1 Aralık 2003 Pazartesi

KİTAP FUARI

Beşiktaş’taki 4.Kitap Fuarı’nda ilk armağanı dostum Doğu Perinçek’ten aldım:Kaynak Yayınları’nın bastığı Aydın ve Kültür.
Ardından,Hadiye Bolluk’un yayına hazırladığı Kurtuluş Savaşının İdeolojisi:Hâkimiyet-i Millîye yazıları ile Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali geldi kitaplığımıza.
Kaynak Yayınları’nın şimdiye dek bastığı bütün kitaplar gibi,yurdumuzu,bağımsızlığımı korumak isteyen herkesin edinip okuması gereken değerli yapıtlar.
Papirüs yayınevi,Fuara üç yeni kitap yetiştirdi:ilki,Kemâl Özer’in “Gerçekçi Şiirde Yürüyüş” dizisinde yayınlanan Oğulları Öldürülen Analar’ı;ikinci kitap,Özkan Mert’in derleyip çevirdiği,İsveçli kadın ozanların sevi şiirleri,Elbet Acı Duyar Tomurcuklar;üçüncü kitapsa,Emin Eliçin’in Türkçeleştirdiği,Stefan Zweig’ın Freud ve Öğretisi.
Öner Yağcı çalışkan ve üretken bir insan;Kitap Fuarı’nda beş kitabını birden armağan etti;birincisi,Toplumsal Dönüşüm Yayınları’nın bastığı Umut İnsanda;sonra,Berfin Yayınları’nda çıkmış Nâzım Hikmet Aydınlığı;sonrakini yine Toplumsal Dönüşüm basmış,Savaş ve Edebiyat;Aydınlıklar Önümüzde’yi Etik-Us Yayınevi çıkarmış;büyük boyutlu sonuncu kitap Kültür Bakanlığı’nın “Cumhuriyet Kitapları” dizisinde basılmış,Cumhuriyet Dönemi Denemeler Seçkisi.
Sağ olsun,dostum Feridun Andaç,yönettiği”Dünya Kitapları”ndan bir demek gönderdi.Aralarında Demir Özlü’nün Şapka,Deniz Kıyısı ve Yüz’ü;Füsun Akatlı’nın Kültürsüzlüğümüzün Kışı;Şemsettin Ünlü’nün İsmet Paşa’nın Ağır Topları;Kemâl Demirel’in Piano Piano Bacaksız’ı;Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’ü;Oktay Akbal’ın Kanatlı Sözler Uçar mı?sı;Erhan Bener’in Bir Demet Mimoza’sı;Vedat Günyol’un Kendimce Denemeler’i var.
*
10 Ekim’de,Artisan’da,Avni Arbaş’ın yeni sergisini açtı Ertan Mestçi;gittiğimde Saim Bugay oradaydı.Ertan her zamankinden daha durgundu;nitekim,”Ertan’cığım,nerede müziğimiz?” diye sorduğumda,”Keyfim yok da!” yanıtını verdi,ama yine de müziğimizi koydu.
Saim’in, Avni Bey’in sağlığıyla ilgili sorusunu,kızının onunla ilgilenip ilgilenmediğine ilişkin olanını da yanıtlamadı.
Meğer,doğrusu bilmiyordum,ağır hastaymış ustamız;ve bir hafta geçmeden,yıldızların arasına döndü o pipolu,sinema oyuncusu kadar yakışıklı,kendine kesintisiz ilgi gösteren adam.
Şu çalkantılı,dertli dünyada,sanırım gönlüne göre yaşam sürebilmiş talihli insanlardandı.
*
Kitap Fuarı’nda,her zamanki gibi Papirüs’ün bir köşesini paylaşan B.Sadık Albayrak,Donkişot Yayınevi’nin bastığı,”Metalaşan Sanat ve Sinema Üzerine Eleştiriler” altbaşlığı konmuş Kopuş Sahneleri’ni armağan etti.
Gittikçe sıkıştırılan,alt üst dilen ülkemizde,dünyamızda kitap yayınlamak gerçek bir kahramanlığa dönüşmüşken,birinci hamur kâğıda,resimli,özenli basılmış pırıl pırıl bir kitap.
Sadık son derece tutarlı bir mantığı,ona uygun dupduru bir dili var;merakları,bilincine uygun;ele aldığını ışıl ışıl anlatmış.Alkış.
Rasgele açtığım sayfalar arasında,Cemile Çakır’ın Cemreye Çağrı şiirine bayıldım;hepsini alamam;en iyisi kitabı edinin.Ama şu dizeleri paylaşalım:

Herkesin bir mutfağı var
kendini pişirir gündüz gece
bir yanı yanar kül olur
bir yanı hamur içinde
...
Hiçbir düzeni olmayacak evimin
Şurası oturma odası,şurası mutfak,
Yok şurası bilmem ne
Bir deniz olacak evimde
Bir de küçük bir tekne


Ne güzelsin dünya
İş çıkışı,saat altıda.

Cengiz Özakıncı’nın gönderdiği kitaplar arasında Çetin Yetkin’in Batılıların Kirli Yüzü:STRUMA da vardı.
Sanırım Kitap Fuarı için geldiği İstanbul’da,bir akşam üstü,oğluyla bize uğrama fırsatını buldu,ve kitabını imzaladı.
Üç ciltlik yeni çalışmasından söz etti;hem günce,hem tarihsel sorunlara değindik;Çetin Bey,benim gibi bir asker çocuğu;sağlam bir eğitim almış,hukuk öğrenmiş,yıllarca savcılık yapmış,sonra öğretime geçmiş.Şimdi,hem geniş tarihsel-toplumsal-tutumbilimsel birikimiyle yapıtlar hazırlıyor,hem bir bakıma kendi kesesinden,Müdafaa-i Hukuk Dergisi’ni yaşatmaya çabalıyor.
Bütün öbür yapıtları gibi, Struma’da da,tanıma sığmaz,doymak bilmez,zavallı Batılıların yüzyıllardır tarih diye insanlığa yutturdukları yalanları ortaya çıkarıp arı duru doğruları dile getirmeye adamış kendini.
Atatürk yaşıyor olsaydı,ne çok sevinirdi düşünmeyi,tutarlı akılyürütmeyi bilen ve beceren bu çocuklarına!
*
Ken Loach’u Babayurt’tan beri sever,merakla yolu beklerim:hep somut insan sorunlarını ele alır,son derece tutarlı,şiirsel bir dille anlatır.
Afili Delikanlı’ya da bu umutla gittik;ama bu kez etkilenip üzülmedim,gözyaşı dökmedim:filmin başından sonuna kirpi gibi oturdum,irkildim,korktum:nasıl bir dünya yaratmış insanlığın şımarık kesimi,hani şu kapısında sürekli aşağılandığımız AB!Uyuşturucu alıp satmak kullanmak en sıradan,en verimli iş hâline gelmiş.Ve,en korkuncu,10-15 yaşındaki kızlarla oğlanlar,en doğal,en şiirsel etkinlikte bulunur gibi dalıyorlar o ölüm yoluna!
Loach’a yakışmayan bir yan da var:insan uyuşturucu batağına saplanmışsa,eski duygusal,hani şu insana yakıştırılan dostluk,arkadaşlık,aile bağı gibi kavramlara yer ve olanak kalır mı?
Cengiz Özakıncı’nın yolladığı kitaplar arasında,Erol Manisalı’nın Avrupa Çıkmazı da zaten bu gözü doymaz acımazsızlar topluluğuyla Türkiye arasındaki ilişkileri,belgeleriyle anlatıp açıklıyor.
Manisalı’nın Küresel Kıskaç’’ı,bütün öbür yapıtları gibi,aynı konunun başka ayrıntılarına değiniyor.
Bu kitapları hazırlayan Manisalı’ya da,basıp önümüze getiren Özakıncı’ya da yürekten alkış!
Yorulmak bilmez bir dostum var:Seyit Ali Ak.Ekmeğini “soğutma”dan çıkarıp varını yoğunu “fotoğraf”a adamıştır;her zamanki gibi,son çalışmasını da göndermiş:Fotoğraf/Söz Kavuşması.
Fotoğrafla şiir,düzyazı arasındaki ilişkileri,karşılıklı etkileme-etkilenmeleri,ve bunların örneklerini toplamış çalışmasında;meraklısı için paha biçilmez bir kaynak!Kutluyorum.
*
Biz Nilgün’le 11 Eylül’ü gördüğümüzde Sevil Assos’taydı;dolayısıyla dönüşte Alkazar’da görmeyi denedik;oradan daha küçük bir sinemaya aktar olmuştu:Yeşilçam Sineması.
Bir gün 16.30’a gittik, gösterim saatları değişikmiş,yine göremedik.Ama o küçük, sevimli sinemayla tanıştık:duvarları, okul arkadaşım Tuncel Kurtiz de aralarında,birçok sinema oyuncusunun resimleriyle bezeli;ayrıca bir sürü filmin tanıtım duyurusu;sağda solda eski sinema makinaları.Çay yapılan,çikolata bisküvi satılan küçük köşede canlı mı canlı,civa gibi sağa sola seğirten bir Anadolu kızı:Burcu Karakaş.Güven Çelik’le ikisi çekip çeviriyor sinemayı.
Sinema,bir zamanların Sinamatek’inin işlevi üstlenmiş bir bakıma:öbür sinemalarda ilk gösterimi yapılan filmleri alıp kaçıranlar için daha ucuza gösteriyor.
Hani bir söz var,sık sık yinelerim:”Nedir en zor şey? Görmek,gözünün önündekini.” Bu,Yeşilçam Sineması için de geçerli olmuş yıllardır;o sinema duyurusunu hep gördüm orada,ama bir kez bile gidip bakmadık.Neyse,bugüneymiş;artık kaçırdığımız ya da yeniden görmek istediklerimiz için sığınacak bir yuva var.Ne talih!
*
Sevgili dostum Cengiz Bektaş’ın çağrısıyla Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Dünya Yazınında Akdenizlilik” adlı söyleşiye katıldım;çağrılı iki konuk gelememişti;Cengiz yolda,Egemen Berköz’le beni götürürken: “Bak ne güzel,dinleyicinizi de birlikte götürüyorsunuz “,dedi;Egemen yanıtı geciktirmedi:”Hayır,dinleyicimiz bizi götürüyor.”
Doğrusunu isterseniz,hemen hemen öyle;gerçi henüz Tüyap’ın yeni salonlarını görmedim, ama Beşiktaş’a oranla daha geniş,daha düzenli bir alanı var Merkez’in.Günlerden Pazar,epey alıcı da var;kitap alışı iyice,bilgi alışverişi sıfır:dolaşmaktan yorulmuş beş on kişi toplandı konuşma salonuna;kalabalık gözüksünler diye Cengiz onları öne çağırdı.Ama ne dinleyecek,ne bir şey alacak,ne tepki gösterecek hâlleri var.Dolayısıyla sonunda,Egemen de, ben de Cengiz’e anlattık söylemeye razı olduklarımızı.
Evet,yozlaşma,hiçleşme anlamında KÜRESELLEŞME tamamlanmış;iş gömütün üstünün örtülmesine kalmış.
Cengiz bir ara elimizi Türk Yayıncılar Birliği’nin bu yılki Emek Ödülleri’nin kazananları gösteren kitapçığı tutuşturdu;bu yıl öykü ödülü Nezihe Meriç’e,şiir ödülü Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya,deneme Mermi Uygur’a,eleştiri Atilla Özkırımlı’ya,çocuk yazını Muzaffer İzgü’ye,çeviri Selâhattin Hilav’a verilmiş.
Sevgili ustam,dostum Nermi Uygur ne yazık ki ödülünü alıp sevinmeye gelemeyecek durumda.
*
Bu Ağustos’ta emekliye ayrılan komutanlardan biri:”Ne yazık ki bir ülküde birleşemiyoruz”diyordu.Doğru,işin en zor yanı bu.Bunun nedeniyse,Henri Laborit’nin anımsattığı gibi,sözcüklerin bellenmesi sırasında,her bireyin benzersiz koşullarda,apayrı duyusal-duygusal deneyimler yaşaması.Dolayısıyla,bütün kavramlarda,evrimde,devrimde,kişilikte,ekinde her bireyin ayrı şeyler anımsayıp tasarlayıp duyumsaması kaçınılmaz oluyor.Ve bu ayrılık birbirimizi anlayıp aynı ülküde birleşmek şöyle dursun,herkesin gırtlaklaşmasını yol açıyor.
Son örneklerinden birine Kitap Fuarı’nda tanık oldum:Fakir Baykurt gibi öğretmen-yazar dostlarımızdan,TÖS Başkanı olduğu dönemde,belli ki şu ünlü devrim sözcüğü yüzünden,kendi duyusal-duygusal belleğine göre yeterince devrimci bulmadığı Fakir’i devirmek üzere,yandaşlarıyla birlikte,canla başla çalıştığını,ve başardığını gülerek itiraf etti.Ee,sözümona insanca kavramları değil,düpedüz somut,güncel çıkarları,parayı,siyasal erki ülkü dinmiş,bu uğurda en küçük bir çatlağa izin vermeden birleşmiş olanlar karşısında böyle susuz kalmış Anadolu toprağı kadar çatır çatır çatlamışlar nasıl birleşecekler acaba aynı soylu ülkü çevresinde?
Son zamanlarda, canlıların evrim öyküsünden esinlenerek bunu,memeli atalarımızdan timsaha özgü beyne dayanarak davrananları çekip çeviren kör bencillik ile evrendeki,bedenimizdeki her birimin birbirine sımsıkı bağlı olduğunu unutmayan,buna göre davranan insanlarda bulunan,bulunması gereken bilinçli bencillik kavramlarıyla açıklar oldum.
Bunun en güzel iki örneği,insanlık tarihinde benzeri bulunmayan Atatürk’ümüzle Fakir Baykurt hiç kuşkusuz.
*
Ne diyordu Mevlânâ,Ruhi Su’nun sesiyle?
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!
Zeynep Avcı,Gılgameş’te,bence,yeni şeyler bulamadığı gibi,eskileri yeni bir biçimde söylemeyi de başaramamış;ama üzülmesin,bu konuda hiç yalnız değil;bütün dünya bu durumda!
Ne yazık hepimize!
*
Buna karşılık,İngiliz yönetmen Stephen Frears,her filminde yeni şeyler bulup yepyeni biçimde dile getiriyor.
Alkazar’da kaçırdığımız son filmi Kirli Tatlı Şeyler’i Yeşilçam’da yakalayabildik.Ken Loach’un, Batılıların,şımarık G 8’lerin tüketim için tüketim uğruna yarattıkları korkunç toplumu,ve onun geleceğini oluşturacak gençleri anlatmasına karşılık,Frears bütün filmlerinde İngiltere’nin sözümona kucak açtığı,ama yeni köleler olarak kullanıp sömürdüğü göçmenlerle sömürücülerinin sorunlarını işler hep;bu kez de öyle yapmış:Nijeryalı,Türk ve Çinli üç insanı ele almış.Ve elbet bunları doymak bilmez çıkarları (?) için kullanıp sonra çöpe atan İngilizleri.Şenay’ı canlandıran oyuncunun Türk gibi davranamamasının dışında –bu da çok olağan elbet- öbür oyuncular,çekim,kurgu,görüntüler kusursuz:görüntüleri büyük usta Chris Menges çekmiş.Hele Nijeryalı kaçak hekim soluk kesici,gerek yüzü gözü,gerek oyunuyla.
Böylece,Yeşilçam Sineması için yukarıda yazdıklarım,orada gördüğüm ilk filmde doğrulandı ! Ama hey ulu Tanrım,tüm yaşamımız gibi,ne kadar kırılgan bir olanak bu, topu topu üç kişiydik bu sıradışı filmi izleyen!
Sağol Güven;olasılık ve gereklilikler yardım etsin de,sineman,sinemamız ayakta kalsın canım.
*
Avni Bey,sonu biraz acıklı bitse de,yerli yerinde,dolu bir yaşam sürdü.
Peki ya o güzeller güzeli,bebek Derya Arbaş? Uyduruk birkaç filmden,sanırım onlardan daha uyduruk bir avuç sevgiliden sonra,daha 35’inde,tık diye duruverdi kırılgan yüreciği!
Hep birlikte oluşturduğumuz şu korkunç dünyaya,dayanılmaz yalnızlığa,sevgisizliğe bakın!
*
Neyse ki hafta sonu,Alkazar’da,Oliver Stone’un Commandante’si vardı.
Olasılık-gereklilik ikilisi,Mustafa Kemâl’deki gibi,hiç eksiksiz buluşup çakışmış Küba’da:halkla önder gerçek bir armağan oluşturmuşlar birbirlerine.
Commandante Fidel, tıpkı Atatürk gibi,evren,kendisi,canlı cansız varlıklar,zaman,tarih,kısacası belli başlı bütün kavramlar konusunda bilinmesi gerekeni kusursuz,eksiksiz biliyor;dolayısıyla,ün,ölümden sonra anılma,kalabalıklarca sevilip övülme konularında başından beri ayağı hep yerde olmuş,hâlâ orada duruyor.
Güzelim sev kökünden türeyen bütün sözcüklerin değerini biliyor,onları ayakta tutmayı,çoğaltmayı,insan kardeşlerine dağıtmayı sürdüregelmiş: sev,seviş, sevimli ol,sevindir,sevin.
Filmin bütün görüntüleri,bütün konuşmaları iç acıcı,hele zorbalığın iyice azıttığı bu dönemde.
İlle de tek bir sahneyi anmam gerekirse,üniversiteye gittiklerinde,dünyanın bütün ülkelerinden gelmiş,parasız okutulan,bilgi ve mutlulukla doldurulan kızlarla oğlanlar Küba’da girişilen,başta ABD bütün o tanıma sığmaz sülüklerin bütün çirkin oyunlarına karşın ayakta tutulan girişimin aslında yerküre,canlı cansız bütün varlıklar için ne kadar önemli,yaşamsal olduğunu kanıtlıyordu.
Bu bakış böyle sürdürülürse,kısa bir süre sonra,dünya yönetilemez hâle gelecek! dedi bir ara; ne demek yönetilemez,yerküre yaşanmaz duruma girecek!
Ne yapalım,evrenin özünde varolan eytişim’den,artıyla eksinin sürekli yeni oluşumlara yol açmasından başka umut yok sanırım.
Oliver’ın,bir sürü ucuz filmden sonra,böyle dürüst bir belgesel çekmesi gibi!
*
Sosyal Yayınlar,çocuk kitaplarına kaldığı yerden yeniden başladı ve beş kitap birden bastı;Mark Twain’den Deniz Canefe’nin çevirdiği Prens ve Dilenci, Edmondo de Amicis’ten Tülin Altınova’nın aktardığı Çocuk Kalbi,Oscar Wilde’dan Kenan Sakin’in Türkçesiyle Mutlu Prens,Ferhat Özgür Kale’nin R.L.Travens’ten çevirdiği Mary Poppins ve Jules Verne’den benim aktardığım Aya Yolculuk.
“Dünya Klasikleri” dizisindeyse,yine benim Türkçeleştirdiğim,A.Dumas Fils’in ünlü romanı Kamelyalı Kadın basıldı.
*
Tüyap Beylikdüzü’ne taşındığı zaman yazmıştım:orada kitap ve resim fuarı yürümez,işveren açısından yürüyor gözükse de,satıcı ve acılıcılar açısından hiç kolay ve verimli olmaz.
Nitekim,sözümona düzenli otobüs çalışıyor fuara;ama 27 Ekim Pazartesi günü,saat 2.15’de dikildiğim AKM kapısında,4.15’ dek sabırla bekledim;vee,sonunda gelebilen otobüsle ancak 5.15’te varabildim Tüyap’a.
Ama o günün benim açımdan büyük bir kazancı oldu.
Benden az sonra,esmer bir hanım geldi,kaldırımın kıyısına ,hepimizin vergileriyle,bilmem kaçıncı kez döşenmekte olan yeni taşa oturdu,çantasını açıp bir kitap çıkardı,okumaya koyuldu;hem de bir şiir kitabını.Çok sevindim,kitabın adını görebilmek için birkaç kez gidip geldim,ancak başaramadım.
Otobüs bir türlü gelmiyor;dolaşmaktan yoruldum,bir köşeye yığılmış taşların üstüne pardösümü serip oturdum;genç hanım da kitabını bitirip dolanmaya başladı.Şiir okuyordu ya,belli ki akrabamdı;daha çok sıkılmasın diye,seslenip konuşmayı düşündüm,ama yurdumuzda,kentimizde kadın-erkek ilişkilerinin ne kadar hırpalandığını biliyorsunuz,epey duraksadım.Sonunda olası tersliği göze alıp seslendim;karşımdaki,Bursa’dan özellikle fuar için gelmiş,yazın öğretmeni Hâlide Yıldırım’dı.
Ayrıca,uğraşının başında öykü denemeleriyle başladığı sevdayı şiirle sürdürüyormuş;adını vermeyeceğim bir güldeste yapmış şimdiye dek yazdığı şiirlerden,yarışmaya katılmak üzere,ozan-yayıncı arkadaşlarımızdan birine getirmiş.
Ressam dostum Cânan Avcı gibi,o da dosyasından birkaç örnek çıkartmış daha başka yayınevlerine de vermek istemiş,ama kimse almaya yanaşmamış; dolayısıyla çantasında mavi kapaklı bir dosya daha vardı.Bütün sevdalılar gibi,az sonra oradan şiirler okumaya başladı bana;öyle tutkulu,öyle coşkuluydu ki,sevinci ânında bana da geçti.Üstelik,dili çok yalın,imgeleri içtendi;adımı söyleyince elime sarıldı.Al sana kaldırım üstünde umulmadık bir dostluk.
O günün Ramazan’ın ilk günü olduğunu unutmuştuk;ayrıca biliyorsunuz,Belediye,bütün İstanbul sokaklarını köstebek yuvasına döndürmeye kentin her yanında aynı anda başlamıştı;ulaşım tam anlamıyla kötürüm.Bir saat tutan yol boyunca ,Hâlide’nin varlığı,sıkılmak şöyle dursun,yumuşacık bir dünyada dolaştırdı beni.
Birnur Şener,Mehmet Başaran ve Oktay Şimşek’le,neredeyse sayısı bizimkine eşit dinleyenlere bir şeyler anlatmaya çabaladıktan sonra Papirüs yayınlarının satıldığı bölmeye indik;birbirimize kitaplar armağan ettik,sonra onları orada bırakıp,30 yıl önce Galatasaray Kimya Mühendisliği Yüksek Okulu’nda öğrencim olmuş Bülent Aşlamacı’nın arabasıyla yola çıktık,önce Hâlide’yi bırakıp evlerimize döndük.
Hâlide’nin şiirleri zaten Agora’da,Evrensel Kültür’de,Yansımalar’da basılırmış;ben size yarışmaya getirdiği dosyadan kısa bir bölüm aktarayım:

