,derli toplu,özü sözü belli bir film çekmiş.
11 Eylül’de İkiz Kulelere düzenlenen uçaklı saldırıyı ele almış;saldırının gerçekleşmesine yolaçan ilişkiler ağını ayrıntılarıyla incelemiş,çıkarılması gereken sonuçlara biz izleyicilere bırakmış.
Filmdeki belgeli bilgilere göre,saldırıdan bilmem kaç gün önce,FBİ böyle bir şey tasarlandığını ilgililere duyurmuş,ama kimse kılını kıpırdatmamış.
Saldırıdan sonra,uçakları kaçıran Suudiler ellerini kollarını sallayarak ABD’den ayrılmış,dahası bir an önce çekip gitmeleri sağlanmış.
Saldırıdan iki gün sonra,Başkan Efendi,Suudi Arabistan büyükelçisini Beyaz Saray’a yemeğe çağırmış.
Sözümona kırmızı bültenle aranan(?) Üsame Bin Ladin’in soyundan birileri Başkan ailesinin Teksas’taki petrol kuruluşunun ortaklarından.
Ayrıca,filmi izlerken bir köşeye yazamadım,Amerika’daki Suudi yatırımları,ortaklıkları büyük boyutta.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde,Başkan Beyefendi,küçük bir yerleşim biriminde,okulda;biri gelip kulağına saldırının yapıldığını fısıldıyor;ters tuttuğu kitap elinde,şaşkın bile olmayan,olamayan bir yüzle epeyce oturuyor:demek ki düzenlenen oyundan haberi yok.Ama dışarı çıkar çıkmaz,burnuna halka takmış olanlar,yapması,söylemesi gerekenleri hemen ezberletecekler nasılsa.
Başka çarpıcı bir sahnede,koskoca bir salonu dolduran ensesi ve cebi kalınlar,kadınlı erkekli avaz avaz bağırarak alkışlıyorlar Başkan’ı;o da,alabildiğine mutlu bir yüzle:Sağolun sevgili BASAMAKLARIM,bulunduğum yere beni siz çıkardınız! diyor.Gizlisi saklısı,korkusu kalmamış artık soygun düzeninin;eh,soyulanlar böyle kolay uyutulabildiğine,uyamaya böyle gönüllü olduklarına göre,sorun yok demektir.
Sinemadan çıktığımızda Beyoğlu kıvıl kıvıldı,ama içerde bir avuçtuk;besbelli yığınların keyfi yerindeydi.Tamam,öyle kalsınlar,nasılsa cehennem kesin!

*

Bir Güldürü Filmleri Toplu Gösterisi düzenlenmiş;Fransız Ekin Merkezi’nde birkaç Jiri Menzel filmine gittim dostlarımla.
Menzel’in güldürme yeteneği de,sinema dili de epey sıradan;üstelik,büyük güldürü ustası Chaplin’in kısa filmlerinden sonra gösteriliyor yapıtları,kıyaslama haksız oyuyor.
Ama kanımca Menzel büyük bir iş başarmış:o güzelim toplumcu ülkünün neden başarısızlığa uğradığını,uğratıldığını canlı kanıtlarıyla göstermiş.
Sovyetler Birliği ve uyduları,toplumculuğu,azıcık konuşan,düzensizliği eleştiren insanları kodese tıkmak;varlığımızın temeli cinsel güdüyü candarmayla denetim ve gözetim altına almak sanmışlar;bu filmlerde,güldürü bahanesiyle,bu düşünsel-kuramsal yoksulluk bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
İçerik bu kadar zavallı olunca oyuncular ne yapabilir? Onlar da sıraaltı.
Sevgili dostum Hasan’ın dediğine göre,Fellini ya da Chaplin’e özendiğinden besbelli,Menzel’in kendisi de oynuyormuş filmlerinde.Çeken razı,çektiren razı,izleyenler haydi haydi razı,bana söz düşmüyor.

*

Neyse ki TRT Ettore Scola’nın görmediğimiz bir filmini,Akşam Yemeği’ni getirdi evlerimize;bütün öbür yapıtlarındaki gibi,filmin öyküsünün yazımına da,çekimöyküsüne de katılmış Scola;bir aşevinde akşam yemeğinde yaşananlar yine nasıl ince ayrıntılarla,hepimize özgü küçük acı tatlı gülünç olaylarla doluydu.
Nilgün’ün dediği gibi,gerek sinemada,gerek öbür anlatım yollarında,en zoru güldürü,soylu,ciddî güldürü.
Doğa ömrünü uzun tutsun Scola’cığım!

*

Sinema sanatında doyum ne yazık ki yeni yapıtlardan değil,işte böyle daha önce gördüklerimizden geliyor:TRT İnci Küpeli Kız’ı gösterdi,dalgınlıktan başını kaçırdım,bereket Mehlika almış her zamanki gibi,hemen kopyasını çıkardım,o arada da izledim;aman Tanrım,nasıl gerçek,duyarlı bir sevda öyküsü!Oyuncular,görüntüler,kurgu,müzik,kısacası her şey yerli yerinde.Akıllı-duyarlı hizmetçiyle eşinin sıkıdenetiminde yaşayan Vermer arasındaki tutkulu,ölçülü sevi nasıl ince dokunuşlarla anlatıldı! Yaşa canım!

*

Nilgün ilk gösterildiğinde sözünü etmiş,ama ancak bir hafta oynatıldığı için gidip görmeye fırsat bulamamıştık;neyse ki

*

Nilgün ilk gösterildiğinde sözünü etmiş,ama ancak bir hafta oynatıldığı için gidip görmeye fırsat bulamamıştık;neyse ki Yeşilçam Sineması bir yerlerden bulup getirdi,Christine Jeffs’in Sylvia’sını görebildik.
Yazınseverler bilecektir,yetenekli,ama talihsiz ozan Sylvia Path’in yaşamını anlatıyordu filmi;ozan Edward Huges’a vuruluşu,evlenmeleri,çocuklarının oluşu,zaten kırılgan olan kişiliğinin analık yükü altında ezilişi,şiir yazamayışı,eşinin yan ilişkileri,evliliğin çöküşü,ve Sylvia’nın daha önce birkaç kez denediği işi gerçekleştirip canına kıyışı.
Çekimöyküsünü yönetmenin kendisi mi yazmıştı,dikkat edemedim;ama burada da İnci Küpeli Kız’daki gibi,seçilen oyuncular,kişiliklerin yansıtılması,görüntüler,kurgu,sizin anlayacağınız sinemasal bütün öğeler dört dörtlüktü.Ama İnci Küpeli Kız ya da Fahrenheit’taki gibi,bu filmi de topu topu dört kişi izledik;iyi ki Reis Çelik’in geçimi bu sinemanın gelirine bağlı değil,yoksa ne böyle bir sinema salonu açık kalırdı,ne de böyle filmler gösterilebilirdi.

*

Geçen gün sevgili dostum Halide Yıldırım aradı,sevinçli bir sesle;iki yıl önce AKM’nin önünde kaldırımda bana imzaladığı Issız Kuğu adlı dosyası,Hatay’da ödül kazanmış;hem ödüle,hem kitabının basılacak olmasına haklı olarak çok sevinmişti.Ben de bu habere sevindim.Sevinci eksik olmasın!

*

Başka bir telefon da Mehlika’dan geldi;ortak dostumuz Bülent Oran göçmüş.
Zaten bir süredir ancak belli aralıklarla böbrek makinasına bağlanarak sürdürüyordu yaşamını,ve hiç ortalıkta görünmez olmuştu.
Bu çalışkan,üretken,sözün her anlamında yaşama sanatı ustası da yok artık dünyamızda;ince,duyarlı kişiliğini anımsamak isteyenler,bir anlamda ancak son fırsatta Oda’da sergileyebildiği camaltı resimlerine bakacaklar.
Sonsuzluğa yolculuğun ışıklı olsun sevgili dostum!

*

Papirüs Yayınevi son kitaplarını iletti;Ahmet Yıldız’ın eleştirel düşünce dizisinde basılan Kertenkeleler ve Edebiyat’ı;Adil Giray Çelik’in tarihin döndüğü anlar dizisinde yer alan Tarihin Yargıladığı Dâvâlar’ı;ve çocuk yazını dizisinde üç yeni kitap:Dinçer Sezgin’den Bir Şişe Gözyaşı;Türkân Gedik Bengi’den Mermiler Çiçek Açtı; yine onun,Mart Ayına Direnen Ağaç’ı.

*

Sevgili,sevimli dostum Türkân Gündoğdular,yaz başında atıldığı girişimi tamamladı,23 Eylül akşamı ilk karma sergisini açtı;Sanat Odası’nın üstündeki son iki katta ve taraçada sergilemişti İbrahim Çiftçioğlu,Burhan Doğançay,Devrim Erbil,Ahmet Güneştekin,Alexandrina Hristov,Ekrem Kahraman,Maria Kılıçloğulu,Ziyatin Nuriev,Neriman Oyman ve Adil Salih’in yapıtlarını.
Ömrünü sanatın içinde,ama başkaları adına ter dökerek geçirdikten sonra,kendi yuvasına kavuştuğu için alabildiğine sevinçliydi;gerçi dönem çok aykırı,artık sanata ayrılan artıdeğer eridi gitti;ne diyeyim,Demokritos yardımcısı olsun,sevinci sürsün!

*

Gerçi Er Ryn’ı Kurtarmak yeterli bir dersti,ama sağolsun Niloş filmsiz duramıyor,o yüzden Havaalanı’na da gittik;çok da iyi oldu,böylece bir tek Schindler’in Dizelgesi’yle elde ettiği her şeyi eritti amca.
Bütün dünya şimdiki başkanın örneğin abc kitabını ters tutmasıyla,daha başka bilmem hangi salaklarıyla dalga geçiyor;oysa yok birbirlerinden ayrımları:hepsi aynı derecede ahmak ya da bizi ahmak sayıyorlar.İkisi aynı ölçüde acıklı.21.Yüzyıl’da insanlığın geldiği yer,dahası,gitmekte olduğu yer ürkütücü.

Adam Sanat, Kasım 2004, s.226

1 Ekim 2004 Cuma

NAİLE AKINCI

Evin Sanat Galerisi, Naile Akıncı’nın yeni sergisini açarken, çok da güzel bir kitabını bastı. Ahmet Oktay, Mehmet Ergüven, Güven Turan, Haşim Nur Gürel ve Levent Çalıkoğlu’nun yazılarıyla başlayan kitap sanatçının bütün yaşamını özetliyor yapıtlarıyla. 1950’lerde yapılmış karakalem çizimler Naile Hanım’ın nasıl bir yorumcu olacağını başından kanıtlamış; sonra Atatürk Cumhuriyeti’nin Van’dan alıp okuttuğu bu yetenekli Anadolu kızı, kendisine verilen temel resim eğitimine kendi kişiliğini eklemeyi başarmış; Güven Turan’ın da belirttiği gibi, modalara, akımlara hiç aldırmadan, kendi canındaki doğayı görüntülemiş, görüntülüyor.
Kitabın arkasında yaşamından görüntüler var; 276. sayfadaki fotoğrafta Leyla Gamsız’la yan yanalar;ikisi de beyazlar içinde;Leyla Hanım’ın ellerinde kara eldivenler, gözünde kara gözlükler var: en parlak döneminde ansızın kararacak yazgısının önbelirtisi mi acaba? Leyla Gamsız da, Naile Akıncı gibi, kimseciklere aldırmadan, kendi özgün resmini yaptı.
Türk resim sanatının bu iki gözüpek, yiğit, kişilikli kadınına sonsuz saygı.
Evin Galerisi’ni de, hem sergi, hem bu kusursuz kitap için yürekten kutluyorum.
*
Aynı gün, Galeri Oda’ya sevgili dostum Burhan Temel konuk geldi.
Burhan da onların erkek kardeşi: hiçbir esintiye aldırmayan bu Karadeniz Uşağı, sırım gibi bedeniyle, fırtınası hiç dinmeyen denize bakan yüce doruklarda kendi kemençesini çalmayı sürdürüyor.
Oda’yı baştan başa bezemişti; bir avuç seveni gelip onu kucakladık; azıcık da dertleştik: karaparanın resme yatırıldığı dönem kapanmıştı; şimdi artık o yapay pırıltı öncesindeki günlere döndük: yaratıcılar, yorumcular yapıtlarını sergileyecek, kitaplarını bastıracak, bestelerini çaldıracak yer bulamayacak, olsa olsa evlerinde eşe dosta gösterecekler.
Ne mutlu, Burhan’cığım gibi, bunu eksiksiz görüp ayağını ona göre uzatan gerçek bilgelere!
*
Kaynak Yayınları, Mehmet Perinçek’in bir çalışmasını basmış: Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri.
Mehmet, 7 yıldır üzerinde çalıştığı belgelerden yararlanarak hazırlamış yapıtı; Kaynak Yayınları’nın bütün kitapları gibi, gerçekten bir kaynak.
Sovyetlerin kuruluşu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş ve Kuruluş dönemine ilişkin alabildiğine yararlı bilgiler var kitapta.
Atatürk’ün ölümünden, İnönü’nün işbaşına gelişinden sonra, hem ülkemizin, hem önce Ortadoğu’nun, giderek bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek eğitim kurumlarının Köy Enstitüleri’nin can düşmanı kesilecek Kâzım Karabekir, 23 Nisan 1920’de bakın ne demiş:
“Bugün Anadolu’nun kurtuluşu için Bolşevik ordularıyla el ele vererek hareketten başka çâremiz kalmamıştır.”
Mustafa Kemâl, 26 Nisan’da Lenin’e “askeri güçlerini Bolşeviklerle birleştirme”, Azerbaycan’la Gürcistan’ın Sovyetler Birliği’ne katılmaya zorlanmaları, Türkiye’nin de “Ermenistan’a karşı saldırı başlatması” isteğini iletir.
“Omuz omuza kan dökmeye hazır” iki ordunun giriştiği askeri eylem sonucu, Azerbaycan’da, Ermenistan’da, Gürcistan’daki İngiliz yanlısı hükümetler yıkılır, yerine Bolşevik yönetimler kurulur. Bu sürecin sonunda, Türk Ordusu’yla Kızıl Ordu, Nahcivan’da buluşur.
