1 Temmuz 2003 Salı

IŞIK,BİRAZ DAHA IŞIK

Gözünün önündekini görebilen, bence daha da önemlisi dile getirebilme yürekliğini gösterebilenlerden Metin Aydoğan’ın Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma adlı yapıtından daha önce sözetmiştim.
Bu sayısı az insanların içinde Yılmaz Dikbaş da varmış.
Dikbaş, soyadının hakkını verenlerden; Sümerbank adına (hey gidi canım Sümerbank hey! vah zavallı ülkem vah!), İngiltere’de dokuma ve kimya okuyup mühendis olmuş; dönüşünde önce Sümerbank’ın Bursa Merinos Yünlü İşleyim Kurumu’nda, sonra özel kesimde çalışmış.Beş yıldır da TMMOB’de, Kimya Mühendisleri Odası’nın Antalya ili temsilcisi.
Erol Manisalı gibi, o da para dünyasının çarklarını yakından tanıyanlardan; tanıyan çok da, dönen dolapları dile getirebilen az: büyük çoğunluk o çarklardan yağ sızdırmayı seçmiş.
Yılmaz Dikbaş, onlardan değil; bilinçli bir birey olarak, yaşamsal çıkarının hemen yanıbaşındaki ögelerin, başta canlı varlıklar, bütün tamamlayıcı birimlerin sağlıklı işleyişine bağlı olduğunu unutmayanlardan. Dolayısıyla, Metin Aydoğan gibi , hani şu uygar ve kalkınmış(?!) olduğu öne sürülen –daha doğrusu kendilerinin öne sürüp bütün dünyaya yutturdukları –ülkelerin eskiden ordularla yürüttükleri sömürünün şimdi nasıl İMF, Dünya Bankası gibi aracı kuruluşlarca , üstelik çok daha amansız olarak yürütüldüğünü biliyor ve ayrıntılarıyla, belgeleriyle açıklıyor Amerika’nın Irak Yalanları’nda.
Manisalı’nın Türkiye-Avrupa İlişkileri’nde ‘Sessiz Darbe’si gibi, Dikbaş da bu çalışmasında, aslında, yoktan bir şey uydurmamış; varolanı, söyleneni, yazılanı, sayısız kez yineleneni gözümüzün önüne getirmiş, çekidüzen vermiş.
Daha kitabın başında, Amerikan yönetiminin dün ya da bugün işbaşındaki üst yöneticilerinin, teker teker adlarını sıralayarak, petrol kuruluşlarıyla nasıl iç içe olduklarını; geçmişte oralarda yöneticilik yaptıklarını; ortak olduklarını anımsatmış.
Bu belge bile, başımıza örülen savaş çoraplarının hangi gerekçelere dayandığını, kimler tarafından örülmek, sökülürse yamanmak istendiğini açıkça gösteriyor: elbet can gözünüz ortalıkta dolaşan, büyük çoğunluğun bayıldığı haber (?) bolluğuyla körleştirilmemişse! Adı üstünde iletişim ağı (internet): yâni düpedüz AĞ; sıkıysa yakalanmayın; yakalandınızsa, hadi buyrun kurtulun!
Aslında sorun Türkiye’yle sınırlı değil elbet: buyurucuların –başta ABD- yeni paylaşım savaşında yerkürede gözlerini – kör olasıca gözlerini- diktikleri bütün kaynakları ve o kaynakların bulunduğu ülkeleri kapsıyor.
Ama işin acıklı yanı, yanıltıcı haber bolluğu herkesin kafasını öylesine kıskaç altına almış ki, bu paylaşımdan en küçük bir pay almayacak, alamayacak olanlar bile , ağızlarından salyalar akıtan sömürücülerin ardına takılmış; öbür yutulacaklarla iş ve elbirliği yapmaya yanaşmıyor; bırakın yanaşmayı, sözü edilince, tüyleri diken diken oluyor.
Henri Laborit, Payel Yayınları’nda Türkçeleri de bulunan kitaplarında, boşu boşuna haykırıyor yıllardır, tıpkı Aydoğan’lar, Manisalı’lar, Dikbaş’lar gibi: uygarlığı yeniden tanımlama zamanı geldi geçiyor! Evrenin yerküreye bağışladığı temel enerjiyi eskisi gibi har vurup harman savuramaz; tüketim için tüketim ve üretimi baştacı edemezsiniz, diye.
Başta Kutsal Kitap’lar, kendisine gerekli –aslında doğruca ölüme götüren –bütün koşullandırma dizgesini ve araçlarını yaratmış olan ataerkil düzensizlik şimdilik bu çığlıkların işitilmesini önledi, önlüyor; dileyelim çok geç olmadan ayılsın insan kardeşlerimiz!