IRAK OLMAYAN KADINLAR

kumun gizini bilen kadınlar gördük
çölü rüzgârla eğitiyorlardı
suskun oğullarını ateşte sınayıp upuzun
sebepler topluyorlardı,tanıdık
yitik kurşun hedeflerden
yol çizdik dövmeli alınlarına
şaşırıp geri dönmesinler dedik.
arada bir kır saçlarını çalı dibi yapıp
ağlaşan kadınlardı onlar.adlarını
kocalarını sorduk bildiler
gözlerinden akanın tadını
kirpiklerinden geçirip uzattılar.tuzluymuş
içtikleri ant gibi dağ oldu yarıldı,
yığıldı kaldı önlerindeki peştemalın
zikzak dikişleri gibi kıvrılıp yayılıp
genizlerini yakan acıların kokusuydu ki neft!
*
Kaynak Yayınları yeni kitabını yolladı:Durmuş Uyanık’ın Aşılı Zeytin’i.
Durmuş,öbür boylar gibi,Orta Asya’dan kalkıp “Kısrak Başı Gibi” uzanan yurdumuza göçmüş Türkmenlerden;asıl uğraşı çiftçilik,zeytincilik;ama çok erken yaşta bilinçlenmiş,TİP’te,TİKP’de,İP’de görev almış.40 yıllık örgütlü savaşım anılarını toplamış bu kitapta.Bu savaşımın yakından tanıdığınız birçok adı,doğal olarak yer almış anlatıda.Köy Enstitüsü’ne gidememiş de olsa,bir köy çocuğunun,”ulusun efendisi” olması gerekenlerden birinin gerçek yaşam serüveni.
Ne mutlu Durmuş Uyanık’a!
*
Biliyorsunuz,başımıza gelmeyince yapılması gerekeni yapamıyoruz;ama bu denklemin,bilmemiz gerekenleri daha başında bize öğretmeyen,bu bilgileri ille de parayla satan şu bozuk düzenin payı sanırım bireylerden çok.
Kimbilir ne zamandır vardı bel fıtığım? Ama ancak ağrıyınca ayrımına vardım;üstelik,bu konuda yakınmaya gittiğim bir iki hekim de bilmem gerekenleri öğretmedi,iki ilâç verip savdı.
Sonunda,Çapa’da çalışan Prof.Dr.Emel Özcan’la tanıştım;bel fıtığının da,bütün öbür sorunlar gibi,hani şu benim yaşama sanatı adını verdiğim şeyin içinde yer aldığını öğretti Emel Hanım:duruş,davranış bilgileri,bedeni doğru kullanma,ve çağdaş yaşamın dayattığı yanlış davranışların vereceği zararları önlemek üzere,kasları güçlendirme bilgi ve çalışmaları.
Onun deyişiyle “omurga sorunları”nız varsa ilerlememesi,işin kesip biçmeye varmaması;yoksa,olmaması için hemen Çapa’ya koşun,bu güler yüzlü hanımla tanışın.
*
Metin Aydoğan,sağolsun,karınca çalışkanlığıyla bize yeni bilgiler derlemeyi sürdürüyor;son yazısında New Perspectives dergisinden aktardığı şu satırlara bakın,her şey ne kadar açık seçik:Yeni Dünya Düzeni’nin önemli yapı taşları,silahlı uluslar yerine global ölçekli şirketlere ev sahipliği yapan,teknolojik olarak gelişmiş şehir devletler olacaktır.”
Bundan daha açık nasıl söylenebilirdi kaz kafalı kişiliksiz satılık insanlara amaçlanan düzen? Ama saydığım nitelikleri taşıyanlar kendi yazgılarına,dolayısıyla yurttaşlarının,candaşlarının yazgılarına sahip çıkabilir mi?
Öteden beri,ustalarımla birlikte,insanoğlunun yeryüzünde yaşamaya pek de lâyık olmadığını düşünürüm;bunu en son Castro’nun ağzından da duydum Commandante’de:elimizdeki fırsatı boşu boşuna kaçırırsak,ardımızdan ağlayacak kimse bulunmayacak evrende.
*
Payel Yayınevi, Nilgün Şarman’ın güzelim çevirisiyle,Ruht Benedict’in Kültür Kalıpları’nı bastı.
Ruth Benedict 1887 ile 1948 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir toplumbilimci;özellikle kendi anakarasında yaşamış yerlilerden üçünü ele almış yapıtında;törelerini,törenlerine,toplumsal yapılarını,ekinlerini incelemiş.
Bu konuları merak edenler için elbet ilginç bir kitap.

Adam Sanat, Aralık 2003, s.215

1 Kasım 2003 Cumartesi

RUHİ SU’NUN KALITI

11 Eylül’ü görebildiniz mi ? Bu yılın en dürüst filmlerinden biriydi,
İlk bölüm İranlı yönetmenindi;İran’a sığınmış Afganlı göçmen çocuklarla öğretmenlerini anlatıyordu.Onlar derin mi derin bir kuyudan çıkardıkları bir kova suyla gelecek Amerikan uçaklarının yağdıracakları bombalardan korunmak üzere çamur karıp korunak yapmaya uğraşırken,dünyanın öbür ucunda,bu kez yolcu uçaklarını kamikazeye çevirtenler,o ünlü ikiz kuleleri bombalatıyordu.
Temiz yüzlü öğretmenleri,alışılmış ölçülere göre dünya çapındaki bu olayı onunkinden daha temiz yüzlü kızlarla oğlanlarına anlatmaya girişti ve sordu:bugün dünyada önemli ne oldu? Onların dünyasında ne olabilirdi? Bir ya da iki çocuk kuyuya düşmüştü;biri ölmüş,öbürünün bacağı kırılmıştı.
Kuledense haberleri bile yoktu,dahası ne olduğunu da bilmiyorlardı.
Ne önemi var? Onların yerine bilenler,karar verenler vardı nasılsa!
Claude Lelouche’un, Henri Laborit’nin sağır-dilsiz yeğenine oynattığı bölüm de çok çarpıcıydı.
Ken Loach’unki adına,ustalığına yakışıyordu.Şilili bir şarkıcı,kulelerde can verenlerin yakınlarına mektup yazıp şarkı söyledi;gönüllerini alırken,Şili halkına,Allende’ye,bütün dünyanın eşitlik,özgürlük isteyen güzelim insanlarına Amerikalı güdücülerin neler ettiklerini anımsayıp anımsamadıklarını sordu? Elbet yanıtsız kalacak bir soruydu bu! Amerikan sürüsünün sonsuza dek iğdiş edildiğini unutmaması gerekirdi!
Afrikalı yönetmen,gülümseten bir alayla Bin Ladin’leri yetiştirip kullananların bu düzmece şeytanları nasıl gözümüzün önünde dolaştırıp istediği yerlere uçuruşunu gösterdi..
İsrailli yönetmenin filmi olması gerektiği kadar çarpıcıydı:kuleler bombalanırken Kudüs’te saatlı bir bomba patlatılıyordu.parçalanan insanlar,yanan araçlar,yardım için,haberi yansıtmak için çırpınan kişiler.Hepsi yerli yerindeydi.Tek büyük eksik,hemen o gün ya da öncesinde ya sonrasında,Filistin kesimine yağdırılan uçak,tank,asker mermilerinin Arapça konuşan insan kardeşlere ettikleriydi.Eh,bu kadar kusur İsrailli sinemacıda da bulunabilir elbet!
Hintli hanımınki dürüst ve duyguluydu.
Bence,en zayıfı,İmmura’nınkiydi.
Sean Penn de, bir Amerikalı olarak,ancak bu kadarını anlatabilirdi; bir zamanların Arthur Penn’i değildi ki o!
Kısacası,göremediyseniz, hani şu yere göğe konamayan Benim Cici Silahım’dan daha önemli bir yapıt kaçırmışsınız.
Filmin,benim açımdan çarpıcı,sevindirici yanlarından biri de,hani bir zamanlar Fransız sinemasının ufacık tefecik,güzel yüzlü oyuncusu Jacques Perrin’in,filmlerden kazandığı paraları böyle filmlere yatırmak üzere yapımcılardan biri olmasıydı.Ee,herkes Marlon gibi ada alıp kendini biraya vurmuyor çok şükür!

*

Sağ olsun,sinema dünyasından kırk yıllık dostum Leyla Özalp,Remzi Kitabevi’nin bastığı Seni Seviyorum Sinema’yı,hem de imzalayıp kapıma dek getirip verdi.
Çok renkli geçmiş ayrıcalıklı bir yaşamın özeti.

İdris Atmaca da,Dönence şiir dizisinden iki kitabını yolladı: efekare,odasız ayna.
Cengiz Özakıncı’yı,Dil ve Din Payel yayınları arasındayken tanıdım; kitabı önce Nilgün okudu,sözünü etti,ben de kitaplıktan çıkarıp yaşamıma kattım.
Kısa bir süre öncesine dek,Türkçe yazılmış kitaplar beni o kadar doyurmazdı; ama bir süredir,Atatürk’ün ektiği tohumlar tam anlamıyla yeşerdi:dil-düşünce tutarlılığı,bilgi birikimi yerli yerinde. Üstelik,tersine,bu kez Batılı kitaplar eski büyülerini yitirdi:G 8’lrin sömürü balıyla salyaları akan ağızları artık dolaplarını gizleyemez oldular.
Cengiz de bu son tutarlı kuşaktan:ne diyeceğini,nasıl diyeceğini kusursuz biliyor.
Büyük bir talih sonucu,kitaplarını,o arada başka yoldaşlarımızın değerli, öğretici yapıtlarını varetmek üzere bir yayınevine kavuşmuş, kitaplarını sarıp sarmalayıp gönderdi.Birer ikişer değineceğim.
İki yanı da keskin diliyle ,çok haklı olarak,Dolmakalem Savaşları adını verdiği kitabında,yakın tarihimizin ünlü ünsüz döneklerine,satılmışlarına, alttan üstten doldurulmuş’larına değiniyor kurmaca kılığına büründürülmüş bir gerçekçilikle.
Aynı kavramları,tasaları paylaşanlar için büyük bir haz kaynağı!
Gönderdiği kitaplardan biri HüseyinKılıç’ın Antikçağdan Günümüze Batıda Kadın ve Cinsellik.
Yukarıda değindiğim gibi,yurdumuzda yakın günlere dek örneği görülmeyen ciddi araştırmalardan biri; yazar, Kölecilikten Feodalizme Tarih ve Kadın,Kapitalizmden Faşizme Kadın ve Cinsellik,Çözülüş Öncesi Sosyalist Kadın anabaşlıklarında topladığı incelemeyi yazabilmek üzere birçok ünlü yazarın pek çok yapıtını okumuş.
Kadına, dolayısıyla erkeklere, çocukları, kısacası bütün insanlara ettiklerimiz çok güzel özetlenmiş.
Ama şimdiye dek okuduğum kitapların çoğu gibi,Hüseyin Kılıç da bir tuzağa düşmekten kurtulamamış: kadına ve cinselliğe kuramsal savların daracık penceresinden bakmış.Çünkü,Wilhelm Reich’ın dışında,yararlandığı yazarlar, düşünürler bence canlı varlıkları anlayıp açıklamakta dayanmamız gereken temel bilimi,dirimbilimi bilmiyorlardı.
Nitekim,insanlık tarihi boyunca, ve ne yazık ki bugün bile, kahrolsun aile/ya da kentli aile bağırdık, bağırıyoruz.
Oysa dirimsel evrimi bilip unutmasaydık,amiplikten çift eşeyli üremeye geçildikten sonra,kahrolması gerekenin aile değil,her türlü artı-değerin,başka bir deyişle enerji fazlasının sömürülmesine,bir avuç bireyin elinde toplanmasına dayalı şu hastalıklı ataerkil aile olduğunu bile bile görmezden gelmeyecek;böyle anlamsız,gerçekdışı,evrendışı sözler etmeyecektik.
Hüseyin de, Beauvoir gibi,Kollontay gibi, dirimbilimden habersiz iyiniyetlilerin ardına düşüp iyiniyet taşlarıyla örülü cehennem yolunda koşmayacak;kadının sevişme,doğurma işlevinin özünde hazla donatıldığını;bu hazzı yaşaması gerektiğini;onu yaşamasına, erkeğe de yaşatmasına,on binlerce yıldır kapkara bilisizlik içinde bırakılan anaların yetiştirip pışpışladığı cangözleri körleştirilmiş zavallı erkeklerin ve elbet onların hem cellat hem kurban can yoldaşlarının yolaçtığını uslarından çıkarmayacaklardı.
Özellikle 1950’den sonra bir avuç öncünün dirimbilimde,başka bir deyişle bizi b.iz yapan alanda derledikleri bulgular şimdilik küçücük tarlalara ekiliyor,bundan önceki bütün ekinler gibi;ama canlı tohumun özelliği,ekildiği yerde kalmamak;bütün araçlardan yararlanıp yerkürenin dört bir yayına dağılmaktır.
Eytişim gereği,şu güzelim mavi gezegeni yoketmezsek,günün birinde gerçek dirimbilimsel doğruları da paylaşırız elbet.
*

Mahiye Morgül aracılığıyla tanıdığım Mustafa Yuluğ Nu’ya Şiirler ile Siyasi Partiler Türkiye’yi Niçin ve Nasıl Geri Bıraktırıyorlar adlı kitaplarını yollamış.
Yuluğ,sağlam bir siyaset ve maliye eğitimi almış –halkın böyle bir eğitim görme talihine eren ayrıcalıklı – çocuklarından;ama o da aldığı eğitimin hakkını vermiş,bilgisiyle,emeğiyle halkına borcunu ödeyip mutlu olmayı sürdürüyor.Sevinci eksik olmasın.
Güzeller güzeli Mustafa Kemâl’in kalıtına dört elle sarılanlar,bilenler biliyordur,Kurtuluş Savası öncesindeki gibi, Ulusal Güçler Birliği’nde,Yeniden Mudafaa-i Hukuk dergisinde savaşım veriyorlar.
Başlarında inançlı direnişçilerden Prof.Dr.Çetin Yetkin var,elindeki bütün olanakla. Her ay dergisinden birçok yararlı bilgi ve belge elde ediyorum.
Bu ayki dergisinin yanına,aynı ülkünün yorulmaz savaşçılarından Vural Savaş’ın Bilgi Yayınları’nca basılan Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Parti:CHP adlı çalışmasını eklemiş.
Vural Savaş da,Mustafa Yuluğ gibi, okuyup aydınlanma talihini yakalamış,bu olanağı çok iyi kullanmış;yurdumuzu,Anadolu uygarlıklarını bütün varlığıyla sevip kollamaya çalışanlardan.Durmadan yazıp çiziyor,konuşuyor,aydınlanma-aydınlatma yolunda hiçbir çabadan kaçınmıyor.Geniş bilgi-belge dağarıyla her kitabı,her yazısı,her konuşması çok değerli birer destek onurlu,bağımsız,özgür yaşamak isteyen insanlar için.
Sevgili Hadi Bey unutulmaz sanat,ekin yuvası Akademi Kitabevi’nden tanıdığım Gürsel Caniklioğlu,kitaplarla,yazlarla iç içe geçirdi yaşamını;bence büyük mutluluk! Sanırım onca da öyle;ne zaman şimdi çalıştığı yere gitsem,yeni bir şiir,öykü kitabı önerir.
Bu kez kendi kitabını armağan etti:Ortalığa Savrulmuş Sorular.Yaşamının,okudukları-
nın tortusu.Dilerim gönlünce sürer kitap evrenindeki serüveni.

*

Yazları Assos’ta pek kitap okuyamam;deniz kıyısında,güzelim esintide,bir gölgeliğin altında,genellikle müzik dinlerim.Bu yıl da öyle yaptım.Seçerek götürdüğüm kasetler arasında,Ruhi Su,Robeson,Dimitri Hvorostovski gibi basları,bas-baritonları uzun uzun dinledim.
Hepsi kendi halklarının şarkılarını söylüyordu;Robeson’la Dimitri,operalardan ünlü parçaları da yorumluyordu elbet;ama kendi halk şarkıları çoğunlukla ya Hrıstiyan inancının ünlü söylencelerine dayanıyordu,ya da ikisi birden,Rus ordusunu,kahramanlıklarını öve şarkılar söylüyorlardı;elbet arada hem İngilizce’yi, hem Rusça’yı anadilim gibi bilmemenin getirdiği sınır da vardı;her şeye karşın Ruhi Bey’in türkülerini hem kendime daha yakın,hem de daha çok sayıda insanı kavrayıcı buldum.
Ruhi Su’nun Dadaloğlu Ve Çevresi adlı kasetini,evde de, Sevil’le,Serpil’le sayısız kez dinledik;Sıdıka Su,bu kaseti oluştururken,öncelikle sevgili dostum Ziya Şav’ın,sanırım 1960’ların başında,Hıfzı Topuz’un,Unesco’nun ünlü Dünyanın Şarkısı dizisinde yayınlanmak üzere istediği türküleri hazırlamak üzere Boğazdaki ahşap konakta çektiği banttan,Hâlet Çambel’in evindeki kayıttan,bizde alınmış türkülerden, bir de Ruhi Bey’in,savruk İsmail Cem’in TRT ‘nin başında olduğu dönemde verebildiği iki dinletinin aynı adı taşıyan ikincisinden alınmış bölümü kullanmış.
Dolayısıyla,sesi,en diri,en güçlü zamanında;ne yazık ki,öbür iki sesdeşi gibi,opera şarkıları söylediği dönemden hiçbir kaydı yok elde:o günlerde onu sahnede ya da radyodaki dinletilerinde dinlemiş olanlara ne mutlu! Ama o eşsiz yorumlar uçup gitti ne yazık ki!
Ancak,gerek Ziya Şav’ın evindeki kayıtta,gerek radyo dinletisinde,ses ve yorum Ruhi Su adına yakışır durumda;Cevat Çapan’ın evinde tanıştığım,sonra kendim de edinebildiğim kayıtta Ruhi Bey,aralarda,söyleyeceği türkü demetini kendisi sunuyor tadına doyulmaz Türkçe’siyle.Ve sonra,aman Tanrım! seste,sazda ne büyük bir arılık,duruluk!Ne inanılmaz yalınlık!
Sıdıka Abla’yla ortak çalışmalarımız boyunca,usul usul,bu bandın toptan kasete,plağa dökülmesi için çok yalvardım,üsteledim;ne yazık ki olasılık-gereklilik ikilisi buna izin vermedi!
Ama bu kayıt,bence,adını andığım öbür iki büyük yorumcunun hiçbir zaman ulaşamadıkları bir yücelikte,derinlikte;her dinleyişte tüylerim diken diken oldu,gözümden yaş geldi.
Ve hey ulu Tanrım! ne büyük talih,ne bulunmaz ayrıcalık!Sevil’le ben,işte bu ender yorumcunun en yakın dostlarından olduk ! Dahası,şimdi tadını çıkardığımız kaset ve disklerin oluşumuna katkıda bulunduk.
Aynı benzersizlik TRT’deki dinleti için de geçerli;seçip yorumladığı bütün türküler sıradışı,müthiş etkileyici elbet,ama özellikle Sabahtan Şah’ıma Vardım’ı benimle birlikte dinlemenizi isterdim:her dörtlüğün son iki dizesinin yinelenişinde Ruhi’ciğim sazı öyle bir perdeden,öyle usul ince çalıyor ki,anlatılması olanaksız.Ve işte bu olmalı sanatın verebileceği hazzın doruğu!
Bu yıl 20 Eylül’de gömütünün başında toplaşıp onu ananların arasında olamadık,ama bu kasetle her gün,her an bütün varlığımızdaydı:ne büyük varsıllık!

İyi ki geldim...

der şiirlerinin birinde:ah canım! elbet iyi ki geldin,iyi ki sana rastlayıp bağrımıza basabildik.

Adam Sanat, Kasım 2003, s. 214

1 Ekim 2003 Çarşamba

YENİ KİTAPLAR

Biliyorsunuz,parasızlıktan ya da düşünsel ayrılıktan ötürü, hepimiz aynı dergi ve gazeteleri izleyemiyoruz; o yüzden,Birgül Kopuz’un Cumhuriyet’teki Tomris Uyar yazısından şu alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor,örselenebiliyor,bitebiliyor.Bitmeyen tek aşkın,gerçek ve şiirsel dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.Her doğum günümde,tek kopya olarak yazılmış,istersem yayınlatabilme izniyle armağan edilmiş şiirleriyle bana yaşamımda ve yazımda esin kaynağı oldu.Tek ihaneti,ölmesiydi.”
Birgül, gönderilen şiirlerden birini almış yazısına:
“Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm,kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken,bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet’nin
Kadınlarına yakışan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yol yürürken görmedim hiç.

Aman Tanrım! ne güzel sevgi, ne soylu dostluk, ne doyulmaz anlatım!
Sağol Birgül!

*

Dostum Oktay Şimşek,yaza aldırmadan, Papirüs Yayınevi’nde nitelikli kitaplar basmayı sürdürüyor;”Gerçekçi Şiirde Yürüyüş” dizisinde, Şeref Bilsel’in Magmada Kış Mevsi’ni,Mustafa Köz’ün Ateş Bağı’nı yayınlamış.
Sonra, Cumhuriyet Çiçekleri’nden İpşiroğlu Ailesi’nin iki değerli bireyi, Nâzan’la Zehra’nın kitapları; ilkini Zehra yazmış:Yollar,Yerler,Yollar.
Almanya, Avupa ile ülkemiz arasında gidip gelirken duyumsanan, anımsananlar,öykücükler,şiirler,düşünler.Duyarlı, bilinçli bir varlığın birbirine eklenen, birbirleriyle kucaklaşan anları. Hani müzikteki kardeşlerine benzeyen anlar. Düşünsel,duyusal müzik anlarını seviyorsanız, hemen alıp paylaşın.
Bugünden Düne/Dünden Bugüne’deyse, Zehra sormuş,Nâzan Hanım yaşamını, ortak yaşamlarını,onları ve benzerlerini oluşturan Cumhuriyet’in ilk yıllarını, ailesini, yetiştikleri ortamı, dostlarını, kısacası yakın tarihimizin önemli bir kesitini özetlemiş.
Gerçek bir bilgi ve haz kaynağı; elbet yer yer acı.

*

Çetin Yetkin ve arkadaşlarının yiğitçe yaşattıkları Müdaa-i Hukuk’un Temmuz sayısında yine birbirinden değerli yazılar vardı;Tahsin Yücel,Çetin Yetkin ve Metin Aydoğan,gündemin birinci sırasında tutulan AB ile ilgili konulara değinmişlerdi.
Tahsin,AB denen şımarıklar topluluğunun,yeni alacağı üyelerin hiçbirinden istemediği koşulları bize dayatışını o özlü, Öztürkçe anlatımıyla özetlemişti.
Çetin Yetkin,AB’liğine ve onun dayatmalarına seve seve boyuneğen küçük bir satılmış kümesiyle bunların ellerindeki bütün olanak ve araçlarla uykuda tutmaya çalıştıkları büyük uyutulmuşlar topluluğunun canla başla katıldığı uyum paketleri birbiri ardına hazırlanıp onaylanırken –geçen gün gazetede vardı, tam l7 sözümona sivil toplum örgütü,ki aralarında kimler yoktu ki?- simgesel anlam ve değer taşıyan iki yurttaşımızın söz ve davranışlarını eleştiriyordu.
Bunların birinci, adını vermediği, üst rütbeli bir paşa, Atatürk’ün gösterdiği hedef,AB’dir” buyurmuş, ben de gazetede okumuştum.
Yetkin, haklı olarak, Mustafa Kemâl’in böyle bir şey demediğini,onun yalnız çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmaktan söz ettiğini vurguluyor; ama insan ya satılmış ya da uyutulmuşsa,bu karşıçıkmalar işe yarar mı? Ne diyordu Sartre? Kavramlarınız (dolayısıyla çıkarlarınız) aynı değilse, insanlarla tartışmayın. Tartışma bir işe yaramaz; ayrıca tartışma evresi kapandı, şimdi yine Atatürk’ümüzün son derece yalın,özlü biçimde dile getirdiği ölüm-kalım aşamasına geçildi.
Eleştirdiği ikinci kişiyse, Cumhurbaşkanı’ydı.
Sayın Başkan,Anayasa Mahkemesi başkanlığından geldiği, hukuku eksiksiz bildiği ve son derece dürüst bir insan olduğu hâlde,görevinin kendisine verdiği yetki ve sorumlulukların yarısını kullanıyor bir süredir: hukuka, insan haklarına aykırı bulduğu yasaları geri gönderiyor;ama berikiler daha inatçı,kararlı,gözü kara oldukları için, virgülünü bile değiştirmeden bir daha yolluyorlar Cumhurbaşkanı’na; o da,elindeki halkoyuna sunma yetkisini bir kerecik bile kullanmadı bugüne dek, dayatılan yasaların hepsini onayladı.Bir zamanlar başkanlık ettiği Yüce Mahkeme bir tek dâvâ bile açmadı.
1960 öncesi sokaklarda haykırdığımız sözleri yinelemenin tam sırası:
Olur mu, böyle olur mu?
Bütün bunları tamamlamak üzere,sevgili Metin Aydoğan, her zamanki çalışkanlığıyla,Mustafa Kemâl’in bütün söylev ve konuşmalarını tarayıp çok değerli kaynakları anımsatmayı sürdürüyor.
29 Ekim 1930’da,AP habercisi Bayan Ring’in,Türkiye’nin ne zaman Batılılaşacağını,Amerikalılaşacağını sorması üzerine demiş ki:”Türkiye taklitçi değildir.Hiçbir milleti taklit etmeyecektir.Türkiye ne Amerikanlaşacak,ne de Batılaşacaktır.Türkiye yalnız özleşecektir.”
Alman açık yeşillerinin seçip kamutaya yolladıkları,şu anda dışişleri koltuğunda oturan beyzadenin, bizdeki koyu yeşillerin gözlerinin içine baka baka:şimdi uyutalım,sonra unutalım dediğini artık bilmeyen kalmamıştır sanırım.
Ama bir sürü insan hâlâ AB’ne giremezsek,ya da lütfedip bizi almazlarsa işimiz biter,çöker yok oluruz demesine,o güzeller güzeli,Kurtuluş Savaşı sürerken,1 Mart 1922’de,TBMM’nin 3.toplantısında şu yanıtı vermiş:
“Ülkemizin kaynakları ulusal dâvâmızın güvenle sonuçlandırılmasına yeterlidir.Ulusal gücümüz, dış devletlerden borç almadan,yetersizlikler içinde bile,ülkeyi yönetebilecek, amacına ulaştırabilecek durumdadır.Ama ben,yalnız bugün için değil,özellikle gelecek yıllarda devletin,ülkenin gönencini sağlaması açısından,parasal bağımsızlığımıza büyük önem veriyorum.Bugünkü savaşımızın amacı tam bağımsızlıktır.Tam bağımsızlıksa,ancak parasal bağımsızlıkla gerçekleştirilebilir.Bir devletin maliyesi bağımsız değilse,o devletin yaşamasını sağlayan bütün öbür alanlarında bağımsızlık kötürüm olmuş demektir.”
Derviş’leri,Para Fonları’nı,Dünya Bankaları’nı gönderenler ve çağıranlar bunları eksiksiz biliyor;bakalım uyutulan dürüst insanlar ne zaman öğrenecek? Ayrıca, öğrenmeye vakitleri kalacak mı?
Doğu Perinçek,geldiğimiz noktayı çok güzel özetliyor kaç yazısında: ya çuvala sokulmaya razı olacağız,ya da Kurtuluş Savaşı şehitleri gibi, kefenimizi kendi elimizle sırtımıza geçirip ortaya atılacağız!


Oktay Şimşek, Nihat Ateş’le el ele yayını sürdürdü; yukarıda andıklarımın ardından,Zeynep Uzunbay’ın Kim’e’sini bastı.
Bu, Zeynep’in,Sabahçı Su Kıyıları ve Yaşamaşk’ın ardından, üçüncü kitabı;şiirlerini kim’e,gibiydim değildim adlı iki bölümde toplamış.
Biliyorsunuz, en iyisi yapıtların kendisi edinip okumak; özendirmek üzere,ben bir şiirini aktarayım:

ama öyleymiş


hadiymiş canımmış yanıma gelmiş
hadi değilmiş canım değilmiş gelmezmiş

ama ben çok korktum biliyor musun
sevgisi içime kaçtı sesimin
kokmayan fesleğen oldum sonra
iyisi mi susayım

bakmış güzelimmiş beni dinleymiş
neye bakmış kimmiş güzel dinlemezmiş

ama gözlerimi bağladılar çok gördüm
uyumuş da büyümüş acılar gördüm
tutum sesimin izini sürdüm de
ne halim varsa hepsini gördüm

bi dakkaymış bak anlatacakmış her şeymiş
dakka yarım ölüm yarım ikisi birmiş,öyleymiş

ama benimki karanlıkta örülmüş bir türkçe
her sözü biraz kâbus biraz düş
ya sana yollar uzun olsun
ya da artık sus

demiş.



*

Sağ olsun,başka bir ozanımız,Abdülkadir Paksoy,Ankara’dan,çıkmış bütün yapıtlarını göndermiş;çeşitli yayınevlerinde basılmış kitapları şöyle:Hacı Bektaş Destanı,Tetik ve Kalem,Öte-beri,Kadir Bey Tarihi,İki Bulut Yardan Aşağı,Yarlı Temmuz,Pire Otu.

*

Çok önemli bir kitap da Otopsi Yayınları’nca basıldı: Erol Bilbilik’in Amerikan Kuşatması.
Sayın Bilbilik, olasılık-gereklilik etkileşimi sonucu,uluslar arası ilişkileri bütün ayrıntılarıyla öğrenecek biçimde yetişmiş; ayrıca benim son zamanlarda vardığım bilinçli bencil kavramını eksiksiz bilip uygulayan dürüst bir Anadolu çocuğu.
Dolayısıyla,gerek bir zamanlar yaptığı Ulusal Kanal konuşmalarında, gerek Aydınlık’taki yazılarında,ADB-AB işbirliğiyle bizi kıskıvrak bağlayıp sömürgeleştirmeye yönelik bütün girişimleri,kurulan tuzakları, buna içerden katılanları eksiksiz biliyor,Erol Manisalı,Emin Gürses gibi.
Oynanan bütün bu kararlı,acımasız oyunları öğrenmek;Anadolu uygarlıklarının beyinlerimizde bıraktığı onurlu kalıntılara yakışır biçimde hâlâ bağımsız kalabilmek istiyorsanız,hemen alıp okuyun, başucunuzdan ayırmayın Amerikan Kuşatması’nı.
Hem karınca sabrıyla bu kitaba hazırlayan Erol Bilbilik’i,hem kurulduğu günden beri aynı biçimde son derece yararlı yapıtlar yayınlamayı sürdüren Cengiz Özakıncı’yı yürekten kutluyor,teşekkürler ediyorum.

*

Her zamanki gibi,yazı Assos’ta geçirdik.Küçükkuyu’ya dek ulaşmış yoz yapılaşma-yaşama şimdilik daha ötesine geçemediği için,aradaki kıyı ve koylar elimizde kalan son sığınaklar.
Başta Çapanlar, birçok dostumuzun sığındığı Halil’in Troas’ı, Hayrettin’in Yıldız Sarayı, Bayram’ın Kadırga Oteli sözün gerçek anlamında son vahalar.
Küresel soygun ülkemizi,mışıl mışıl uyuyan insanlarını her geçen gün yoksulluğa gömdüğü için,artık gezip dinlenebilen sayısı gittikçe düştüğünden,buralar da konuk sıkıntısı çekiyor;üstelik,bize büyük bir armağan gibi gelen sürekli Kazdağı esintisi,oradan kaynaklanan bu gibi sular da yöreye akını önlüyor;üstüne üstlük, yaz sıcağı da kısa ömürlü buralarda.
Andığım üç sığınaktan, Baram’ın Yeri öbürlerine oranla daha bakımlıydı:Bayram,hem konuk-aşevinin önünü tozdan topraktan kurtarmış,hem denize uzanan arayolu yaptırmış,hem kıyıdaki gölgeliklerin sayısını arttırmış,uzanacak yatakların daha güzellerini getirtmiş. Dolayısıyla orada daha rahat ettik.
Bir gün,bu değerli sığınağı bulgulayıp sürekli gelenlerden,YTÜ’nden arkadaşım Yeşim eşi ve arkadaşlarıyla çıkageldi;hem de tam karşıdan,Midilli’den dönüyorlarmış.Tutarlı Kadırga Koyu tutkunlarından oldukları için,İstanbul’a dönerken, Bayram’a uğramadan geçmeyelim demişler.
Suya dalar dalmaz,”ah,ah,bizim deniz gibisi var mı?” diye bağrıştılar.
Bu ara,hemen hemen aynı özellikleri taşıyan Gökçe ve Bozcaada’lar da epey gözde;sevgili dostlarımızdan Dr Murat Ahunbay ve ailesi,Bozcaada’dan dönerken,Zeynep Arda’yla Orhan’ın uyarısı üzerine,Behram’a uğramışlar,ben, yazılar için İstanbul’daydım.
Hoş birkaç saat yaşamışlar birlikte.
Murat,olasılık-gereklilik ikilisinin bize armağanı; aslında Çin’in Uygur yöresinden;tıp okumuş, cerrahlık öğrenmiş,ama sonra akupunkturu seçmiş,uzunca bir süredir Türkiye’de yaşayıp çalışıyor.Ailecek bize de,tanıyıp ulaşabilen pek çok insana da çok yardımı dokunuyor.
Murat,benim yaşama sanatı adını verdiğim şeyi iyi bilenlerden:Çin’in binlerce yıllık insan-evren açıklamasını ,her şeyin artı-eksi,dişi-erkek enerji birimleri arasındaki dengenin bozulmasından kaynaklandığını eksiksiz öğrenmiş;dolayısıyla,beslenmeden spora,iğneli sağaltıma her şeyi tutarlı biçimde bilip uyguluyor,kendisine gelenlere aktarmaya çalışıyor.
Geçen dönemde art arda birkaç kanalda çok yararlı söyleşiler yaptı;ilerki günlerde bu işi Ulusal Kanal’da sürdürecekmiş;televizyonunun kablolu yayını alıyorsa,sakın kaçırmayın.

*
O güzelim mavi-yeşil suyun kıyısında,insanı bunalmaktan kurtaran esintinin kollarında sallanırken Miles Davis,Cecilia Bartoli,Ali Ekber Çiçek dinledim.
Hey gidi, hey! İnsanca yaşamı oluşturan her şey elimizden sökülüp alınıyor birer birer.
Bartoli, Zeynep’in bulup paylaştığı bir diskte, eski havalar söylüyor: operalardaki şarkılar gibi aşırı bağırıp çağırmadan, usulca söylenen şarkılar.Bartoli’nin geniş olanaklı kadife sesi,her notayı değerlendiriyor;piyano eşliği de öyle.Sevgili müzikseverler,hemen edinin bu diski.
Miles,bütün öbür sanat dallarındaki gibi,ancak 1950-70 arasında yaşayabilmiş yumuşak üretim-tüketim döneminin ürünü parçalar çalıyordu anlatılmaz derecede kederli trompetiyle.Sonra günün beğenisi, onu da teslim alıp elektrikli gürültü batağına sapladı.
Ali Ekber,tadına doyulmaz sazıyla,çoğunu kendi yazdığı türküleri söylüyordu:

Sabreyledim,kesemedim elin dilini dilini...
Ya da:
Sinem açık gezdim çöllere karşı...

Adam Sanat, Ekim 2003, s.213

1 Eylül 2003 Pazartesi

CECİLİA BARTOLİ

Zweig bu olguyu “yıldızın parladığı anlar” sözüyle özetlemiş; Demokritos’sa , evrendeki her şey gibi, “olasılık-gereklilik” ikilisine bağlamıştı.
Mallarmé,”şiir, zar atmaktır” demiş; bence, yalnız şiir değil,”olasılık-gereklilik” eytişimi sonucu,her olgu, her oluşum öyle.
Cecilia’da, zar, altı altı gelmiş: anası babası opera şarkıcısı; ayrıca, annesi, kolay kolay bulunmayacak bir eğitimci, öğretmen; üstelik sevgi dolu.
Sevgili dostum Cevza Aktüze, İstanbul Şenliği’nin klasik müzik bölümünü yönettiği yıllar boyunca, “olasılık ve gereklilikleri buluşturup”, Bartoli’yi şenliğe katabilmek için aralıksız çabalamış; yazgı bu düşü, ancak onun yıldızların arasına dönmesinden sonra gerçekleştirdi.
Bartoli’nin Aya İrini’deki dinletisi sırasında İstanbul’da değildim; ama olsam da belki dinleyemezdim: küresel soygun ve onun sonucu inanılmaz değişim yüzünden, İstanbul Şenliği çoktan az gelirlilere kapandı.Aydın Gün döneminden kalma Zeliha ile Nuray’ın dostlukları, incelikleri bilet ederi 200 milyona çıkınca, benim gibi gibilere bir köşe bulmakta gittikçe zorlanıyor.
Ama Fransızların Arte ve Mezzo kanallarında, Cecilia’nın hem yaşamöyküsünü, hem dinletilerini izleyip saptama talihine ermiştim.
Kızındaki sıradışı yeteneği bulgulayan, belli ki eşiyle mutluluğu yakaladığı için,Cecilia’nın açılıp çiçeklenmesini bir sevinç kaynağı sayan annesiyle çalışması tam bir şölendi. Bugüne dek sesi güzel çok insan dinledim, dinliyorum; Signora Bartoli, bütün öbürlerinin tersine, Cecilia’nın hiç zorlanmadan, su içer gibi şarkı söyleyip oynayabilmesi için gereken bütün uygulayımları öğretiyordu kızına. Dolayısıyla, Rossini’yi, Vivaldi’yi, Mozart’ı, Verdi’yi, kısacası ele aldığı herkesi inanılmaz, insanı evrenin sonsuzluğuna uçuran bir rahatlıkla yorumluyor.
Onu tek başına ya da kendisi kadar yetenekli, güçlü, rahat Bryn Terfel’le dinleyip izlemek tadına doyulmaz bir şölen; elindeki olanaklarla şarkı söylemeyi sevişmeye dönüştürmüş; dolayısıyla, dinleyenler de aynı benzersiz doyuma ulaşıyor.
Bakın ne diyordu Evin İlyasoğlu ile söyleşirken:
Dinletilerimin ortak paydası hep şiirle müziğin birleştiği,dolayısıyla dramatik anlatımın öncelik kazandığı 18. yüzyıl yapıtlarıdır.O çağın anlayışına göre besteci de, ozan da müziğin hizmetindeydi.Şiirin gücüyle müziğinki birleşince,son derece dramatik bir etki doğar.

Ömrünün uzun olmasını, Demokritos’un onu kazadan belâdan korumasını diliyorum.
*
Kitap panayırlarının birinde tanıştığım Gülseren Ülken, babasının adını ve yapıtlarını yaşatmak üzere kurduğu Ülken Yayınları’nın, ilk basımı 1942’de yapılmış Şeytan’la Konuşmalar’ını yeniden basıp göndermiş.
Hilmi Ziya Bey, yetenekli doğma, iyi bir eğitim alabilme talihinin hakkını vermeye çalışmış insanlardan olduğu için, bir başka deyişle, canlı varlığın bizdeki üç aşamasının sürüngen basamağında kalmadığı için, yeryüzündeki benzerleri gibi, kör bencil değil, bilinçli bencil; dolayısıyla varlığını, varoluşunu sürdürmenin dayanışmaya, imeceye bağlı olduğunu hiç unutmamış. Bu imeceyi canlı tutup besleyebilmek üzere düşünmüş, yazmış.
Kitaptaki yazılar bu çabanın ürünü denemeler, söyleşiler.
Yapıtın sonuna eklenmiş yazısında, sevgili dostum Aslan Kaynardağ, Hilmi Ziya Ülken’i değerlendiren yazısında:
Masallardaki cüce gibidir sağduyu.Önemsiz görünür, ama devleri bile yenecek güçtedir.Çünkü o pratik aklın ta kendisidir ve sağlıklı toplumlarda ortaya çıkar.Bir toplum demokrasinin asıl özelliklerini taşıyorsa,insanı düşünüyorsa, sağduyunun gelişebilmesi için her şeyi yapmalıdır. Bu iş en başta eğitim ile olur.
Evet, eğitim-öğretim. Ama hangisi? Atatürk’ten önce kimsenin göze alamadığı, ölümünden sonra, topraklarımıza, canımıza göz dikmiş zavallı açgözlü, şaşkın kör bencil Batılıların dayatmasıyla yerli şaşkınlarca diriltilmeye çalışılan ikili, ikiyüzlü eğitim-öğretim değil elbet!
Bir ara İtalya’da da sezilip uygulanmış, en umut verici örneği kısa bir süre topraklarımızda yaşanmış eğitimle üretimi ömür boyu iç içe ömür boyu sürdüren eğitim-öğretime hep birlikte dönemezse , güneş dizgesinin doğal ömrü boyunca canlı kalmaya hakkı ve izni olmayacak insan adlı çıplak maymunun.
*
Bu yılki Yunus Nadi Ödülü’nü romanda Tahsin Yücel, öyküde Osman Şahin’le Deniz Topçu,şiirde Yılmaz Gruda, karikatürde Hüseyin Tanyeli ile Yavuz Özkan Onur kazandılar; kutlamak üzere aradığım Osman Şahin, büyük bir sevinçle, hep Mustafa Kemâlciler kazandı dedi.
Ne mutlu.
Sırası gelmişken, öteden beri Sevil’le beni çok rahatsız eden bir konuya değineyim.
Tiyatro sanatı sanatken sahnede nasıl konuşup davrandığını unuttuğum Yılmaz Gruda, doğanın kendisine bağışladığı etkili sesi, yurdumuzun bugünkü koşullarında elimizdeki biricik dürüst, ilerici, canımızı ve bağımsızlığımızı koruyucu iletişim aracında, Ulusal Kanal’da neden öyle ürkütücü hokkabaz gibi kullanıyor acaba? Böylesine amansız saldırı döneminde, kanalın yaymaya çalıştığı o çok önemli doğruları, olguları aktarırken bir zamanların ünlü yavşakları Alışık ya da Serengil ağzıyla konuşmanın anlamı ve yararı ne?
*

Çelik Gülersoy’un ölümü, bir bakıma, benim gibi iyiye, güzele,barışa inanan: bu nitelikleri koruyup yaşatmaya çalışanların yenilgisi gibiydi; bu uygarlık ve İstanbul vurgunu,küresel yozlaşma ve çürüme saldırısına dayanamayıp önce İstanbul’u elden geldiğince esirgeme,güzelliklerini ayakta tutma savaşımından dışlandı; çektiğini sezdiğim anlatılmaz acıların ardından da,dünyamıza veda etti.
Bu yenilgi, şimdilik,uygarlığın barbarlığa yenik düştüğünü gösteriyor;evrensel etki-tepki ikilisi usumuzun ermeyeceği bir çıkış getiremezse,mavi gezegenin geleceği kapkara.

*

Temmuz’da Assos’a giderken,Nilgün de benimle geldi.Annesinin sarsıcı ölümünden sonra büyük ölçüde hem içine, hem eve kapanmıştı.Böylece, ilk kez,eski kendine dönme fırsatını buldu.
Sevil,Serpil,Nilgün ve ben, eski mutlu günlerimizdeki gibi, yeniden gölgesiz dostluğun sevincini yaşadık doya doya.
Dünyanın ve yurdumuzun her yanını veba gibi saran barbarlaşma henüz Küçükkuyu’dan bu yana bütün ağırlığıyla çökmedi.Dolayısıyla,aradaki koylarda hâlâ sessizlik, dinginlik,mavi egemen.
Bu koycuklardan birinde,gidenler bilir, Carlos Halil’in yağ çıkarma işliğinden bozma bir konukevi var; sevgili Çapanlar başta, pek çok dostum buraya sığınır.
Nitekim,Çapanları bu yaz da orada kucakladım; derken, iki günlüğüne de olsa, Turgay Fişekçi geldi;arabasıyla gidip Sivrice Koyu’nda bir köy evi kiralamış Erdal Alova’yı getirdi.Hiç değilse bizim Troas’a gidebildiğimiz bir günü birlikte yaşadık.
Erdal’cığım, bir ara:”Bertan’cığım,doğrusunu söylemek gerekirse,Türkiye’nin ve ömrümüzüm en tatlı günlerini yaşama talihine erdik, değil mi?” dedi. Tepeden tırnağa haklıydı;60-80 arası ne kadar ayrıcalıklı bir dönemmiş meğer.
Bir başka gidişimizde, Fethi Naci’yle eşi oradaydılar; ama nicedir yakındığım,görevlerini çoktan bırakmış ana-babaların ortalığa saldıkları ölçüsüz-sevgisiz çocukların yarattığı yılgı’ya dayanamayıp Bozcaada’ya kaçtılar; umarım orada biraz dinginlik bulmuşlardır.

*

Rafet Ekiz’i ve resimlerini ilk hangi galeride gördüm, unuttum;bunun için Sanat Çevresi’ndeki yazılarıma ya da Yaşama Sanatı Günlüğü’ne bakmak gerekir.
Ama başta sevgili,sevimli annesi, ailecek,Kadir’in Tünel’deki galerisinde açtıkları sergiyi hiç unutmadım.
Kişiliğine tıpa tıp uyan çılgın, gözüpek renklerle donattığı resimlerini hep merakla bekler, ilgiyle izlerdim.Son çalışmalarını TVSG’de görmüştüm.
Trafik Canavarı hart diye canını alıvermiş.Ne yazık!

*

Geçen gelişimde Çit’i görmüştüm,bu kez de Günahkâr Rahibeler’e gittim.
Yazgıya razı olmaktan başka yolumuz var mı? belli ki artık yılda bir iki filmle yetinmek zorundayız.
Çit’i görebildiyseniz,bugün yaşananlarla nasıl büyük benzerlikler bulunduğunu saptamışsınızdır: Amerika’ya kaçmış Avrupalı çapulcular,önlerindeki eldeğmemiş kaynakları kendileri işleyip kullanacak yerde,önce oralardaki güzelim uygarlıkları yerle bir etmiş, Kızılderili kardeşlerini de. Bizonları da kıyımdan geçirmiş;sonra kalkıp taa Afrikalara gidip Karaderilileri gemilere doldurup getirmiş,bin bir işkenceyle tarlalarda,işliklerle, üretimliklerde çalıştırıp sömürmüştü.
Şimdi,bu insanların bir avucunu, günah çıkartmak üzere, aralarına, hizmetlerine aldılar:bakan,sözcü yapıyorlar.Onlar da, onca sömürüyü, horlanmayı unutup katilden daha hızlı katil kesilip hepimizin başına bela oluyorlar.
Çit de öyleydi:sömürgecilerin en eski, en sinsi, en acımasızlarının başında gelen İngilizler,içlerinden birinin son derece haklı deyişiyle, tam 40 000 yıldır orada yaşayagelmiş,kendilerince sağlam bir uygarlık kurmuş insanlardan geride bırakmaya razı oldukları kimilerini,öbür kardeşlerini eritmek,beyazlara benzetmek,dolaylı olarak yoketmek üzere kurdukları acımasız çarkta birer dönek, uşak, iz sürücü gibi kullanıyorlardı.
Günahkâr Rahibeler,Miloş Forman’ın unutulmaz başyapıtı Guguk Kuşu’ndan bu yana gördüğüm en çarpıcı, dürüst Wilhelm Reich doğrulamalarından biriydi.
Bedensel Boşalmanın İşlevi’ni ya da Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nı okumuş olanlar anımsayacaktır, Reich:”Dinsel coşku, saptırılmış cinsel coşkudur” der.
Film, bunun çok acıklı, çok çarpıcı bir doğrulaması:aldıkları dinsel eğitimle dirimsel enerjilerini sevme-sevişme,çalışma-üretme,dirimi ayakta tutacak bilgiler edinme işlevlerinde kullanamayanlar,ister istemez ölüme, işkenceye yönelmişler: onların vebalı kafalarının dışında bir iş yapanlara, ya da zorla ırzlarına geçilenlere,giderek azgın erkeklerin lâf attıkları kızlara en acımasız cezayı veriyor,Nazi kamplarındaki benzerlerini hiç aratmayan rahibelerin kırbaçları altında çalıştırıldıkları çamaşırhanelere kapatılıyorlar.
Doğrusu, filmin çekimöyküsünü yazan,sonra yöneten Peter Mullan hemen hemen kusursuz bir yapıt ortaya koymuş. Hemen hemen diyorum, çünkü filmin sonunda,o cehennemden kurtulabilen kahramanlarından birinin ondan sonraki yaşamını özetlerken ömrünü tam bir Katolik gibi sürdürdü dedi. İnanılır gibi değil! Yahu amca,bütün bu anlattıkların evrensel insan-yaşam sevgisinin yerine o usa, bilime,gerçeğe aykırı Kulaktan Doğma masalını geçirmeye çalışmanın sonucu değil mi?
Korkarım, filmine para bulabilmek için verdiği bu küçük, ama can alıcı ödünün dışında,filmin nasıl çekildiğini; seslerin, sessizliğin,görüntünün, müziğin, kaşın gözün bakışın etkisini eksiksiz bilip kullanabilen Mullan, günümüzde ender rastlanan bir yapıt gerçekleştirmiş.
Umarım bu iki dürüst, soylu yapıtı görmüşsünüzdür.

Yazının başında “Zar Atmak”tan söz ettik ya; atılan zarlar, Gülseren Engin için de pek sevindirici bir sonuç vermiş.
Hem iyi bir öğrenim görüp hekim olabilmiş;hem her insana düşmeyen bir talihe kavuşmuş,yazar olmuş.Öyküler,şiirler,oyunlar,romanlar,anılar yazmış, yazıyor. Ürünlerini yarışmalara göndermiş,ödüller kazanmış.
Çeşitli dönemlerde yazdığı öyküleri topladığı Kurutulmuş Çiçek Bahçesi’ni Remzi Kitabevi basmış.
Yolu açık kalsın.

Adam Sanat,Eylül 2003, s.212

1 Ağustos 2003 Cuma

“BİTMEYEN OYUN”

Başlık, Metin Aydoğan’ın kitaplarından birinin adı; yapıtta ele alınan biçimiyle, birkaç yüzyıldır Batılıların Anadolu’da yaşayan insanlara yönelik dolaplarını dile getiriyor.
Ama Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan’ın çalışmaları kıskançlık ve korkuya dayanan bu oyunun binlerce yıldır sürdüğünü kanıtlıyor; hem de gittikçe azgınlaşarak. Ancak, gittikçe daha allı pullu sözel perdeler altına gizlenerek.
Aydoğan sağolsun, Bitmeyen Oyun’la birlikte iki ciltlik Kemâlizm ve Türkiye, Tanzimattan Gümrük Birliğine Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz?i de göndermiş.
Kısa yaşamöyküsüne göre, Metin ekmek parasını mimarlıktan çıkarıyor; dolayısıyla, bu çok yararlı, geniş kapsamlı çalışmaları yapabilmek üzere sağlam bir dayanağı , ve çok daha önemlisi, tok gözüyle tutarlı bir bilinci var: kitaplarından tek kuruş almıyor. Onun yerine, kendisine düşenle kitap alıp sevdiklerine, sevenlerine, kitap alamayacak durumda olanlara armağan ediyor!
Başka bir deyişle, güneş enerjisi diye adlandırmayı sevdiğimiz evrensel yaşam enerjisinin zaten parasız olduğunu, olması gerektiğini unutmamış talihli, ayrıcalıklı, korkarım sayıları gittikçe azalan insanlardan.
Bitmeyen Oyun’a az sonra döneceğim; şimdi Cumhuriyet’te çıkan bir haberi konuşalım: adı yazılmaya, dolayısıyla hem dergimizin satırlarını, hem de tarihsel belleği kirletmeye değmeyecek bir Amerikalı demiş ki: Küresel güvenlik için tek seçenek, İMPARATORLUK!
Hangi imparatorluk diye sormaya gerek yok, elbet Amerikan İmparoturluğu!
Geçen gün, Kâzım Mirşan’dan, Halûk Tarcan’dan, Muhibbe Darga’dan, İlmiye Çığ’dan hiç söz etmeyen, edemeyen birinin Hititler’ini gördük Nilgün’le.
Anadolu’daki ya da Ortadoğu’daki, Mısır’daki bütün krallar imparatorluk kurma düşüyle ömür tüketmişler; bu uğurda, yalnız kendi ömürlerini değil, kendi halklarını, çevre halkları ve bütün doğal kaynakları da harcamışlar elbet. Şimdi tarih diye yalnız bunlar anlatılıyor, hem de alabildiğine tekyanlı olarak.
“Gideni ve gelmekte olanı” anlayabilmek için yanıp tutuştuğumdan, gücümün yettiği, elimin erdiği yorumcuları okumaya çalıştım elbet; bunlar arasında, yalnız biri, Marx’ın emeğe ve onun sonucu olan paraya dayalı yorumuyla, evrensel enerji dönüşümünün başka ve canlılar için çok asal bir alanda dile gelip işleyişini, cinsel enerjiyi irdeleyen Wilhelm Reich’ınkini doyurucu , inandırıcı buldum.
Canlılar arasında, insanın dışında, imparatorluk kurmaya özenen, kalkışan başka bir varlık yok; Reich’a göre, bunun nedeni, acunsal-dirimsel enerjinin sevişip yaşamı sürdürecek yeni ürünler ortaya koyacak yerde eldeki ve çevredeki enerjiyi savaşa, dolayısıyla ölüme, kıyıma harcamak.
Bütün canlıların, o arada insanın yaşama enerjisini şu üç temel işlevde tüketmesi gerektiğini söylüyor bilimadamı: sevmek(sevişmek), çalışmak (üretmek) ve bu ikisini , dirimsel düzene ayakta tutabilmeye yarayacak biçimde doğru yerine getirmek üzere, dolu, doğru bilgiler edinmek (ve bu bilgileri üretmek).
Dolayısıyla, bu işlevleri dolu dolu yerine getiremeyen, kendisiyle ve çevresiyle barışık olmayanlar kapılıyor evrensel düzenin kimseye izin vermediği bu küresel egemenlik kurma
yanılsamasına.
Bunun temelindeyse, ataerkil zorbalık yürürlüğe konalı beri, kadınlarımızın da suçortaklığıyla yaşadığımız çarpık var: dişiler, gebe kalırken, bütün enerjileriyle açılıp çiçeklenerek sarılmıyor, sarılamıyorlar erkeğe; gebelik sırasında aynı mutsuzluk, büzüşme sürüyor; ananın enerjisi , öbür besinlerin yanında, sevgi ve sevinç olarak akamıyor yavruya; doğumdan sonra bu olumsuzluk sözel-töresel baskıyla daha da artıyor; çocuk, doyumlu, mutlu, koruyucu, kollayıcı bir varlık olarak büyüyüp yetişemiyor; asal bir işlev olan sevişmeyi yerine getirse bile, sürekli huysuz, doyumsuz, dolayısıyla yıkıcı kalıyor. Alın size savaşlar! Ve işte böyle boş imparatorluk düşleri, hevesleri!
Oysa, zıpır İngiliz yöneticilerinden birinin dediği gibi öyle yüzyılda değil, binlerce yılda bir gelen ve doğaya şükür Anadolu’ya düşen üstünyetenek, Mustafa Kemâl dolayısıyla biz bu topraklarda yaşayanlar evrenin temel yasasını tam zamanında anımsayıp hem canımızı, hem toprağımızı kurtarmışız: şu iki kapılı handa, vakit geçirmeye virâne yeter!
Metin Aydoğan, hepimizin yerine, sayısız yapıtı tarayıp ballar çıkarmış; bakın ne diyor Atatürk:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çok cüce kalıyor Gökçen. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, tertemiz sağlıklı insanların yaşadığı evler.Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum, gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların, yüzleri sararmamış, dudakları şişmemiş çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.İstanbul’da ne uygarlık varsa, Ankara’ya hangi uygarlığı getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl bayındır kılmaya uğraşıyorsak, yurdumun her tarafını, Anadolu’nun her yerini aynı uygarlığa kavuşturmak istiyorum.Ve bunu çok, ama çok çabuk yapmak istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil.Türkiye’nin her yanı bayındır olmalı, erinç içinde olmalı... Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek yok benim kitabımda.Geleceği, geleceğin Türkiye’sini, geleceğin halkını düşünmek benim görevim.Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi iktisadî alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz...Bu coşkuyu yaşatmak, bu coşkunun ürünlerini görmek gerek.”
Ama amipten insana dek, canlıdan cansıza dek evrendeki bütün varlıkların sımsıkı birbirine bağlı olduğunu unutmadığından, sonra şunları ekliyor:
“Bence, bir ulusta şeref, onur ve namusun, insanlığın oluşup varlığını sürdürebilmesi için, o ulusun kesinlikle özgür ve bağımsız olması gerekir.Ben, birey olarak,sözünü ettiğim bu niteliklere çok önem veririm. Bu niteliklerin kendimde bulunduğunu öne sürebilmem için,ulusumun da aynı nitelikleri taşımasını ana koşul sayarım.Yaşayabilmek için, mutlaka bağımsız bir ulusun çocuğu olmam gerekir.”
...
“İnsan, bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar,bütün dünya uluslarının erinç ve gönencini de düşünmeli; kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar önem veriyorsa,bütün öbür ulusların mutluluğu için de elinden geldiği kadar çalışmalıdır.”
...
“Azınlık, çoğunluğun bilgisizliğinde çıkar ararsa, genel yıkım kesindir. Şimdiye dek izlenen yöntem ne yazık ki azınlığın çıkarlarını gözetmeye yönelikti. Ulus, ülke beş on kişinin mutluluk ve zenginliği için, beş on kişinin zevki ve eğlencesi yüzünden bu duruma düşmüştür.”
...
“En önemli Kurtuluş İlkesi, halkın örgütlenmesidir.Örgütlenmeyen bir halk saray karşısında, sömürgeciler karşısında yenilir, ezilir.Öyleyse genç aydınlar!halkın önüne düşeceksiniz! Ulusal bilincin ateşini yakacak,Türk halkını, Bağımsızlık Savaşımız doğrultusunda örgütleyip birleştireceksiniz.Bu örgütlenmenin sonunda nereye varacağız? Bunun sonunda, halkın yüzyıllardır özlediği Halk Devleti’ne giden yola çıkacağız. Bu halk hareketini ulusal bir devlet hâline getireceğiz. Kırşehir gülü gibi toprağa, halka bağlı yeni Türk Devleti’ni yaratacağız.”

Benzersiz hekim uygulanacak reçeteyi daha yüzyılın başında yazmış; uygulayıp düzlüğe çıkmak genç-yaşlı , ilerici, Atatürk’çü olduğunu söyleyen hepimize düşüyor.

Aslında bütün bu konuştuklarımızı güzelim bir Anadolu deyimi eksiksiz özetliyor: helâl ya da çiğ süt emmek.
Bütün iş, bu deyimi anlayıp açıklarken kullanacağınız terim ve kavramları Olypos’tan mı, yoksa enerji biliminden mi alacağınızda.
Enerji bilimini kılavuz edineceksiniz, helâl sütü ancak ırzına geçilmeden, sevgiyle, sevecenlikle gebe bırakılan;hem gebeliği sırasında, hem çocuk doğduktan sonra aynı sevgi ve özenle korunup kollanan; mutlu edildiği için yavrusunu seve seve emziren kadının verebileceğini kendiliğinden bilirsiniz.
Buna göre, gelmiş geçmiş toplum önderleri içinde yalnız Atatürk ile Castro’nun bu sütten emmiş olduklarını; geri kalanların ne yazık ki çiğ süt emip çip çiğ kaldıklarını görüp dile getirmeye razı olmamız gerekir.
*
Epsilon Yayınevi Ayşe Türkmen’nin David Unaipon’dan çevirdiği Aborijin Efsaneleri’ni gönderdi.
Kendisi de bu halkın çocuğu olan Unaipon, 1920’de Avustralya’da yaşayan çeşitli kabileleri dolaşıp söylence ve masalları derlemeye başlamış, 1927’de ilk kez yayınlamış.
Yerküre üzerindeki çıplak maymunların, insanların temel yapıları ve özellikleri bir olduğundan, Anadolu halkları gibi, Unaipon da hiç yadırgamayacağımız sözler ediyor:
İnsan doğası aynıdır, ulusu, dili, dini ne olursa olsun, Avustralyalı Aborijin için de, beyaz, kahverengi ya da sarı insan için değişen bir şey yoktur...”
“Bilmelisiniz ki, bencil insan mutlu değildir, çünkü yalnız kendini düşünür.Mutluluk, kendini unutup başkalarını düşünmekle gelir. Hırs, acı ve korkunun nedeni, kendini fazla düşünmektir.”
Epsilon’un Toplumlar ve İnsanlar dizisinden daha önce de söz etmiştim; bu dizide ilginizi çekecek, sizi zenginleştirecek yapıtlar bulacağınıza kuşku yok.
*
Pazar günü sevgili Hüseyin Alemdar arayıp geldi, her zamanki sevinci, coşkusuyla; elinde dört dergi: Şiir Ülkesi’nin dört sayısı.
Parlak kâğıda basılmış, başkan sona şiirle ilgili yazılara ve şiirlere ayrılmış bir yayın; Bedrettin Aykın önayak olmuş doğup yaşamasına; Hüseyin’in da aralarında bulunduğu bir kurul oluşturuyor.
Sevgili dostlarımdan Orhan Alkaya, ilk sayfadaki Yalnızlık Arayışı adlı şiirinde demiş ki:
gözümde büyüyen bir hayata büyüdüm
yaş aldım, üstlendim, korkarım eskisi
hay allah! eskisi kadar atik değilim...

Küresel yağma ve yozlaşmaya karşın, evrenin harcında varolan güzeli arama, bulunca dile getirme tutkusu, coşkusu sürüyor, evrene şükür!
*
Adam Sanat okurları içinde, Hasan Özen’in Baro Han’ın tepesindeki Çatı’sını bilen çoktur sanırım; özellikle 80-90 arasında, ne çok olaya, kutlamaya, toplantıya yuvalık yapmıştı!
Derken, bilemediğim nedenlerle oradan atılmak istendi,Hasan da direnmeyip çıktı.
İyi ki çıkmış; sevgili dostum, Barış Dâvâsı kurbanlarından, Orhan Apaydın’ın adını taşıyan sokakta,ama bu kez zemin katta, bir sokaktan öbürüne uzanan, bir pasajın göbeğine dek uzandığı yeni bir yer açtı: Çatı Pasaj.
Geçen akşam, onunla ilişkiyi kesmemiş bir avuç dostunu topladı; ülkemizde tango deyince ilk dile gelen Ümit İris-Seval ikilisinin dans gösterisiyle kucakladı.
Yeni yuvanın bezemi, eskiden üst üste yığılı duran resimlerin duvarlara rahatça serpiştirilmesi,tavanların yüksekliği, her şey iç açıcı.
Yaşa Hasan’cığım!
*
Gitarcı Cem Duruöz’den bir ileti aldım, Sanatçıların Uluslararası Özel Ödül Gösterisi çerçevesinde, 12 Nisan 2004’TED, Carnegie Hall’de bir dinleti verecekmiş. İletiye , Centaur’un bastığı iki diskinin resimlerini de eklemiş : Contemporary Music for guitar” ile “ Pièces de Viole:Marin Marais”. Ne mutlu!Yolu açık olsun!
*
Aslında bize ve bütün geri bıraktırılmışlara yaşatılan o kadar açık seçik ki, iletişim araçlarının yağdırıp yığınları koşullan yalan yağmuru olmasa, hemen görülecek.
Yine Metin Aydoğan’ın hepimiz için, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye adlı çalışmasında derlediği iki bilgiyi aktarayım, yeter:
“Nüfusun en varlıklı %3’ü, ulusal gelirin %30’unu; en yoksul %20’siyse ancak %4,9’unu alıyor; en yoksul kesimle en varlıklı arasındaki tam 48 kat gelir ayrımı var; işsizlik %26; halkın %21’i yoksulluk sınırı altında yaşıyor.”
İMF’nin, başka bir deyişle başta ABD, bütün G 8’lerin dayatmasıyla uygulanan ünlü özelleştirme’yle ilgili de birkaç sayı veriyor Aydoğan:
“Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Özelleştirme Yüksek Kurulu’na sunduğu rapora göre, 1986’dan beri yapılan bütün özelleştirmelerden, giderler çıktıktan sonra devletin elde ettiği gelir, yalnız 200 milyon dolardır.
13 yıl boyunca satılan onca KİT’ten elde edilen 200 milyon dolarlık gelir,özelleştirmenin hazineye hiçbir katkıda bulunmadığını gösterir. Çünkü yeniden kurulmaları 35 milyar dolara patlayacağı hesaplanan KİT’ler 4,8 dolara satılmış, bu satışlar için 4,6 milyar dolar ‘harcandığı’ bildirilmiştir.”
Tıpkı belli aralıklarla sökülüp yeniden yapılan yollar, kaldırımlar gibi, YAĞMANIN boyutuna bakın!
*
Küresel soygun, tüm yaşamımız gibi, İstanbul Müzik Şenliği’ni değiştirdi elbet.
Bu yıl 31. düzenlenen şenliğe, ne mutlu ki, ilk gününden beri gidenlerden biriyim; ama yavaş yavaş kendimi dışlanmış duyumsuyorum: hem izlencenin içeriğiyle, hem bilet giderleriyle, hem yeni dinleyici değil, izleyicilerin niteliğiyle.
9 Haziran akşamı, Aya İrini’de, Covent Garden Krallık Operası Solistleri’nin dinletisi vardı; önce Norveçli besteci Svendsen’in “La majör Yaylı Çalgılar Beşlisi”ni yorumladı.
Topluluk gerçekten işinin ustası yorumculardan oluşmuş; seçtikleri yapıt da çok çarpıcı; gel gör beni küreselleşme neyledi, izleyiciler tam televole çocukları: ellerinde yapıtın kaç bölüm olduğunu gösteren izlence, her ara bölümde alkışı bastılar. Yorumcular ilkin bakıştılar sonra gülüştüler, sonra çalmayı sürdürdüler; biz de dinlemeyi.
Üstelik Aya İrini gibi bir tapınakta, müziğin büyüsü çoktu uçup gitmiş; geriye yalnız dinleti öncesi atıştırıp yuvarlanan yemekler içkiler, edilen boş lâflar, daha sonra aktarılacak dedikodular kalmış!
31 yıl boyunca, sağolsunlar Aydın Gün’le Zeliha Kaya’nın incelikleri bizi hep alt katta, ön sıralarda oturtmuştu; bu kez balkona düştük Nilgün’le. Aman, iyi ki düştük! Şimdiye dek dinlediğimiz en temiz sesleri orada tattık. Meğer kilesinin kubbeleri eksiksiz yalnız oraya gönderiyormuş o güzelim notaları!
İkinci yapıt, gerek insan sesinde, gerek çalgılarda , bence, Mozart gibi, en tadına doyulmaz uyumları yakalamış olan Schubert’indi; üstelik sekizliye nefesliler katılmıştı. Bestecinin ölümünden sonra basılmış “D803” sayılı sekizli sözün tam anlamıyla kusursuz bir başyapıttı. Yorumcular onu büyük bir incelik ve ustalıkla yansıttılar bize – aynı bilgisiz, dolayısıyla saygısız alkışlar arasında.
Belki de tüm öğeler insanların yavaş yavaş toplumsal alandan kaçmaları, evlerine kapanmaları, yağmayı görüp ses çıkarmamaları, televizyonun ya da müzik aygıtlarının sağladığı dinletilerle yetinmeye razı olmaları için elbirliği ediyor: boş kalan alanda, hani şu resmi sayılara göre hepimizden 48 kat daha çok kazanan – bence bu 48 bin kattır – görgüsüzler diledikleri gibi tepinsinler diye bizim gibi karaçalıları temizliyor! Peki, tamam!
Neyse ki, hemen ertesi akşam yine aynı yerdeki bir dinleti müziği de, bizi de yerli yerimize oturttu: Tokyo Yaylı Çalgılar Dörtlüsü.
Martin Beaver, Kikuei İkeda,Kazuhide İsomura ve Clive Greensmitht’ten oluşan dörtlü, önce Schubert’in Rosamunde’sini, ardından Touver’ın Anı Dörtlüsü’sünü, son olarak da, bence oda müziğinin en çarpıcı yapıtlarından, Beethoven’in Opus 59/l. Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’sünü yorumladı.
Yapıtlar gibi yorumcular da sıradışıydı; ama akşamı asıl unutulmaz kılan, topluluğun şenliğe getirilmesine katkıda bulunan TSKB’nin konuklarıydı; Covent Garden Solistleri’nin gelişine yardım eden kurumun tersine, bu kuruluşun konukları seyirci değil, gerçekten dinleyici’ydiler: bütün bölümleri, çıt çıkarmadan, tam içinde bulunduğumuz tapınağa yakışır biçimde dinlediler. Böylece, sanatın büyüsüne kendimizi bırakabildik.
Nilgün’le, daha CRR, Nurettin Sözen’in Belediye Başkanlığı’ndan ayrılmasıyla kılık değiştirmeye başladığı an önce söze dökmeden, gizli gizli duyduğumuz korku, işte artık karabasan gibi çökmüş durumda hem ülkemizin,hem bütün dünyanın başına: sanat asıl, arıtıcı tapınma olmaktan çıktı, gösteriye, eğlenceye dönüştü.
Arte’de, Mezzo’da, Klasik Müzik kanalında , inanılmaz derecede görkemli salonlarda,stadyumlardaki kalabalıklara taş çıkartan seyirciler önünde allı pullu, balonlu, konfetili gösteriler aktarılıyor.
Bu geniş çaplı çürümeden geri dönebilecek miyiz, dönebilir miyiz dersiniz?
Hadi her zamanki öğüdü bu kez kendime vereyim: canım çıkmadan umut kesemem!


Adam Sanat, Ağustos 2003, s.211.

1 Temmuz 2003 Salı

IŞIK,BİRAZ DAHA IŞIK

Gözünün önündekini görebilen, bence daha da önemlisi dile getirebilme yürekliğini gösterebilenlerden Metin Aydoğan’ın Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma adlı yapıtından daha önce sözetmiştim.
Bu sayısı az insanların içinde Yılmaz Dikbaş da varmış.
Dikbaş, soyadının hakkını verenlerden; Sümerbank adına (hey gidi canım Sümerbank hey! vah zavallı ülkem vah!), İngiltere’de dokuma ve kimya okuyup mühendis olmuş; dönüşünde önce Sümerbank’ın Bursa Merinos Yünlü İşleyim Kurumu’nda, sonra özel kesimde çalışmış.Beş yıldır da TMMOB’de, Kimya Mühendisleri Odası’nın Antalya ili temsilcisi.
Erol Manisalı gibi, o da para dünyasının çarklarını yakından tanıyanlardan; tanıyan çok da, dönen dolapları dile getirebilen az: büyük çoğunluk o çarklardan yağ sızdırmayı seçmiş.
Yılmaz Dikbaş, onlardan değil; bilinçli bir birey olarak, yaşamsal çıkarının hemen yanıbaşındaki ögelerin, başta canlı varlıklar, bütün tamamlayıcı birimlerin sağlıklı işleyişine bağlı olduğunu unutmayanlardan. Dolayısıyla, Metin Aydoğan gibi , hani şu uygar ve kalkınmış(?!) olduğu öne sürülen –daha doğrusu kendilerinin öne sürüp bütün dünyaya yutturdukları –ülkelerin eskiden ordularla yürüttükleri sömürünün şimdi nasıl İMF, Dünya Bankası gibi aracı kuruluşlarca , üstelik çok daha amansız olarak yürütüldüğünü biliyor ve ayrıntılarıyla, belgeleriyle açıklıyor Amerika’nın Irak Yalanları’nda.
Manisalı’nın Türkiye-Avrupa İlişkileri’nde ‘Sessiz Darbe’si gibi, Dikbaş da bu çalışmasında, aslında, yoktan bir şey uydurmamış; varolanı, söyleneni, yazılanı, sayısız kez yineleneni gözümüzün önüne getirmiş, çekidüzen vermiş.
Daha kitabın başında, Amerikan yönetiminin dün ya da bugün işbaşındaki üst yöneticilerinin, teker teker adlarını sıralayarak, petrol kuruluşlarıyla nasıl iç içe olduklarını; geçmişte oralarda yöneticilik yaptıklarını; ortak olduklarını anımsatmış.
Bu belge bile, başımıza örülen savaş çoraplarının hangi gerekçelere dayandığını, kimler tarafından örülmek, sökülürse yamanmak istendiğini açıkça gösteriyor: elbet can gözünüz ortalıkta dolaşan, büyük çoğunluğun bayıldığı haber (?) bolluğuyla körleştirilmemişse! Adı üstünde iletişim ağı (internet): yâni düpedüz AĞ; sıkıysa yakalanmayın; yakalandınızsa, hadi buyrun kurtulun!
Aslında sorun Türkiye’yle sınırlı değil elbet: buyurucuların –başta ABD- yeni paylaşım savaşında yerkürede gözlerini – kör olasıca gözlerini- diktikleri bütün kaynakları ve o kaynakların bulunduğu ülkeleri kapsıyor.
Ama işin acıklı yanı, yanıltıcı haber bolluğu herkesin kafasını öylesine kıskaç altına almış ki, bu paylaşımdan en küçük bir pay almayacak, alamayacak olanlar bile , ağızlarından salyalar akıtan sömürücülerin ardına takılmış; öbür yutulacaklarla iş ve elbirliği yapmaya yanaşmıyor; bırakın yanaşmayı, sözü edilince, tüyleri diken diken oluyor.
Henri Laborit, Payel Yayınları’nda Türkçeleri de bulunan kitaplarında, boşu boşuna haykırıyor yıllardır, tıpkı Aydoğan’lar, Manisalı’lar, Dikbaş’lar gibi: uygarlığı yeniden tanımlama zamanı geldi geçiyor! Evrenin yerküreye bağışladığı temel enerjiyi eskisi gibi har vurup harman savuramaz; tüketim için tüketim ve üretimi baştacı edemezsiniz, diye.
Başta Kutsal Kitap’lar, kendisine gerekli –aslında doğruca ölüme götüren –bütün koşullandırma dizgesini ve araçlarını yaratmış olan ataerkil düzensizlik şimdilik bu çığlıkların işitilmesini önledi, önlüyor; dileyelim çok geç olmadan ayılsın insan kardeşlerimiz!

*

Savaş çığlıkları arasında, iki soylu yorumcudan, Naile Akıncı ile Aydemir Atalay’dan sergi çağrıları ve birer kitapçık aldım.
Naile Hanım, yaşının bütün olgunluğuyla, alçakgönüllü arayışını sürdürüyor; son çalışmalarını Evin’in galerisinde sergiledi; eski dostlarımdan Neyran Kursan’dan, inanılmaz bir beceriklilikle sevgili kızı Sibel’in bulup yolladığı Béjart’ın son çalışması Işık’ın kasetini almaya gittiğimde gezebildim sergiyi.
Aydemir Atalay’ı geçen yıl MR’deki sergisinde tanımıştım; bu dürüst ve yetenekli Anadolu çocuğu, büyük bir talih sonucu alabildiği temel eğitimi gerektiği gibi özümsemiş; çok çarpıcı kır, köy görünümleri çizip boyuyor.Sergisi, şu karlı buzlu günlerde, epey sapa bir yerde açıldı; daha yakında açılacak sergilerini özlemle bekleyeceğim.

*

Adını anamayacağım tombul bir Amerikalı, bir Amerikalıya göre başarı sayılabilecek bir iş becermiş: Benim Cici Silâhım’ı çekmiş.
Film , başta petrol ve silâh işleyimine ortak yöneticileri, her türlü iletişim aracının 24 saat yalan habere boğduğu halkın, Avrupa’dan o güzelim anakarayı yağmalamaya, orada yaşayan uygar kızılderililerin soyunu kurutmaya geldikleri günlerden kalma timsaha özgü korku ve güdüleri gıdıklanarak tepeden tırnağa silâhlandırılmasını işliyor; ancak, bekleneceği üzere, doğrunun yalnız küçük bir parçasını ele alarak; asıl sorumluların yalnız adlarını iki üç kez andıktan sonra, gözüne kestirdiği , sözün gerçek anlamında tek dişi kalmış canavara dönüşmüş bir ırkçı-buyurganı, bir zamanların sığırtmaç filmlerinin baş oyuncusu Charlton Heston’u hedef tahtasına yerleştirerek çok acıtmayan bir söyleme başvuruyor.
Alınan ve evlerde sere serpe saklanan silâhları kapıp okullarına gelen çocukların taradığı öğrencilerden ikisini buluyorlar; biri iskemleye çakılmış ömürlük; öbürü gövdesinde alınamamış kurşunlar taşıyor. Bu iki çocukla, o kurşunları ve bir sürü silâhı üreten kuruluşa gidiyorlar, sözümona hesap soracaklar; yetkili kimse gelmiyor, yarı yetkili bir yazman hanım geliyor, eveleyip geveliyor. Gidip bir daha geliyorlar; ve sonunda, büyük bir utkuya (!) kavuşuyorlar: kuruluş, bilmem kaç milimetre çapındaki mermilerin üretimini durdurmayı kararlaştırmış.
Oysa aynı ilde, az ilerde, ünlü bir uçak yapımevi, anakaralar arası füze üretimini çok büyük övünçle sürdürüyor!
Yaşasın sivil toplum kuruluşları ve bize armağan edecekleri anlı şanlı utkular!


*

En iyisi ben size Bejart’ın son balesinden sözedeyim.
Büyük usta, Işık adını verdiği yapıtı geçen yıl Lausanne’da tasarlayıp sahneye koymuş; özellikle , çok sevdiği Barbara ile Brel’in şarkılarına, bir de Bach’ın yapıtlarına dayandırmış baleyi.
Bu yapıtı tasarlayıp sahneye koyarken tam 75 yaşında.
Filmin sonunda, ailesinin Bim diye seslendiği Maurice Berger’yi annesiyle, kız kardeşiyle kırlarda yemek yerken, atlayıp sıçrarken görüyoruz: yerinde duramıyor.
Babası ünlü düşünür ve öğretim üyesi Gaston Berger, dansçı olmayı seçtiğinde diyor ki:Tamam, hiçbir şey demem elbet; ama bu işi iyi yapmanı isterim; bir de, sana hiç yardım etmeyeceğimi unutma.
Bim bu sözü öyle ciddiye alıyor ki, şimdi, bence, yurttaşı, kentdaşı Roland Petit’yle birlikte, çağımızın en büyük iki yaratıcı-yorumcusundan biri o.
Bale gibi gösteri sanatları sözle anlatılmıyor elbet; keşke, daha önce de belirttiğim gibi , bu yazılar görüntülü olabilseydi de, kaseti size gösterirken söyleyebilseydim bunları.
Üzerimde sinemanın en az bale kadar etkisi oldu, diyor bir yerde; nitekim, bale de öyle tasarlanmış: sinema sanatıyla bale sanatı iç içe; ışık’ın bütün biçimleri, bütün türevleri kullanılmış.
Sinema deyince, bu sanatı sezip insanların önüne getiren iki yetenekli kardeş, Lumière’(Işık)ler atlanabilir mi? Béjart zaten benim tanıdığım en tutarlı, dolayısıyla en alçakgönüllü insanlardan biri; dedi ki filmi çekene: burada yaratmadan, yaratı’dan söz edemeyiz; yaratmada, yoktan bir şey çıkarma vardır; bense, zaten varolanlara düzen veriyorum; dolayısıyla düzenleyiciyim.
Bundan daha dürüst, doğru, alçakgönüllü söz olur mu?
Henri Laborit de, aynı anlayışla: evrendeki her şey çeviridir, der: yani, evrensel enerjinin bir kılıktan öbürüne çevrilmesi, dönüştürülmesi.
Gürdüğünüz gibi, bu iki şaşkın da, para kazanmaktan, savaş kazanmaktan, doğal ya da yapay bütün kaynaklara elkoymaktan sözetmiyorlar! Zavallı düşçüler!
Béjart, İran’ın Batılı sömürücülerce mollalara teslim edilmesinden önce, bu ülkede bir çalışma yapmış 30-40 yıl önce; Sâdi’nin Gülistan’ından esinlenmiş; bu yapıtta da, Barbara ile Brel gülle ilgili, gülün çok çarpıcı biçimde simgelediği sevi’yle ilgili şarkılar söylediler; gül elden ele, dudaktan dudağa dolaştı.
Gerçek bir şölen!
Demokritos, Sibel aracılığıyla bize bu balenin sahneye konmuş biçimini de ulaştırır belki.
Bilirsiniz Goethe’nin ünlü sözünü, hem de ölürken söylediği: Işık, biraz daha ışık.
Bütün çalışma arkadaşlarının seslenişiyle, Maurice, canım Marurice bunu şöyle değiştirmiş; ölüm günümde gençlere,biraz daha dans, daha çok dans demek isterdim.
Ah gözümün bebeği! Bence de; ömrün uzun olsun; bize bu unutulmaz, doyulmaz şölenlerden biraz daha tattır!

*

Bugün boyalı gazetelerden birinin adının bile üstüne yerleştirdiği haber:Lara’nın ihtiharında öğretmenlere ihtar!
Anımsayacaksınız, ayrıcalıklı okullarımızdan birinde okuyan gencecik bir fidan, köprüden atıvermişti kendini.
MEB soruşturma açmış, okulun 4 yöneticisi ile 2 öğretmeni kusurlu bulunmuş ve uyarılmaları kararlaştırılmış!!!!
Televolenin ta kendisi!
Körpecik bir genç uyuşturucuya neden dadanır? Neden yaşamın baharında kendi canına kıyar? Ne iletişim örgenlerini ilgilendirir bu sorular; ne de gençleri eğitmesi, Fakir Baykurt’un kusursuz saptamasıyla, onlara mutlu olmayı öğretmesi gereken MEB’nı!
Ya da daha doğrusunu söyleyelim: bu iki kurum da, onları döndürenler de kendileri bilmez ki su soruların yanıtlarını.
Bütün işlev ve etkinliklerinizi canlı varlık olarak varolmak, yaşamak için değil de, yemek, durmadan tüketmek, bu tüketimden ,yaşam açısından hiçbir önem taşımaması gereken paracıkları kazanmak için yaparsanız; gençleri de bu amaca yönlendirirseniz, başınıza gelenler, sözümona sevdiğiniz yavrularınızın başına gelenler, gelecek olanlar sizi ilgilendirmez, ilgilendiremez: sorumluluklarınızı görmemek, unutmak için,karanlıkta ıslık çalanlar gibi, işte böyle boş işler ve sözlerle ömrünüzü geçirirsiniz!
Küreselleşmenin –doğru söyleyişle, anamalın bütün dünyaya elkoymasının küreselleştirilmesiyle –gelinen nokta bu; bundan sonrası, ya titreyip evrensel özümüze dönme, ya da inleye inleye, sürüne sürüne geberme!
Buyrun, seçim bizim!
Ah, ah! Işık, biraz daha ışık! Ya da, bilgi, biraz daha, çok çok daha fazla doğru bilgi!




Adam Sanat, Nisan 2003, s.207

AMANSIZ TÜRK DÜŞMANLIĞI

Sevgili dostum Nurten Karaçivi, geçen gün beklemediğim bir haz yaşattı hepimize:”Kuzgun”.
Yönetimini ve çekimöyküsünü kendisi üstlenmiş, görüntüleri Hüseyin Özşahin çekmiş,kurgu Tonguç Yaşar’ın; üstün beğenili müziği kime borçlu olduğumuzu filmde belirtmişti, ama çağrıya yazmamış.
Uzun süredir, ele alınan kişiye bu kadar yakışan bir yapıt görmemiştim.
Tanımış olanlar, yapıtlarını görenler Kuzgun Acar’ın üstünyeteneğini bilirler.
Demiş ki yanardağ enerjili, coşkulu, güleryüzlü dostum:
Heykel öyle de yapsan olur böyle de.. Taştan mermerden oyarsın,çividen demirden dökersin, çanak çömlekten bükersin, hepsi olur...Tepe noktaya bir yere koyarsın süs olur,fırlatıp atarsın çöp olur (nitekim, canım dostum gidince, hoyratlar, güzelim yapıtlarının çoğunu çöpe attılar... sanki kendileri bir gün iz bile bırakmadan çürüyüp gitmeyecekmiş gibi!), ama bir işe yaradı mı, o zaman öpülesi, okşanası güzel olur...
Yaşa Nurten!
*
Nedir en zor şey? görmek, gözünün önündekini.
Aslında, çalışkan, yetenekli kardeşlerimiz bize gözümüzün önündekini göstermekten başka şey yapmazlar.
Müdafaa-i Hukuk’un 56. sayısında, Metin Aydoğan bir kez daha bu işi yapmış: bir dizi yapıtı inceleyip bugüne dek el üstünde tuttuğumuz en ünlü kişilerin bile ne kadar acımasız Türk düşmanı olduklarını gösteren kanıtları kendi ağızlarından aktarmış.
Kimler yok aralarında? Marx’la Engels’ten tutun, Voltaire’e, Hugo’ya dek herkes.
Hugo: Bu kahraman küçük ulusun çırpınışı ne zaman sona erecek?Sırbistan’da yaşananlar, Avrupa Birleşik Devletleri’nin gerekliliğini gösteriyor.(Ne acıklı güldürü değil mi? Sırbistan’ı üç gün önce bombalayıp yerle bir edenler işte bu AB’nin uygar (?) uluslarıydı)Bu katil imparatorluktan yakamızı kurtaralım. Bağnazlığı ve zorbalığı susturalım! Elde kılıç dolaşan boş inançları,dogmaları etkisiz hâle getirelim. Savaş, kıyım, boğazlaşma ortadan kalksın,özgür düşünce, serbest ticaret, kardeşlik olsun; barış bu kadar zor mu?
Hugo bunları 1876’da yazmış; geldik 2003’e, değişen tek şey, kıyım araçlarının daha amansızlaşması.
Avrupa’daki Türk egemenliği için ayaktakımı egemenliği diyen Engels bakın nasıl sürdürüyor sözünü: Bu varlık er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel topraklarının ayaktakımının egemenliğinden kurtarılacaktır...Avrupa Türkiye’sinden Yunan ve Slav kentsoylu sınıfının etki ve zenginliği sürekli artmakta, Türkler her geçen gün gerilmektedir.Zaten Türkler devleti ve asker gücünü ellerinde tutmasalardı (biliyorsunuz,bu iki örgüt de ancak zorbalıkla, barbarlıkla kurulup ayakta tutulabilir!) çoktan yok olup giderlerdi. Türklerin sahip oldukları, uygarlığı engelleyen bu tekel ve güç, artık güçsüzlüğe dönüşecektir. İşin doğrusu, Türklerin ortadan kaldırılmaları gerekir.
Marx yoldaşından geri kalır mı? İstanbul,Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi, bu köprüden geçmeden dünyanın çevresinde dönemez.Dünyanın çevresinde dönebilmek içinse, Rusya’yla savaşmadan, bu köprüden geçemez.Sultan,devrim gelene dek, İstanbul’u geçici olarak elinde tutmaktadır.Avrupa’daki şimdiki sözde erk sahipleri,devrimle yüz yüze gelene dek,bu sorunu sürüncemede bırakmaktan başka bir şey yapmayacaklar.Batı’nın Roma’sını yıkacak olan devrim,Doğu’nun Roma’sının şeytanca etkisinin de üstesinden gelecektir.
Sağ olsun, Metin Aydoğan, sabırla birçok yapıtı tarayıp bu değerli alıntıları önümüze sermiş.
Bu bölümü, Atatürk aydınlığında yurdumuza gelip öğretim üyeliği yapmış ünlü bir bilim adamının gerçekçi gözlemiyle bitireyim; diyor ki Fritz Neumark: İçtenlikle itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez, sevmesi de olanaksızdır. Türk ve İslam düşmanlığı, yüzyıllardır, Hıristiyanların ve kilesinin gözelerine işlemiştir. Türkler pek ayrımında değildirler, ama Avrupalılar şu gerçeği iyi bilir: Türkler çıkarılıp atılsa, ortada tarih diye bir şey kalmaz.
Avrupalı, Amerikalı bu olguyu neden kabul edip ona saygı duysun? Atatürk’ün o güzelim öğüdünü tutup yeterince çalıştıktan sonra, övünüp güvenmeyi uzun süredir unutmuş, unutturulmuş kimi Türkler yukarıda andığımız sözlerin çok daha beterlerini her gün, her saniye yineleyip bunlara katılmayanları tepelemeye kalktıktan sonra.
Neyse, son can çıkmadan umut kesemeyiz.
*
Sesiyle, piyanosuyla ezgi evrenimin en soylu kişilerinden Nina Simone da sonunda yorulup gitmiş.
Tutarlılık’ı bütün erdemlerin toplamı sayarım ya, Simone da ender tutarlılık anıtlarından biriydi; o yüzden daha ilk notasını işittiğimde alır beni yücelere uçururdu. Ben bu kılıkta varolacağım sürece , ne zaman ona sığınsam, böyle yıkanıp arınacağım.
*
Annem, yaz ortası harman telaşında, kazan dolusu aşure yapmış. Güle oynaya,sabahtan akşama yedik. Sen , elinde kepçe,alabildiğine hoşnut, ard ıardına sordun anneme:
- Ne bildin ma? Benim aşureyi çok sevdiğimi nerden bildin?
Güldü annem:
- Bildiğim filan yok oğlum! Ben, hangi mevsimde olursa olsun,evde azı kalmış ne varsa birleştirir,aşure yaparım, ya da çorba...
Anlattım:
- Tüm sülalem, kim bilir ne zamandan beri, toprakla boğuşur. Aralarında bir ikisi devlet memurluğuna tutunmuş da olsalar;karınlarını, toprağı işleyerek, yanı sıra boy boy hayvan besleyerek doyururlar. Eskiden ormandan kök kazar, temizlenen alanı tarım toprağına eklerlerdi.Şimdilerde meyve ağacına ve kavak yetiştirmeye verdiler ağırlığı...
Bize göre annem, onların içinde en has çiftçiydi.
Onun toprağa verdiği değerle, İkinci Dünya Savaşını, hemen hemen hiç duyumsamadan geçirdik. Çok çalışırdı annem, yorulmak nedir bilmez sanırdık; babamı, altı çocuğunu, hayvanlarımızı, az ama verimli, çok sevgili toprağımızı çeker çevirirdi. Gurbette okuyanlarımıza, babamın köy öğretmenliği aylığı yeterdi yetmezdi;ama annemin canı, karasabanın ucunda, alınteriyle büyüttü bizi.
Gece oldu mu, hâlini görür, nasıl acırdık ona; sürünerek vardığı yatağında kollarını nere koyacağını bilemez,döner çırpınır,uykusu koyuluncaya dek inilderdi de, tek sözcük bile yakındığını işitmezdik ağzından.En küçüğümüzü koynunda uyuturdu; kendisi uyurken, yumurcak elleriyle gömleğini aralar, memelerini bulur, görülür bir hazla emer, emerdi. Kandil ışığında seyrederdik, doyulmaz bir görünümdü bizim için.
Sabah, dipdiri olurdu; son kez emzirir, Azime Ninemin kollarına bırakıverirdi kardeşimizi. O ara, ne yapıp etmiş, evin işlerini bitirmiş olurdu. Yüzünden hiç eksik etmediği gülüşüyle, hepimize şöyle bir bakar, hadi eyvallah! derdi.Akşama görüşürüz, her şey yerli yerinde olsun! demekti bu. Mandamızı öküzümüzü zincirlerinden salar,katır duruşlu eşeğimize biner, ova yoluna doğrulurdu. Yaz kış çalışırdı annem, çok çalışmayı ondan öğrendik. El emeğine, kol gücüne çok önem verirdi. Dik bir duruşa, ödünsüz bir aile yönetimine, doğayla iç içe değişik bir şiirselliğe, çiçeklere,mevsimlerin inceliklerine ve çocuklara karşı inanılmaz bir duygusallığa, an an yaşadığı, hiç gizlemediği coşkulara, hele kendi emeğiyle edindiği öteberiye karşı şaşılası bir düşkünlüğe dayanırdı onun dünyası. Bu yaşa geldi, hâlâ, hasat vakti harman yerinin güzelliğine, sürülmüş tarlaların kokusuna, baharda fidanlara tek tek yürüyen cansuyuna, nice ıssızlığı şenlik yerine döndüren türkülere vurgundur, vazgeçemez!
Diyeceğim; yaşama sevinci özünden taşar onun;hâlâ çok... ve türlü türlü üretir, güz geldi mi dolar taşar evimiz!
Bu satırları, canım dostum Azime Korkmazgil’in, Hasan Hüseyin’e yaktığı sevdalı Gökmavisi Bir Türkü’nün ikinci cildinden aldım.
Belki kendinize bir armağan vermek istersiniz diye.
*

Doku’daki Mustafa Ayaz sergisine gittiğimde baktım, uzun süredir Ankara’daki galeriyi bırakıp gelemeyen dostum Mehmet Kıyat orada.
Daha geçen yıl imzalayıp bıraktığı, ma koşuşma arasında unutulmuş son kitabı Kasırga’yı getirdi koşarak; bu kitapta 1997-2001 arasındaki şiirlerini toplamış.
Oktay Şimşek’in Papirüs yayınlarıysa, bir başka çalışkan, üretken dostumun, Zehra İpşiroğlu’nun son yapıtını basmış: Gençler için Nâzım Hikmet’in Oyunları.
Nazımdın üç ünlü oyununu, Ferhat ile Şirin’i,İvan İvanoviç Var Mıydı Yok muydu’yu ve Tartüf'’ü ele almış; oyunlarla ilgili eleştirilerden, deneme yazılarından yararlanarak bu yapıtların nasıl yorumlandığını, nasıl yorumlanabileceğini ve bunlara bağlı bütün temel ekinsel sorunları irdelemiş. Çok dolu,çok yararlı bir çalışma, Zehra’nın bütün öbür işleri gibi.
Yaşa sevgili sevimli akıllı karınca!
*
Aylin Menderes’i düne dek tanımıyordum; dün bir iletisi geldi, tanıştık.
Almanya’da yaşayan, 32 yıldır gazetecilik, yazarlık, danışmanlık yapan Nazmi Kavasoğlu’nun Almanya Cumhurbaşkanı Ödülü’nü kazandığını, 18 Ekim’de alacağını haber veriyordu.
Nazmi Bey, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, Doğu ve Batı Toplumsal Demokrat Partilerinin birleştirilmesi; oralara sevgili Fazıl Hüsnü’nün unutulmaz şiirindeki gibi, çöpçü olmaya götürülmüş, ama şimdi – Avrupalının, genel olarak Batılının bütün önyargılarına, inatla hâlâ barbar sayma ve gösterme çabalarına karşın – yeteneklerini, çalışkanlıklarını kanıtlayıp hakkettikleri yeri söke söke almaya başlayan soydaşlarımızın bireysel ve kümesel haklarına hem kâğıt üstünde, hem uygulamada kavuşabilmeleri için aralıksız didinen güzel bir insan!
1985’de, dönemin Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker’den “Üstün Başarı Ödülü” almış.
Siyasetle azıcık ilgilenenlerin yakından tanıdıkları Willy Brandt, onun için: Kavasoğlu, sürüden ayrılıp kurdu kapan Türk’tür dermiş.
Bugünkü küresel soygun-yozlaşma-yozlaştırma fırtınası içinde, güzel, yararlı işler yapabilmek; ayrıca bunu, can gözleri kör, can kulakları sağır insan kardeşlerine kabul ettirebilmek ne denli zor biliyorsunuzdur ; ne mutlu Kavasoğlu’na! Bütün bunların üstesinden gelebilmiş. Yolu açık kalsın!
*
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden matematikçi dostum Yavuz Aksoy, öğretmenliğinin yanında, yazardır da; kendi uğraşıyla ilgili kitapların yanında, başka çalışmalar da yaptı, yapıyor.
Bunlardan Evren’den Atoma’yı yollayalı epey oldu. Adından anlayacağınız üzere, bilimsel temele dayalı deneme ve eleştiriler bunlar.
Mahlon B. Hoagland’ın Yaşamın Kökleri adlı kitabından şu satırları ödünç almış:
Bilim, içimizde ve çevremizde olup biteni açıklamaya çalışmaktır.Anlaşılmaz, karanlık, gizemli olanı, temel yasalar bulgulayarak açıklama, anlaşılır kılma işlemidir; dizginlenmiş meraktır. Merak, insanın en temel dürtülerinden biridir.
Ve Aksoy, şimdiye dek okuduğu bütün kitapların, çözdüğü bütün denklemlerin sonunda, Goethe’nin parmak bastığı güçlüğü aşıp gözünün önündekini görüp dile getiriyor:
İnsan, evrene göre bir atom; atoma göreyse bir evrendir.

Bu yıl 23 Nisan’da, çok sevindirici bir egemenlik armağanı aldık: Mahiye Morgül.
1950’de, Cumhuriyetimizin demokrasi aldatmacasına dönüştürüldüğü yıl Rize’de doğmuş; öğretmenlik, müzik ve müzik eğitimi okumuş. 68’de küresel yozlaştırma’dan okkalı bir pay almaya başlayan yurdumuzun ayaklanan gençleri arasına katılmış, bundan dolayı hakkettiği gibi ödüllendirilmiş: Sevgi Soysal’la Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yatmış.
Müziğin yanında tiyatroya da vurgun; hem kuramcı, hem uygulamacı, uygulayıcı: kitaplar yazmış, yazıyor; korolar oluşturmuş, oluşturuyor; besteler yapmış yapıyor; çeşitli dergilere yazılar, radyo ve televizyona izlenceler. Kısacası, gerçek bir yanardağ, bitmez tükenmez bir yaşama-yaşatma sevinci.
Dün, sanırım düzenli katkıda bulunduğu Öğretmen Dünyası’nın iki sayısıyla, Eğitimde Yaratıcı Dramaya Merhaba ile Müzik Nasıl Öğretilir’i alıp çok sevindik.
Müzik Nasıl Öğretilir’de, yine gözümüzün önünde duran doğrulardan birini dile getiriyor: Oynayarak!
Drama’nın sonlarına doğru, Eliel Zaaninen’den ödünç aldığı şu sözün doğruluğuna, güzelliğine bakın: Sanatı anlamak için, bütün sanatların kaynağı olan yaşamı anlamak, öğrenmek gerekir. Yaşamı ve sanatı anlayıp öğrenmek içinse, her şeyin temeline, doğaya eğilmek gereklidir.
Aslında bu, yaşamın, bütün eğitim öğretimlerin temeli olması gereken bir yöntemdi; ama sanırım sonunda özgür, bağımsız, bilinçli varlıklar oluşacağı; şimdiki sömürüye ve zorba yönetime olanak kalmayacağı için, yüzyıllarca önce yürürlükten kaldırılmış.
Mahiye, onu unutmayan, diriltmeye çalışanlardan. Mutluluğu sesine de, yüzüne de, ürünlerine de sinmiş . Ve işte bu nitelikleriyle geliverdi 23 Nisan Egemenlik Bayramı’nda.
*
Saura’nın üç büyük ustayı, Lorca, Dali ve Bunuel’i kıyma makinasından geçirdiği yapıttan söz etmiştim; dolayısıyla, daha önceki danslı filmlerinde bizi mutlu etmiş olmasına karşın, biraz çekinerek gittim Salome’ye.
Ama Carmen’deki, Kanlı Düğün’deki büyüyü burada da yakalayabilmiş; Aida Gomez’in hem tasarlayıp hem oynadığı danslar; giysiler, bezem, müzik, ışıklandırma yerli yerinde; görüntüleri aynalarla yansıtma, iç içe geçirme oyunları kararında ve çok etkili. Kızlı oğlanlı dansçılar soluk kesici .
Aksayan, beni tedirgin eden tek şey , öykü :Yirmi Birinci Yüzyılı yaşıyoruz, hâlâ binlerce yıllık çarpık, hastalıklı, hasta edici öyküler anlatıyoruz.
Oysa, Aida Gomez’in bir ara topluluğunda dansettiği Maurice Béjart’la Roland Petit, çok şükür, böyle yapmıyorlar: bir geçmiş zaman öyküsünü, sevdasını da anlatsalar, yapıtın sonunda insanın içindeki yaşama umudu, sevinci diri kalıyor; dahası, ölmüşse, diriliyor. Hele, Bolero, Bakthi gibi soyut yapıtlardan izleyiciye en küçük bir olumsuzluk, karamsarlık yansımıyor.
Böyle kafa kol kesilmeyen, sıradan, alçakgönüllü insanların sevisinin anlatıldığı güzelim balelere ne zaman varacağız acaba?
Neyse, Salome’nin de yalnız danslarını, inanılmaz biçimde kaynaştırılmış Doğu-Batı ezgilerini tadın; bu korkunç yoksulluk ve yoksunlukta, çok büyük armağan!
*
Müfide-Şadi Çalık çiftini, 1960’larda, eşsiz ustam Sabahattin Eyuboğlu’nun şimdi yerinde paralar uçuşan Maçka’daki ekin yuvasında tanıdım.
Müfide Hanımın toprağı pişirip boyamaya sevdası da aynı yıllarda başlamış; ne mutlu, hâlâ aynı tutkuyla sürüyor.
İş Bankası’nın Parmakkapı Galerisi’nde son çalışmalarını sergilemiş; duvar tabakları, çanaklar, küçük yontular.
Hepsinde kendine özgü renkler, biçimler; ve hepsinden önemlisi, tuttuğunu incitmeye çekinen bir incelik, özen.
Gittikçe enderleşen nitelikler. Eline, sevgine sağlık sevgili dostum.
*
Leylâ-Nevzat Metin çifti, Dolmabahçe Ekin Merkezi’ni, Bubi’nin yapıtlarıyla doldurdular; ve elbet kalınca bir kitabını basıp sanatseverlere sunarak.
Hallaç pamuğu gibi atılan-satılan şu dünyada doğrusu büyük armağan!

Adam Sanat, Temmuz 2003, s.210

1 Mayıs 2003 Perşembe

KIPIRDAYAN SİNEMA

2003





Nicedir sinemaya ya gitmez, ya da korka korka gider, yalnız ağzımızı değil, her yerimizi bayağılıkla kavurarak çıkar olmuştuk.
Derken, önce Fransızların Arte’si, bir Stanley Kubrick toplugösterisi başlattı; hem de pırıl kopyalarla. Sevinçle yeniden izlemeye, ayrıca kasete almaya giriştim.
Ve, Goethe bir kez daha haklı çıktı: Nedir en zor şey? görmek gözünün önündekini.
Sinemanın bir imece sanatı olduğu, bir filmin çeşitli etken ve kişilere bağlı olduğu besbelli; ama Kubrick’in yapıtlarını izlerken iyice bilincine vardığım şey şu oldu: film kuşkusuz yönetmene bağlı; ama o da yapımcıya: eğer yapımcı aynı zamanda yönetmen değilse, filmin bağımsız, dolayısıyla özgün, özerk olması olanaksız.
İlk gösterildikleri yıllarda Kubrick filmlerinin bu özelliğine dikkat etmemişim: oysa başından beri, tıpkı Chaplin gibi, Fellini gibi, filmlerin çekimöykülerini kendisi yazmış ya da birisiyle işbirliği etmiş. Ve daha önemlisi, parayı da kendisi bulmuş, vermiş.
Dolayısıyla, örneğin, yıllar önce sanırım Sinematek’te gördüğüm Zafer Yolları gibi bir başyapıt ortaya çıkabilmiş
Gerçek sinemaseverlerden benim yaşımda olanlar bu filmi görmüştür sanırım; şimdiye dek çekilmiş en dürüst savaş filmlerinden biri, üstelik bağırıp çağırmadan savaşa karşıçakarak.
Öykü kısaca şöyle: Fransız siperleri, bitkin bir birlik, komutanlarını canlandıran Kirk Douglas. Tam karşılarında sarp, ıssız, sessiz bir kayalık tepe; adı da kendine uygun: Karınca Yuvası.
Derken Paris’te , allı pullu bir salon, çalımlı bir general; Douglas’ın birliği de ona bağlı; general amca, kendisi bir eli yağda öbür balda, akşamları balo salonlarında vals yaparken, ansızın Karınca Yuvası’nın geri alınmasını istiyor. Douglas, bütün olumsuzluklara karşın, birliğiyle saldırıya geçiyor, daha siperden çıkarken askerin yarısı taranıyor; kalanlar düşe kalka ilerlemeye çalışırken, saldırıyı Paris’ten izleyen general amca sabırsızlanıyor,birliğinin gevşekliğine, korkaklığına sinirlenip topçuya Almanları bırakıp onları topa tutmasını buyuruyor.Elbet tepe alınamıyor.
Valsçi general de, bir üstü olan arkadaşı da, geride kalanlardan üç kişiyi başarısızlıktan sorumlu tutup savaş mahkemesine veriyor; savunmalarını sanırım hukuk okumuş olan Douglas üstleniyor; ama bu tür yargılamaları biliyorsunuz: savunma falan yok; neredeyse kaldırıp oturtup, salt adlarını görev yaptıkları birliği saptayıp adamları ölüm cezası’na çarptırıyor; dahası, bir sabah, görkemli bir törenle, bütün alayın karşısında kurşuna diziyorlar. Üstelik o arada,topçu birliğinin başındaki binbaşının gelip Douglas’a, generalin yarı yolda kendilerinin topa tutulması buyruğunu verdiğini söylemesine karşın! Bu bilginin aktarıldığı üst rütbedeki general, yürürlükteki güzelim mantık uyarınca, şöyle ya da böyle, Fransız ordusuna güzel bir ders vermek üzere, yargılananların kurşuna dizilmelerine ses çıkarmıyor; aynı mantıksızlık uyarınca, ancak o üç kişi can verdikten sonra, general arkadaşı hakkında soruşturma açtırıyor.
Film, bir kabarede toplanmış, birbirlerini öldürmek yorgun düşmüş Fransız askerlerinin çekingen, haklı olarak ürkmüş bir Alman kızını dinlemesiyle sona eriyor: önce, Alman diye ıslıklayıp yuhalıyorlar; ama kızın üstelik Almanca söylediği şarkı az sonra hepsini öyle bir etkiliyor ki, acı acı düşünmeye başlıyorlar; kimisi gözyaşı bile döküyor.
İlk kez kaç yıl önce gördüm bu filmi? Aradan kaç bin film, kaç savaş geçti? Hem siyah-beyaz görüntüleri, hem kurgusu, hem müziği, kısacası bütün güzellikleri yerli yerindeydi.
Daha sonra, Katilin Öpücüğü’nü, Son Yarış’ı, Lolita’yı, 2001: Uzay Serüveni’ni hazla izlerken, yukarki yargım pekişti: filmin öyküsünü kendiniz yazıp parasını vermedikçe, dürüst, tutarlı film çekemezsiniz.
Polanski’nin Piyanist’i bunun yeni, son örneklerinden biriydi:Polanski, Alain Sarde’la birlikte, filmi kendi parasıyla çekebildiği; ayrıca yaşamış bir piyano yorumcusunun somut anılarına dayanarak, kendisinin de birebir yaşadığı olayları anlattığı için, Costa Gavras’ın edepsiz Amin’inin tersine, onurlu, etkileyici bir yapıt ortaya koyabilmişti.
Sinemanın büyüsünü dolu dolu tadanlardan olduğum için, bu sevdayı paylaşan Nilgün’ün artık sessizleşen çağrılarına yanıt verip güzeller güzeli, yetenekli Meryl Streep’in Tersyüz’üne dek gittik, çekine çekine. Ve ham ayvayı yedik! Tam Hollywood’a yakışan bir rezillik! Strepp’i timsahın dişlerine değil, kendi dişlileri arasına atıp çıtır çıtır ezdi gözümüzün önünde.
Neyse ki yüreğimiz hemen ertesi hafta Saatlar’la sarıldı.
Saatlar, Virginia Woolf’tan, yazmakta olduğu Mrs Daloway’den yola çıkıp, romanı okumakta olan evli, erkek çocuklu, gebe , mutsuz bir kadınla, bir kız çocuğu olan, yayıncılık yapan, bir hanımla yaşayan, her gün eski erkek, ozan sevgilisini görmeye giden kadının iç içe geçirilmiş öykülerini anlattı.
Doğrusu, filmi iki kez görmeme karşın, parasını yönetmenin verip vermediğini okuyamadım; ama o da, filme temel olan romanı yazan da, üstelik birer erkek oldukları hâlde, bu üç kadının iç ve dış dünyalarını öyle güzel betimlediler ki!
Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman’ı en son o hıyar eski kocasıyla Gözler Ardına Dek Kapalı’da görmüş, hiç ama hiç beğenmemiştim. Buradaysa, bayıldım, bayıldım! Zaten yönetmen kadın erkek herkesi kusursuz oynatmış, herkesten en yüksek verimi almıştı.
Zorba bir savaşın kapımıza içimize dayatıldığı günlerde, eğer insan insan adını taşımayı hakedecekse, dahası canını kurtarabilecekse, sanat denen şeyin ancak böyle olabileceğini bir kez daha acı acı duyumsadım.
Buna karşılık, önceki filmlerindeki şiddete iyi kötü dayanabildiğimiz Martin Scorsese’in New York Çeteleri sözün tam anlamıyla bir rezillik: ele almaya çalıştığı hiçbir izlek, ne Amerika içsavaşı, ne Zenci-beyaz çatışması, ne kölelik, hiçbir şey işlenmedi; verilen rollere görüntüleri de, kişilikleri de uymayan iki oyuncu arasındaki sonu gelmemecesine kanlı çatışmasıyla işkenceye uğratıldık, hem de iki buçuk saat boyunca!
Aslında, o kan banyosu içinde, film Amerikan insanının nasıl oluştuğunu; şu anki hukuksuz, haksız, yasa ve insanlıkdışı savaşı çıkaranların kimler olduklarını pek güzel anlatıyordu; ama sinema bir anıştırma sanatıdır, şiddeti duyumsatmak için ille de göstermeniz gerekmez.Yazık, Scorsese’in işi çok zor, ne kadar hap içse, gözüne uyku girmiyordur!

*

Galeri G kapandıktan sonra göremediğim sevili Selin, birkaç ay önce,Tarlabaşı’nda yeni bir fotoğraf merkezinin açılacağını haber verip sevinçle, ısrarla çağırmıştı.
Sonra çağrısı geldi, Mart başında Merkez açıldı.
İki fotoğraf sevdalısı, Mehmet Kısmet’le Nevzat Çakır el ele vermiş, eski bir yapıyı alıp onarmış, düzenlemiş, bu yuvayı oluşturmuşlar: belgeliğiyle, fotoğraf basım odasıyla, kitaplığıyla, sergileme yeriyle, kahvesiyle dört dörtlük bir merkez.
İlk sergiyi Ara Güler’e ayırmışlar.
Çok değerli bir sığınak.

*

Nevzat Metin, bu kez , ortak dostumuz Turgay Gönenç’in toplu şiirlerini basmış; 1955-2002 arasında yazılmış şiirleri içeren, ayrıca Turgay’ın resimleriyle bezenmiş yapıtın adı Benim Çocukluğum Fesleğen Kokar.
Hem Nevzat, hem Turgay için, ne kadar güzel bir dostluk armağanı!

...Evet, barıştır yaşama can veren, can katan yaşama.
Savaşın egemen olmadığı zamanlardaki barıştan daha derin anlamlı bir şeydir barış.

Bu satırları, Feridun Andaç’ın, Doğan Kitap’ın bastığı, Babil’e Yolculuk’undan aldım. Feridun da, A.Kadir’le Panayot Abacı’nın Nikiforos Vrettakos’tan yaptıkları çeviriden aktarmış.
Feridun, gerçek bir yazın ve yaşamsever; okuduğu her kitabı, her şiiri, çıktığı her geziyi coşkuyla,dolu dolu yaşayıp anlatıyor.
Henri Laborit, canlı varlığın biricik ereği, varolmaktır, der; Wilhelm Reich da, bu varoluş’u üç temel sözcükle özetler: sevgi, çalışma, bilgi.
Demek ki, canlı varlık olarak yapımızı sürdürebilmemiz, dinginliği, dengeyi, kısacası barışı gerektirir; ölüm adını verdiğimiz ayrışmayla yeniden evreni oluşturan asal enerji birimlerine dönüş nasılsa sonunda hepimizi bekliyor; bu işi öne almanın, çabuklaştırmanın, hele savaşlardaki gibi hoyratlaştırmanın ne gereği olabilir?
Ama Reich’ın parmak bastığı temel üç işlevi yerine getiremiyorsanız, ille de harcanması gereken dirimsel enerji, çıkışı savaşta, ölümde arar, arıyor.
Yine Henri Laborit, varoluşunu sürdürmek isteyen canlı varlığın önünde, iki yol bulunduğunu anımsatır: kaçmak ya da sorunla boğuşmak, çözüm bulmak.
Reich’ın bulduğu, ama sanırım Amerikalıların, kodeste öldürdükleri bu büyük öncünün adını unutturmak üzere Marcuse’ye yakıştırdıkları ünlü savaşma, seviş öğüdünü tutamadığımız zaman ne hâle geldiğimiz tabak gibi ortada.
Laborit’nin birinci terimi kaçış ille de tabanları yağlamakla olmuyor elbet, düşlere sığınma, düş yaratma çok daha etkili bu işte.
Sevi’yi, sevişme’yi çoktan unutmuş ya da hiç yaşamamış vebalıların dayattıkları iç karartıcı dünyadan kaçmak istiyorsanız, Andaç’ın kitabı çok yararlı olabilir.


*

Sıdıka Su, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, bir konuşma yapmak üzere çağrılınca, Safranbolu-Bartın-Amasra’ya bir haftasonu gezisi düzenlenmiş; Sevgi Tanın’la Sevil de katıldılar. Döndüklerinde sevinçten uçuyorlardı.
Hem Bartın’da, hem Safranbolu’da sevgiyle saygıyla karşılanıp ağırlanmış, ala üstünde tutulmuşlar; Sıdıka Abla kadın hakları savaşımını özetleyen güzel bir konuşma yapmış.
Kısacası, gezinin tadı damaklarında kalmış. Şu dertli dünyamızda ne büyük armağan!
Safranbolu’da sanırım bir avuç kalmış, ortalığı kaplayan yozlaşma sürecinde direnmeye çalışan eski ahşap evleri onlara çoktan işi bırakmış, ama Cumhuriyet okurlarının ve Sıdıka Su’nun hatırına gezdiren deneyimli kılavuz, sözümona onarılıp çağdaş kılınmaya çalışılmış evlerden birinde, güzelim aşıboyasının üstüne çekilmiş badana karşısında şunu anlatmış.
Günün birinde, Cihat Burak Safranbolu’ya gelmiş; birlikte evleri gezerlerken, yine böyle göz göre göre kıyılmış evlerden birinde , badanalanmış bir duvarın bir köşesinde gözden ya da elden kaçmış, kaçabilmiş bir köşecikle karşılaşmışlar; evin sahibi de yanlarında; Cihat Bey dayanamayıp sormuş: her yeri boyamış ya da boyatmışsınız, bu köşe neden böyle kaldı? Kadın, en doğal şeyi söylüyor gibi yanıtlamış: Oraya merdiven yetişmedi de! Bunun üzerine Cihat’çığım, Evliya Çelebi’ye denk kıvrak anlağıyla: Aman kardeşim, getir o merdiveni öpeyim, demiş.
Yanıt soylu mu soylu, sonuç üzücü mü üzücü! Yapıtlar, kalıtlar elimizden uçup giderken bize bir iki güzel sözle avunma kalıyor! Ne yazık, ne acı!

*

Sonunda Oscar’ları dağıttılar; ve çok şaşırtıcı, sonuçlar beklediğime yakın oldu: en iyi yönetmen olarak Polanski’nin, en iyi kadın oyuncu olarak unutulmaz, hayranlık verici, güzeller güzeli Nicole Kidman’ın, erkek oyuncu olarak da Adrien Brody’nin ödüllendirilmesine yürekten sevindim.
Bana kalsa, Piyanist’i aynı zamanda en iyi film seçerdim; ama sevgili Bob Fosse’un güzelim tasarımından yola çıkılarak çekilmiş Şikago’yu da çok yadırgamadım doğrusu; Catherine Zeta-Jones’un yardımcı kadın oyuncu ödülünü de alkışladım.
Asıl, o rezil, hastalıklı New York Çeteleri’ne ödül yağdırılmasından korkuyordum; şükür olmadı. Scorsese’le kuklaları el ele verip mezbahaya gidebilirler! Hele canlı mezbaha istiyorlarsa, Bağdat’a buyursunlar!
Benim Cici Silahım’ın tombul yönetmeninin en büyük başarısı, bence, o yeteneksiz, aşağılık Charlton Heston’ı bırakıp asıl suçluyu herkesin önünde kınamasıydı; bu yüzden yuhalandı, olsun! bu onur ona yeter.

*

Geçen gün Moda’ya, Bilim-Sanat Galerisi’ne gittim; sergisi yeni açılmış Tanju Demirci ile canım Türkân karşıladı beni. Kısa da olsa , sıcacık söyleştik.
Ayrılırken, Tanju kitabını armağan etti.
Nevzat Metin, kitaplarına Demirci’ninkini de eklemiş.
Kitabın metnini ozan-ressam dostumuz Ekrem Kahraman hazırlamış; Tanju için , sanırım, bir ayrıcalık: bir ressam-ozan’ın kendisini tutkuyla kucaklamaya razı olması, her gün, her saniye görülen şey değil çünkü.
Ekrem, kitabın başına Gombrich’in bir sözünü almış:

Sanat diye bir şey yoktur aslında, yalnız sanatçılar vardır.

Her şeyin görece olduğunu anımsatan çok doğru bir söz; dolayısıyla, hepimizi alçakgönüllülüğe çağıran bir borazan. Ama biliyorsunuz hepimizin can gözü, can kulağı, kısacası can’ı bu çağrılara kapalı! Ne yazık!
Ama biz işin olumlu yanına bakıp sevinelim: Nevzat-Ekrem-Tanju birlikteliği, önce Demirci’ye, sonra sanatseverlere böyle güzel bir kitap armağan etmiş! Savaşa, bütün katillere inat!
Yaşayın canım!

*
Hülya Uçansu’ya ne zaman uğrasam iyi bir haber verir, güzel bir şey anlatır; bu kez de öyle oldu.
Geçen yılkı Sinema Şenliği’nde gösterilen Fidel belgeselinin ardından, Estela Bravo’yu yakından tanımak istemiş, bağlantı kurmuş, bili toplamış. Yazışma falan derken, eşi Ali’yle birlikte kendini Küba’da buluvermiş.
Estela, aslında Amerikalı; ama ömrünün yarısından sonra, sinemaya, belgesele ve eşi Ernesto dolayısıyla, Küba’ya, Castro’ya ilgi duymuş; ilgisini somutlaştırmış, hem izlediğimiz filmi, hem daha başka şeyler çekmiş; dahası, Küba’ya yerleşmiş.
Hülya Küba denen zorunlu yoksulluk cennetine ayak bastığında, Estela’ya tam bir “ulusal kahraman” gibi bakılıp davranıldığını görmüş.
Karşılıklı ilgi, bilgi, sevgi sonunda hoş bir meyve vermiş: bu yılki Şenlik’te Estela’ya özel bir köşe ayrılmış; yetinilmemiş, Hülya’nın önerisi, Şakir Bey’in onayıyla, adına bir ödül konmuş; dahası, yine ortak sevdanın sonucu, Nazar kitabını basıyor, imza günü düzenleniyor.
Evrendeki her şey rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür, diyen Demokritos’tan daha haklı kimse var mı yeryüzünde?

Adam Sanat, Mayıs 2003, s.208