Lenin, Ankara’ya yollayacağı Sovyet büyükelçisi Aralov’a şu yönergeyi verir:
“Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı sözle değil, işle göstermek, anlatmak gerekmektedir.Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin iç işlerine karışmama siyasetinin savunucusu olmaz zorundasınız.”
İki ülkede de köklü dönüşümlerin hangi anlayışla, dayanışmayla gerçekleştirilebildiğini anımsayabilmek için bu değerli çalışmayı okumalısınız.
*
10 Mart’ta arka arkaya iki sergiye gittim;ilki Hobi’de, Gül Erali’nin seramik, ikincisiyse Doku’da, Işıl Özışık’ın suluboya sergisiydi .
İki yorumcu da yaşamaktan duydukları sevinci dile getirmişlerdi. Ne mutlu onlara da, bu sevinçli yapıtları görebilenlere de!
*
Geçen Cumartesi’yse Kuzguncuk’a, Harmony Galerisi’ne gittik Nilgün’le; Ülkü Berber, Artin Demirci, Cansen Ercan, Sabahattin Tuncer ve birkaç arkadaşları oturmuş çay içip söyleşiyorlardı. Biz de katıldık.
Az sonra Ülkü, Cansen Ercan’ın, Sabahattin Tuncer de kendi sergisinin kitapçıklarını armağan ettiler;Sabahattin’inki, Koşuyolu’nda sürüyordu; Cansen’se 2004’te bu galeride sergilemişti yapıtlarını.
Cansen, milyarlarca insana göre, talih: ODTÜ’sinde uluslar arası ilişkiler okuduktan sonra Akademi’ye girmiş, ressam olmuş; kitapçıktaki bilgelere göre, yapıtlarını çoğunu sevenleri alıp duvarlarına asmışlar.
Özenle basılmış kataloğun başına bir sözünü koymuş: bütün yaptığım, ölüme uzanan yolda, bu tek yaşama fırsatım boşa gitmemiş olsun diye...
Ne güzel ölümlü bir varlık olduğumuzu, bize bağışlanan sürenin her şeyden daha değerli, benzersiz olduğunu bilmek!
Gelmiş geçmiş bütün sanat ürünleri, önce onu yaratanın yaşamını güzel kılmak içindi, hâlâ öyle, sanat gibi yaşamak üzere harcıyoruz onca çabayı.
Bu açıdan bakınca, ister istemez dün de, bugün de, yaşamaya, yaşatmaya değil de, ölüme, öldürmeye, ölümden para kazanmaya dayalı yaşama biçimi nasıl da boş, anlamsız, değil mi?
Ama çayı paylaşanlardan birinin ısrarla belirttiği gibi, şimdi bu doğaya, evrene aykırı yaşama-yaşatma biçimi hemen her yere egemen gibi; o kadar uzun süredir bu koşullarda yaşatılıyoruz ki, çoğumuz bunu doğal saymaya bile alıştı – nitekim o arkadaşımız öyleydi galiba.
Oysa enerjinin dönüşüm yasalarını, bir başka deyişle azıcık kimya, dirimbilim, doğabilim biliyorsanız, evrende biriktirme, artan değeri cebine atma bulunmadığını unutmazsınız; hele canlılar dünyasında işin temeli dayanışma, yardımlaşmadır .
Fırsat düşünce yineleme görevi bana düştü, seve seve yerine getiriyorum: beynimizde evrimin üç halkası iç içe, üst üste duruyor: sürüngen beyni, maymun beyni, düşünen-konuşan maymun, insan beyni.
Timsah, canını korumak, sürdürmek üzere ister istemez, kör bencil’dir: sıkışınca yavrusunu bile yer.
Kıllı maymun atamızda yardımlaşma, toplumsal örgütlenme boy göstermiştir: avlanırken eşgüdüm içinde davranmayı bilir.
Sözlü dile, dolayısıyla belleğe, her türlü anlatımıyla tarihe kavuşmuş olan insanın artık bilinçli bencillik aşamasına geçmesi gerekirdi; ama araya giren yanlış yayınlar, çarpık öğretiler buna izin vermedi, hâlâ vermiyor: timsah gibi davranabileceğimizi sanıyoruz. Oysa davranamayız; davranmayı sürdürürsek, cezası öbür dünyada, cehennemde değil, hemen burada, yarın. Havaküre ısınıyor, buzullar eriyecek, anakaralar su altında kalacak; başka köşelerdeyse içecek su kalmayacak; her türlü zararlı ışın ve atık yayılmasıysa çabası. Nereye kaçabileceğini, sığınabileceğini sanıyor zavallı çıldırmış insan kardeşlerimiz.
Artin Demirci’nin de küçük bir albümünü armağan ettiler; 2004 yılında , Antakya-İstanbul-Antakya adlı bir dizi resim yapmış; Antakya’dan İstanbul’a, Akademi’ye gelişinin, sayısız dönüşün, yeniden gidişin izlenimleri. Çok içten, duyarlı, dürüst resimler. Gerçek bir mücevher kutusu bu albüm.

Galeri’den çıkınca Bihrat’a uğramak istedik; tam kapıda sevgili Turan Erol’a rastladık; meğer hemen karşıdaki güzelim ahşap ev onunmuş, İstanbul’a gelince orada yaşarmış. Ne sevindirici, gerçek bir yaşama sanatı ustasının İstanbul’un bu görece dingin köşesinde oyalı bir yuvasının bulunması!
*
Dirimin, canlı varlığın gücü inanılır gibi değil!
Bunca dar zamanda, Nevzat iki kitap daha basıp yolladı:Balaban ve Adem Genç.
Balaban, Yaşamın Çizgileri:Desenler adını verdiği kitapta 1949’dan başlayarak çizdiği karakalem resimleri toplamış;araya anılarını, kendisi için yazılan şiir ve yorumları katmış; böylece gerçekten renkli bir yapıt oluşmuş.
Aslında yapıtın sergisini de açtı Bilim Sanat Galerisi’nde; belki yolunuz düşmüştür.
Fotoğraflar Blagay Toprakidis, Necdet Kaygın, Sinan Öğüt, Fahrettin Demiryürek Sepetçioğlu’nun.
Kitabı Çiğdem Sönmezocak dizmiş, Leyla Yakınol Metin’se düzeltiyi üstlenmiş.
Adem Genç’in kitabında metin Ahmet Oktay’ın; İngilizce çeviriyi Turgut Arıkan yapmış; bu metnin düzeltisi H.Övgü Tüzün’le Brian O’Neill’in.
Kitaptaki resimlerin saydamlarını Necdet Kaygın, İsa Çelik, Cengiz Akduman çekmişler.
Kitabı Necati Abacı tasarlamış; çizgisel tasarımsa Suat Gürsözlü, Ömer Elver ve Demet Turper’in.
*
Herkes kendi çapında elbet; Papirüs Yayınları da, Dinçer Sezgin’in öykülerini Kaveko adıyla yayınlayıp göndermiş; insanların canlarının burunlarına geldiği, bin bir sıkıntıyla bunaldıkları, dahası yurtlarıyla geleceklerinin bile tehlikeye girdiği günlerde şöyle derin bir solup alıp düşlere dalmak için güzel bir fırsat.
*
Ben atlamıştım, bereket Mehlika çekip getirdi; geçen ay cnbc-e Francesco Rosi’nin Seçkin Cesetler’ini gösterdi.
Film, İtalya’da, üst düzeyli yargıçların, savcıların art arda vuruldukları günleri anlatıyor; Roma’dan bu işi soruşturmak üzere gönderilen görevli, kent içinde, vurulanların yakınlarıyla ya da varsayılan sanıklarla arka arkaya görüşüyor; ama giz perdesi çok kalın, kaldıracak gücü sağlayacak bilgiye bir türlü ulaşamıyor; ve sonunda, yargıçlar gibi, o da bir duvarın dibinde mıhlanıyor.
Bir bakıma, bizde Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Muammer Aksoy ve benzerlerinin birer birer temizlenişi gibi.
Filmin öyküsü son derece gerçekçi, ustaca; dünyamızda oynanan kirli oyunları, kısa fırça vuruşlarıyla, kusursuz anlatıyor.
Bu taşra kentinde, eşinden, çocuğundan uzak, konukevi köşelerinde tek başına yatan görevliyi bir akşam eşi arıyor telefonla; kısa konuşma sırasında:”oğlanın okul taksidini unutma” diyor.
Bütün dünyanın başına bela olan sülüklerin yarattıkları ortam bu; bakalım dürüst insanlar el ele verip bu zinciri kırabilecek mi?
*
Sevgili dostum Yılmaz Merzifonlu, son çalışmalarını yine Kızıltoprak Galerisi’nde sergiledi.
Kendine özgü renkleriyle kızlar, oğlanlar, kuşlar, çiçekler... yaşama tutkusu, sevinci; çıldıran dünyada birer vâha.
Beyni, eli dert görmesin!
29 Mart akşamı önce Oda’ya gittim; doğrusu, Fatma Ekeman yine doğru bir seçim yapmış, Valérie Çelebi’nin çalışmalarına yer vermişti. Önce kendine yalan söylememeye çalışan, dürüst, duyarlı resimler gördük; konu olarak tankerleri seçmişti, ama bu herhangi başka bir nesne ya da varlık da olabilirdi; Valérie’nin resimsel arayışı güzel. Ne mutlu böyle bir yol bulabilmiş olması hem kendisi, hem sanatseverler için!
Ardından, can dostlarımdan Ali Candaş’ın Doku’daki şenliğine katıldık Nilgün ve Melih’le.
Ali’ciğim anlatım sorununu çoktan çözdü; şimdi artık gittikçe soyutlaşan, birer renkli lekeye dönüşen betilerle güzelliği, uyumu aramayı sürdürüyor, görsel şiiri yansıtmaya çalışıyor.
Gittikçe çıldıran, hoyratlaşan dünyada son sığınaklar.