*

Savaş çığlıkları arasında, iki soylu yorumcudan, Naile Akıncı ile Aydemir Atalay’dan sergi çağrıları ve birer kitapçık aldım.
Naile Hanım, yaşının bütün olgunluğuyla, alçakgönüllü arayışını sürdürüyor; son çalışmalarını Evin’in galerisinde sergiledi; eski dostlarımdan Neyran Kursan’dan, inanılmaz bir beceriklilikle sevgili kızı Sibel’in bulup yolladığı Béjart’ın son çalışması Işık’ın kasetini almaya gittiğimde gezebildim sergiyi.
Aydemir Atalay’ı geçen yıl MR’deki sergisinde tanımıştım; bu dürüst ve yetenekli Anadolu çocuğu, büyük bir talih sonucu alabildiği temel eğitimi gerektiği gibi özümsemiş; çok çarpıcı kır, köy görünümleri çizip boyuyor.Sergisi, şu karlı buzlu günlerde, epey sapa bir yerde açıldı; daha yakında açılacak sergilerini özlemle bekleyeceğim.

*

Adını anamayacağım tombul bir Amerikalı, bir Amerikalıya göre başarı sayılabilecek bir iş becermiş: Benim Cici Silâhım’ı çekmiş.
Film , başta petrol ve silâh işleyimine ortak yöneticileri, her türlü iletişim aracının 24 saat yalan habere boğduğu halkın, Avrupa’dan o güzelim anakarayı yağmalamaya, orada yaşayan uygar kızılderililerin soyunu kurutmaya geldikleri günlerden kalma timsaha özgü korku ve güdüleri gıdıklanarak tepeden tırnağa silâhlandırılmasını işliyor; ancak, bekleneceği üzere, doğrunun yalnız küçük bir parçasını ele alarak; asıl sorumluların yalnız adlarını iki üç kez andıktan sonra, gözüne kestirdiği , sözün gerçek anlamında tek dişi kalmış canavara dönüşmüş bir ırkçı-buyurganı, bir zamanların sığırtmaç filmlerinin baş oyuncusu Charlton Heston’u hedef tahtasına yerleştirerek çok acıtmayan bir söyleme başvuruyor.
Alınan ve evlerde sere serpe saklanan silâhları kapıp okullarına gelen çocukların taradığı öğrencilerden ikisini buluyorlar; biri iskemleye çakılmış ömürlük; öbürü gövdesinde alınamamış kurşunlar taşıyor. Bu iki çocukla, o kurşunları ve bir sürü silâhı üreten kuruluşa gidiyorlar, sözümona hesap soracaklar; yetkili kimse gelmiyor, yarı yetkili bir yazman hanım geliyor, eveleyip geveliyor. Gidip bir daha geliyorlar; ve sonunda, büyük bir utkuya (!) kavuşuyorlar: kuruluş, bilmem kaç milimetre çapındaki mermilerin üretimini durdurmayı kararlaştırmış.
Oysa aynı ilde, az ilerde, ünlü bir uçak yapımevi, anakaralar arası füze üretimini çok büyük övünçle sürdürüyor!
Yaşasın sivil toplum kuruluşları ve bize armağan edecekleri anlı şanlı utkular!