ASSOS DİNLETİLERİ

Siz de bizim gibi gazetelerde okumuşsunuzdur,yazboyu,çeşitli kıyı yerleşimlerinde Yaz Şenlikleri düzenlendi.
Aslında Behramkale’nin Midilli’ye bakan yamacında şimdi artık iyice ortaya çıkarılmış bir açıkhava tiyatrosu var,ama eskiden önemli bir ekin merkezi olmuş bu küçük köy şimdi artık ancak arasıra düzenlenen dar kapsamlı toplantı ya da şenliklere kucak açabiliyor.
Arkamızda büyük kuruluşların parasal desteği de olmadığından,Assos’ta adına yakışan bir şenlik düzeleme olasılığımız yoktu elbet;bunun üzerine,yaz dinletilerini ufacık taş evimizde gerçekleştirdik,kendimiz için.
İlk dinletiyi Rostropoviç verdi,Bach’ın insanı zargır zangır titreten Çello Süitleri’ni çaldı yıldızlı,dingin göğün altında.
Ertesi akşam,Kiril Kondraşin yönetimindeki orkestra eşliğinde,Schumann’ın Op.129 Viyolonsel Konçertosu’nu yorumladı;inanılmazdı.
Sonraki dinleti daha da sıradışıydı:güzeller güzeli Emil Gilels,Herbert von Karajan yönetimindeki orkestra eşliğinde,Beethoven’in 3.Piyano Konçertosu’nu yorumladı.Gilels’i ilk,İstanbul Şenliği’nde,Konak Sineması’nda dinlemiştik Sevil’le ;koca orkestra beyaz perde için yapılmış daracık sahneye binbir güçlükle sığışmış,yönetici ve yorumcu gidip gelirken tam anlamıyla cambazlık yapmıştı.Neden o yıllarda AKM salonları bu dinletilere kapalıydı da Aydın Gün’cük o hamama razı olmak zorunda kalmıştı bilemiyorum.
Onu izleyen de en az bu kadar görkemliydi:Rudolf Barşai yönetimindeki Bournemouth Orkestrası,Çaykovski’nin 2.Piyano Konçerto’sunu çaldı;piyanoda Peter Donohoe,kemanda Nigel Kennedy,çelloda Stevan İsserlis vardı.
Piyano dinletileri düzenlenince Alfred Brendel’i çağırmamak olur mu?o da Heinz Walbert yönetimindeki Viyana Halk Orkestrası’yla geldi,Beethoven’in Re bemol 2.Piyano Konçertosu’nu çaldı.Sözün gerçek anlamında soluk kesiciydi.
Derken bir de baktık,bütün şenlik düzenleyicilerinin yıllarca ardında koştukları Vladimir Horowitz yanından ayırmadığı özel piyanosunu kapmış gelmiş;Rahmaninof’un Etüdlerini çaldı bize.
Üflemeli çalgılardan yoksun kalmayalım diye,Gilbert Johnson,Haydn’ın Trompet Konçertosu’nu,Pierre Pierlot Obua Konçertosu’nu,Jean Pierre Rampal de Flüt Konçertosu’nu yorumladılar;tadına doyulmazdı.
Bir akşam bir de baktık,karşımızda ünlü gitarcı Göran Sölscher;Bach’ın en tanınmış yapıtlarının gitar uyarlamalarını yorumladı.
Gitar sayfası açılmışken,Paco di Lucia’sız olur mu?Birçok akşamımızı o süsledi dipdiri gitarıyla.
Derken yine inanılmaz gerçekleşti,İstanbul Şenliği’nde ancak 200 milyon verebilenleri dinlediği Cecilia Bartoli çıkageldi,Rossini,Mozart ve Donizetti’den Eski Çağ Havaları’nı yorumladı inanılmaz,doyulmaz sesiyle.
Şaşırtı sürüyordu,şenliklerin paylaşamadığı ünlü bariton Dmitri Hvorostovski de,onun gibi beş para almadan,hem de iki akşam üst üste konuğumuz oldu;ilkinde,aralarında hepinizin bildiği Kalinka’nın da bulunduğu Rus halk şarkılarıyla opera aryalarını;ikincisinde Çaykovski ile Verdi’nin çeşitli operalarından aryaları seslendirdi Valery Gergiev yönetimindeki Rotterdam Filarmoni Orkestrası eşliğinde.
Ne yazık ki oda müziği topluluklarını çağırmayı unutmuşuz;o yüzden Tgyzanof-Zabovnikof-Druzhinin-Şirinski’den oluşan dörtlüden Beethoven’in ünlü Op.59 Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’yle yetinmek zorunda kaldık.
Ardından caz akşamları başladı,çok şükür Miles Davis nereye gitsek,bizimle gelir;her akşam başka bir uzunçalarını çaldı bize:Kind Of Blue,İspanya Parçaları,AranjuezKonçertosu,My Funy Valentine,Porgy ile Bess falan.Bilmiyorum kederli çığlıkları Lesbos Adası’na ulaştı mı?ama bizi kıyım kıyım doğradı hazdan,kederden.
Bir de baktık,Kızılderili Bilge Dave Brubeck,ünlü saksafoncusu Paul Desmond’un elinden tutmuş geliyor;düşgücümüzü kaptığı gibi bizi Meksika’ya,Meksiko’daki bir açıkhava tiyatrosuna uçurdu;yerel sanatçıların da katılımıyla,Bravo Brubeck adlı pilağındaki parçaları çaldılar;oradakilerle birlikte alkıştan yeri göğü inlettik,uçtuk,arındık.
Brubeck gelir de Modern Caz Dörtlüsü durur mu?onlar da tüyden hafif yorumlarıyla pek çok akşamımızı şenlendirdiler.
Pekinel kardeşler,Jacques Loussier Üçlüsü eşliğinde Bach’ın yapıtlarını yorumladılar.
Sonra sıra ses sanatçılarına geldi:Odetta,Miriam Makeba ve Belafonte,aynı biçimde gönüllü olarak,Amerikan ve Afrika halk şarkılarının şimdi artık hiçbir yerde işitilmeyen,adı bile unutulmuş güzelim örneklerini yorumladılar.
Bizim dinletiler,Filiz Ali ile Aydın Gün yönetimindeyken dünyanın en seçkin dinletilerine kucak açan CRR Salonu’nun şimdiki karman çorman izlencelerine benzemiyordu şükür.
Anadolu’dan sesler bölümünde Ali Ekber Çiçek ile Davut Sulari,çoğu kendi yapıtlarından oluşan dinletilerle bizi kendimizden geçirdiler.
1980 yozlaşmasından önce TRT radyolarında yurdumun güzelim türkülerini saygıyla,sevgiyle söyleyenlerden büyükçe bir küme,geçmişten çıkıp geldi,gecelerimize tat,haz,soylu incelik kattı;kimler yoktu ki aralarında? Aziz ve Ramazan Şenses,Āşık Daimi,Mine Yalçın,Saadet Yılmaz,Cemile Cevher,Kadınlar Korosu,Bağlama Takımı,Neriman Altındağ Tüfekçi vb.
Tıpkı Miles gibi,Ruhi Su da ayrılmaz yoldaşımızdır.
Yayınlanmış çalışmalarının çoğunu çalıp söyledi bizim için.Ekin İdi Oldum Harman,Aman Of,Barabar,Uyur İken Uyardılar,Çocuklar-Balıklar-Göçler,Beydağı’nın Başı falan.
Ruhi’ciğimiz yalnız gelir mi? elinden tutup yazgıdaşı Sümeyra Çakır’ı da getirdi;ve zaman zaman ikisi,zaman zaman Dostlar Korosu’nu da yanlarına alarak,Dostlar Tiyatrosu’nda verdikleri unutulmaz dinletiyi,El Kapıları’nı,Semahlar’ı bize yeniden tattırdılar. bize;korkmayın,Sabahın Sahibi Var,dediler bütün dünyanın üstüne çöken karanlığa teslim olmayalım diye.
Kısacası,insanlığın müzik birikiminin en seçkin örnekleriyle geçti yazımız; bizi böyle oluşturan,daha önemlisi böyle kalmamıza izin veren rastlantı-gereklilik dizisi’ne sonsuz teşekkürler.

*

Yazımız,Özgün-Önder Tokuç çifti ile Özge’nin dışında,Ayşe Meral ile eşi Kartal’ı kazandırdı bize.
Ayşe Meral benim iletişim ağı arkadaşım;Sevil’le benim canımı yakan ya da sevindiren bütün konularla yakından ilgili güzelim Anadolu kızı;ne zaman önemli bir konuya değinsem,ne zaman sarsıcı bir olay yaşansa,Ayşe’den öfkeli,bilinçli bir ileti gelir;uyarıları belli aralıklarla sevgili Deniz Som’un köşesinde de boygösterir.
Ama tanışmıyorduk;Behram’da,Temmuz ortalarında bir gün,Doğu Perinçek’in Altınoluk’ta konuşacağını haber verdi,siz de gelin,hem katılalım,hem tanışalım,dedi.Ancak benim kanbasımcım,sıcaklarda dolaşmaya izin vermiyor;doğal olarak arabamız da yok.Dolayısıyla buluşamadık.
Onlar taşıtlı;Ağustos’ta bir akşamüstü,Behram’ı gezmeye geldiklerinde uğradılar,avlumuzda kucaklaşıp söyleştik.
Meğer gençliklerinden beri Aydınlıkçı,devrimciymişler;o kadar ki,Kartal,İşçi Partisi’nin adayları arasındaymış son seçimlerde.Tok sesli,coşkulu,inançlı.
Ah ne güzeldi bu aydınlık insanları kucaklamak!
Demek artık birçok yazımızı geçirdiğimiz,en sevgili dostlarımızın,Ruhi Su ile Sıdıka Su’nun,Baykurt’ların yaşadıkları Ören’de yeni can dostlarımız var;ne mutlu!

*

Benim yaşımdakiler,68 Mayıs’ında,Paris sokaklarında,kızlı oğlanlı gençlerin en önünde yürüyen birini çok iyi anımsarlar:dünyaya iki anlamda da şaşı bakan Sartre.
Enerjinin cansızdan canlıya dönüşmesini masallardan arıtılmış olarak açıklayan iki büyük ustadan,Marx’la Freud’dan,hele onları kaynaştıran Wilhelm Reich’tan haberi olmadığı ya da kafası almadığı için,bir avuç gencin kaldımları sökerek,taşları yığarak,oraya buraya fırlatarak,dükkân camekanlarını indirerek,arabaları devirip yakarak anamalcı düzensizliğin amansız soygununa son vereceğini;bunun için hani şu ünlü işçi sınıfı’nı heveslendirip eyleme katacağını sanıyor,bunun için sabah akşam yürüyordu.
Oysa anamalcı düzensizlik önlemlerini çoktaaan almıştı,sürdürüyordu:çalışmayı bin bir parçaya bölüp emekçilerin bilinçlenmesini,örgütlenmesini,yeni bir dünya düzeni kurmak üzere somut bilgiler edinip eyleme geçmesini önleyen çarklar her akşam bütün dünya iletişim araçlarıyla her eve yerleştiriliyordu.
Nitekim,Paris’te ya da Prag’da bir süre yürüyüşten,kırılan kafalarla kollardan,akan kanlardan sonra,yerleşik düzen yerli yerine oturdu-o günlerde en ön sırada yürüyenler de,olağan akış gereği,düzensizlik içinde yağlı kuyruklar kaptılar,işadamı,vekil,temsilci oldular;yanılsamayı,dolayısıyla sömürüyü sürdürmek üzere,şimdi dinsel-kavimsel ayrılıkları kaşıyıp körüklüyorlar.
68’de,bir geri bıraktırılmış-sömürüler ülke çocuğu olsam;ardımda Mustafa Kemâl’in apaydınlık devrimi bulunsa da,etkileşim sonucu ben de bu yanılsamaya umut bağlayanlardandım sanırım;ama uyku uzun süremedi,Guevera düşünün ardından,Allende yumruğu indi hepimizin tepesine:o zaman dünyanın hiçbir toplumunda demokrasinin D’sinin bulunmadığını;eskiden atadan oğula geçen siyasa-parasal erkin seçim oyunlarıyla,aynı şeyi değişik sözcüklere bulayarak anlatıp uygulayan siyasal partilerle yürütüldüğünü acı acı görmeye başladım.Hele 80’lerde önce Polonya’da,ardından Ankara’da yürürlüğe konan oyunlardan sonra,döndürülen dolap,can gözleri körelmemiş olanlar için,açıkça ortaya çıktı.
Türkkaya Ataöv’ün geçen gün Cumhuriyet’te yayınlanan yazısını okudunuz mu bilmem?döndürülen dolapların,dolayısıyla bilginin ana kaynağında yaşadığı,can gözü de açık kaldığı için,başta ABD,bütün G 7’lerde yürütülen seçim dizgesini açık seçik bir kez daha özetledi:hani şu bizim çöpe atılan oylara bile gerek kalmamış:bilgisayar,beğenilmeyen oyları saymıyor,siliyormuş.
Anamalcı düzensizlik,başındaki bir avuç çılgının aldığı önüne geçilmez kararlarla,bütün insanları leminglere çevirmek üzere:kimse arkamızdan kovalamasa da,büyük bir hevesle uçurumun başına koşup aşağıdaki kayalıklara atlamaya hazırız.
Bakalım evren anamızın mantığı bizi bu yoldan çevirebilecek mi?

Adam Sanat, Ekim 2004, s.225