*

En iyisi ben size Bejart’ın son balesinden sözedeyim.
Büyük usta, Işık adını verdiği yapıtı geçen yıl Lausanne’da tasarlayıp sahneye koymuş; özellikle , çok sevdiği Barbara ile Brel’in şarkılarına, bir de Bach’ın yapıtlarına dayandırmış baleyi.
Bu yapıtı tasarlayıp sahneye koyarken tam 75 yaşında.
Filmin sonunda, ailesinin Bim diye seslendiği Maurice Berger’yi annesiyle, kız kardeşiyle kırlarda yemek yerken, atlayıp sıçrarken görüyoruz: yerinde duramıyor.
Babası ünlü düşünür ve öğretim üyesi Gaston Berger, dansçı olmayı seçtiğinde diyor ki:Tamam, hiçbir şey demem elbet; ama bu işi iyi yapmanı isterim; bir de, sana hiç yardım etmeyeceğimi unutma.
Bim bu sözü öyle ciddiye alıyor ki, şimdi, bence, yurttaşı, kentdaşı Roland Petit’yle birlikte, çağımızın en büyük iki yaratıcı-yorumcusundan biri o.
Bale gibi gösteri sanatları sözle anlatılmıyor elbet; keşke, daha önce de belirttiğim gibi , bu yazılar görüntülü olabilseydi de, kaseti size gösterirken söyleyebilseydim bunları.
Üzerimde sinemanın en az bale kadar etkisi oldu, diyor bir yerde; nitekim, bale de öyle tasarlanmış: sinema sanatıyla bale sanatı iç içe; ışık’ın bütün biçimleri, bütün türevleri kullanılmış.
Sinema deyince, bu sanatı sezip insanların önüne getiren iki yetenekli kardeş, Lumière’(Işık)ler atlanabilir mi? Béjart zaten benim tanıdığım en tutarlı, dolayısıyla en alçakgönüllü insanlardan biri; dedi ki filmi çekene: burada yaratmadan, yaratı’dan söz edemeyiz; yaratmada, yoktan bir şey çıkarma vardır; bense, zaten varolanlara düzen veriyorum; dolayısıyla düzenleyiciyim.
Bundan daha dürüst, doğru, alçakgönüllü söz olur mu?
Henri Laborit de, aynı anlayışla: evrendeki her şey çeviridir, der: yani, evrensel enerjinin bir kılıktan öbürüne çevrilmesi, dönüştürülmesi.
Gürdüğünüz gibi, bu iki şaşkın da, para kazanmaktan, savaş kazanmaktan, doğal ya da yapay bütün kaynaklara elkoymaktan sözetmiyorlar! Zavallı düşçüler!
Béjart, İran’ın Batılı sömürücülerce mollalara teslim edilmesinden önce, bu ülkede bir çalışma yapmış 30-40 yıl önce; Sâdi’nin Gülistan’ından esinlenmiş; bu yapıtta da, Barbara ile Brel gülle ilgili, gülün çok çarpıcı biçimde simgelediği sevi’yle ilgili şarkılar söylediler; gül elden ele, dudaktan dudağa dolaştı.
Gerçek bir şölen!
Demokritos, Sibel aracılığıyla bize bu balenin sahneye konmuş biçimini de ulaştırır belki.
Bilirsiniz Goethe’nin ünlü sözünü, hem de ölürken söylediği: Işık, biraz daha ışık.
Bütün çalışma arkadaşlarının seslenişiyle, Maurice, canım Marurice bunu şöyle değiştirmiş; ölüm günümde gençlere,biraz daha dans, daha çok dans demek isterdim.
Ah gözümün bebeği! Bence de; ömrün uzun olsun; bize bu unutulmaz, doyulmaz şölenlerden biraz daha tattır!

*

Bugün boyalı gazetelerden birinin adının bile üstüne yerleştirdiği haber:Lara’nın ihtiharında öğretmenlere ihtar!
Anımsayacaksınız, ayrıcalıklı okullarımızdan birinde okuyan gencecik bir fidan, köprüden atıvermişti kendini.
MEB soruşturma açmış, okulun 4 yöneticisi ile 2 öğretmeni kusurlu bulunmuş ve uyarılmaları kararlaştırılmış!!!!
Televolenin ta kendisi!
Körpecik bir genç uyuşturucuya neden dadanır? Neden yaşamın baharında kendi canına kıyar? Ne iletişim örgenlerini ilgilendirir bu sorular; ne de gençleri eğitmesi, Fakir Baykurt’un kusursuz saptamasıyla, onlara mutlu olmayı öğretmesi gereken MEB’nı!
Ya da daha doğrusunu söyleyelim: bu iki kurum da, onları döndürenler de kendileri bilmez ki su soruların yanıtlarını.
Bütün işlev ve etkinliklerinizi canlı varlık olarak varolmak, yaşamak için değil de, yemek, durmadan tüketmek, bu tüketimden ,yaşam açısından hiçbir önem taşımaması gereken paracıkları kazanmak için yaparsanız; gençleri de bu amaca yönlendirirseniz, başınıza gelenler, sözümona sevdiğiniz yavrularınızın başına gelenler, gelecek olanlar sizi ilgilendirmez, ilgilendiremez: sorumluluklarınızı görmemek, unutmak için,karanlıkta ıslık çalanlar gibi, işte böyle boş işler ve sözlerle ömrünüzü geçirirsiniz!
Küreselleşmenin –doğru söyleyişle, anamalın bütün dünyaya elkoymasının küreselleştirilmesiyle –gelinen nokta bu; bundan sonrası, ya titreyip evrensel özümüze dönme, ya da inleye inleye, sürüne sürüne geberme!
Buyrun, seçim bizim!
Ah, ah! Işık, biraz daha ışık! Ya da, bilgi, biraz daha, çok çok daha fazla doğru bilgi!




Adam Sanat, Nisan 2003, s.207

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder