2 Mart 2003 Pazar

SEÇKİN KİTAPLAR

Sağ olsun,Şakır Eczacıbaşı yeni fotoğraf yıllığını da yolladı:Balıkçılar.
Birkaç yıldır, takvim kılığından çıkarıldı, özerli, keyifli kitaba dönüştürüldü yıllıklar; bu yılki seçkide bildiğiniz, sevdiğiniz fotoğraf ustalarının tadına doyulmaz görüntülerinin yanında, adlarını ilk kez işittiğim yorumcular da var. Tam anlamıyla gerçek bir şölen.
Bu şölene katkıda bulunan herkesi yürekten alkışlıyorum.

*

Bilim-Sanat Galerisi’ni yaratıp yaşatan sevgili dostum Nevzat Metin de önce telefon etti, haber verdi, sonra inanılmaz bir hızla,Moda’dan Cihangir’e, sanki posta güverciniyle yollamış gibi , birkaç saat içinde, üç yeni kitabını ulaştırdı: en sevdiğim insanlardan Bilgi Adalan’ı ve yapıtlarını anlatan resim kitabıyla, değerli ozan Arif Damar’ın bütün şiirlerini bir araya getiren Külliyen Red ve ozan-ressam Ekrem Kahraman’ın Aşk olsun Hayat’ı.
Bu kitaplar da, kitapseverlerin şimdiye de ancak Avrupa ülkelerinde görüp hayran kaldıkları göz kamaştırıcı, iç açıcı kitaplar gibi basılıp biçimlendirilmiş.
Hey gidi hey! saman kağıdına bastırabilmek için ömür harcayan,çoğu kez kendi kesesinden olmasına bile katlanan,ama başaramayan nice ozan yaşadı yurdumda! Tıpkı, şöyle doyurucu bir sergi açamadan göçüp giden görsel sanat ustaları gibi!
Marx’ın söylediği gibi birikse de, artık ülkemdeki artı-değer birikimi bu tür yapıtların gerçekleştirilmesine izin veriyor; ne mutlu.
En güzeli, bir yolunu bulup kitapları edinmeniz elbet; ben , birer kaşık bal olsun diye, ikisinden de birer şiir aktarayım size.
Arif Damar’ınki:

Yoksulduk Dünyayı Sevdik

Öyle uzak
Gitgide
Öyle güzelleşti ki
O yüzü hiç görmedim
Hiç yaşamadı sanki

Tülin’in yüzündeki
Duru güzellik
Nasıl da benzer
Ben kırgın
Küskünken
Evsiz barksız bir anının
Puslu
Kırık
Yerinden düşmüş camındaki


Güneşsiz bir kış akşamındaki
İnce
Solgun
Esmer
...
Ama zor
Ama kolay
Yoksulduk
Dünyayı sevdik

Tavanda bir yarım ay


Ekrem de şöyle diyor:

16.

Çok yandım çok kırıldım sana

Ben böyle değildim eskiden
Zamanla ters yüz oluyor demek ki insan
Rüzgarda savrulan bir tüldü yüzüm sakallarımı çocuklar
okşardı
ya zelzeledeyim ya küheylan elimde değil

Aşk olsun ben bu kabarcık değildim ki

Çok yandım çok kırıldım sana


Seslensen şarap dolardı mataram
Susan kar azardı azardı okyanus

Aşk olsun
hayat
kırıldım
sana


*


Fransız kanalı Mezzo, bir süredir, bir izlenceyi yineleyip duruyor: Zubin Mehta yönetimindeki bilmem ne orkestrası, koro ve tek şarkıcılar, büyük bir ciddilikle bir yapıtı seslendiriyorlar.
Arkada, yakılıp yıkılan, cayır cayır yanan Saraybosna; karşıdan karşıya geçmek, evlerine ya da otobüse varmak üzere delice koşan kadınlar erkekler ve örneğin bir trenin penceresinden ağlamaklı gözlerle dışarı bakan çocuklar.
Doğrusu, bu görüntüleri görene dek, insan denen yaratığın bu denli utanmaz, acımasız, harakirici olabileceğini aklımın köşesinden geçiremezdim!
Silah üretiminizi, çılgınca alıştığınız tüketiminizi şu kadarcık bozmamak için yakın, yıkın, milyonlarla öldürün, sakat bırakın, her saniye ırza geçin, sonra kendi ettiklerinizin görüntüleri eşliğinde timsah gözyaşları dökerek çok yüce bir sanatsal etkinlikte bulunun!
Olacak şey değil sanınım, bal gibi oluyor, hem gözümün kulağımın önünde!
Ne kadar çok kutsal değeri çamura gömdü şu Batılı şımarıklar!
Bu çamurun dışında, üstünde kalacaklarını sanıyorlar!
Ne büyük, ne acıklı bir yanılsama!


*


Bilincinin yardımıyla ikinci ömrünü yaşayan sevgili can dostum Mehtab Kardaş, Oda’da bir minyatür sergisi açtı l4 Ocak akşamı.
Işıl ışıl bakışlarıyla, ben gittiğimde, Fatoş’la son süslerini yapıyorlardı.
Düşlerinden, özlemlerinden, oya gibi resimler çıkarıp duvarlara asmıştı; havanın soğukluğuna karşın, yeterince seveni geldi, mutluluğu paylaştılar.
Aksanat’a Aralık’ta Turan Erol usta konuk gelmişti, çok geniş bir Seçki’yle; geçirdiğim küçük kaza yüzünden açılışına gidememiştim; önce tek başıma, sonra Turan Bey’in resimlerine bayılan Sevil’le gezdik: Ağrı Dağ’larının, çiçeklerin, yolların, evlerin karşısında epey iç çekti Sevil’ciğim. Kitabı basılsa da bari oradaki küçük örnekleri rafımıza koysak, diye düşündük.
Garanti bu yıl hiç kişisel sergi açmadı, Derlemeler’le yürüttü etkinliğini; bundan işkilleniyordum zaten; sonra, korktuğum haberi sevgili dostum Melih Özuysal verdi: galeri kapatılıyormuş!
An ne yazık! Can damarlarımız birer birer kesiliyor!Hep şu doymak bilmez, tanımdışı Batılı ülkelerin başındaki bir avuç hastalıklı kendini erk sahibi sanan zavallılar yüzünden!Yanlışlarına ağlamaya vakitleri bile olmayacak!

*
Yapı Kredi bu ay Saray ressamı Fausto Zonaro’yu ağırladı.
İtalyanlarla ortaklaşa düzenlenmiş geniş bir sergi; sanırım ilk kez bu kadarını birarada görüyordum.
Güzeller güzeli eşi Elisa’yla el ele, bir dönemin İstanbul’unu, orada yaşayanları ve elbet saraydakileri saptamış ressam; işinin ustası; çizim, ayrıntılar, renkler kusursuz. Umarım gezip kendinize armağan vermişsinizdir.
Ne yazık büyük katalog basılmamıştı bu kez.

*
Antik,Şenol Yorozlu’nun genişçe bir toplu sergisini düzenledi; aralarında yirmi otuz yıllık yapıtlar da var.
Ben Şenol’u daha ilk serisinde tanıma fırsatını bulmuştum; özgün bir dünyası, dili olduğunu görüp sezebilmiştim.
Biliyorsunuz, bütün erdemlerin tutarlılık’ta özetlendiğine, dile geldiğine inanırım: Şenol da kendine sadık kaldı, hep yeni, içten anlatımlar aradı, arıyor. Zor, ama keyifli bir yolculuk. Ne mutlu!
*
Nicedir tiyatroya gitmiyor, gidemiyorduk; derken üst üste iki oyun gördük.
İlki, Dario Fo’nun Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü.Dario Fo’nun adını sıkça okudum, övgüler dinledim; bu oyunu da iki yıldır oynanıyor, belli ki tutulmuş.
Çağımızın, daha doğrusu ataerkil yozlaşma başlayalı beri yeryüzünün temel sorunlarından biri olagelmiş bir sorunu, işkenceyi, sorgu sırasında camdan atılmayı işliyor; ancak, bilemeyeceğim nedenlerle, bu can alıcı sorun sonunda öyle şakaya boğuluyor ki, ortada sorun kalmıyor, iki saat boyunca düşünmeden, üzülmeden gülme kalıyor. Nitekim salonu dolduran gençler doya doya güldüler, bol bol alkışladılar, ama dünyamızın şu acıklı durumunu değiştirmeyi isteyebildiler mi acaba?
İkinci oyun geçen yüzyıldandı, Gorki’nin Ayaktakımı Arasında’sı. Barada da ağlatıyla gülmece iç içeydi, üstüne de bol bol votka serpilmişti.
Sibirya görmüş ak sakallı bir bilgeye, Gorki: Bütün bunlar,yarınki yetkin insana ulaşmak için dedirtiyor: ama her fırsatta kafayı çekip bağırmakla o yetkinliğe ulaşabilir miyiz dersiniz?
Oysa oyun başarıyla sahneye konmuştu, oyuncular canla başla oynuyorlardı.
Ama çağımızın temel sorunu dağ gibi karşımızda duruyor: sürdüğümüz yaşamı, dünyanın bugünkü gidişini beğenmiyorsak, büyük bir terslik var demektir; ee, bu çetin sorunu değiştirebilmek için önce hastalığa doğru tanı koymak gerektiğine göre, eski sakızları çiğneyerek, bir bakıma insan böyledir,böyle doğdu, böyle sürecek diyen sözlerle yetinebilir miyiz, yetinmeli miyiz?Daha kaç yüzyıl önce Mevlana: Şimdi, yeni şeyler söylemek gerek! demedi mi?Hala durakta bekliyoruz! Ne yazık!
Sonra Genco’nun Yaşasın Savaş’na gittik.
Demokritos, evrendeki her şey rastlantı(olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür, demişti; bence, başka bir deyişle adı tanımı pek konamayan, karmaşık, sonu gelmez, gelmemesi gereken bir imece’nin aynı zamanda.
Oysa şimdi imece bütünüyle yokedildi, daha doğrusu edilmeye çalışılıyor.
Genco’ysa bu güzel bileşimi unutmayanlardan; yine eskiyle güncel’i kaynaştırmayı denemiş, inançla, içtenlikle.
Ama, görebildiğim kadarıyla, insan kardeşlerimin büyük çoğunluğu, yüzyılımızın biliminde gelinmiş son sayfaları göremedikleri, okuyamadıkları, dolayısıyla düşünme-yaratma aygıtına , Henri Laborit’nin güzelim terimiyle karıştırıcı’ya (düşgücüne) katamadıkları için, eski sakızı çiğnemekten kurtulamıyorlar.
Yazılan, söylenen hep alışılmış siyasal-tutumbilimsel (iktisadı) terimlerle oluyor; oysa evrenin de, onun küçük türevi insanın da temeli dirim (can); dolayısıyla, dirimbilimdeki son buluşları bilip sindirmeden karıştırıcı dönüp dolaşıp eski helvayı karıyor.
Hiç değilse dil bilen yorumcuların, Laborit’nin Davranışların Öyküsü’nü edinip başuçlarına koymaları gerekirdi (Fransızcası: La legende des comportements.)
Genco, kendisine elverenlerle birlikte, bugün yapılabileceklerin en dürüstünü yapmış her zamanki gibi.
Yürekten alkış!



Adam Sanat, Mart 2003, s. 206

1 Mart 2003 Cumartesi

“SANATÇI DEFTERLERİ”

Yapı-Kredi, yine “Müze gibi” bir sergi düzenledi: Osman Hamdi Bey’den Günümüze Sanatçı Defterleri”
Osman Hamdi Bey’den Aydın Teker’e, Zeynep Tanbay’a, Atıf Yılmaz’a Ferhan Şensoy’a uzanan geniş, zengin bir yelpaze.
Çoğunlukla karakalemle çizilmiş taslaklar; kimi zaman suluboyayla, pastelle renklendirilmişler.Kimi sayfalara yapıştırılmış, anı, belge fotoğraflar.
İlhan Usmanbaş’ın, Fazıl Say’ın notaları.
Haklı olarak cam dolaplara kapatılmış en gizli saklı, en sıcak özsöyleşiler: elinize alıp bakabilseniz, dalabilseniz, her biri tadına doyulmaz uzun yolculuklar, binbir gece masalları.
Cihat Burak’ın, karakalem çizimlerin her köşesini dolduran Arap abecesiyle yazılmış,sıkışık¸ üst üste notları: sanırım her biri başlı başına bir tarihçe, hani o her zaman herkesten önce kendisi için anlattığı tadına doyulmaz Fellini öyküleri.
Her zamanki gibi, serginin katalogu da basılmış; bu değerli hazineyi Pınar Çeliksel yayına hazırlamış; düzeltiyi İncil ay Yılmazyurt’un gözlerine borçluyuz; metinleri İngilizce’ye Priscilla Mary Işın çevirmiş; fotoğraflar Aydın Coşkun’un; görsel düzenlemeyi Yeşim Balaban armağan etmiş hepimize.
Sergiyi düşünen, bütün o defterleri toplayan, büyük bir özenle, beğeniyle düzenleyip sunan herkese yürekten alkış.

*

Kataloğun başındaki yazıları okurken, öteden beri gözüme çarpan bir noktayı yeniden düşünmem gerekti: sözlü anlatımla öbürleri arasındaki ilişki.
Aslında evren de, onun çeşitli köşelerindeki enerji birimleri-biçimleri de aynı özü paylaşıyor, biliyorsunuz: enerji.
Ancak, bu enerji bulunduğu, işlediği yere ve birime göre birtakım özgül nitelikler taşıyor: canlılarınkiyle cansızlarınki , kökenleri aynı olsa da, işleyişleri,işlevleri epey değişik.
Aynı şey bu işlevlerin, işleyişlerin anlatımları arasında da geçerli elbet; görsel anlatımla sözel anlatım aynı değil. Dolayısıyla, bu anlatım yollarından birinde uzmanlaşmış, ustalaşmış insan kardeşlerimiz öbür anlatımları aynı ustalıkla çekip çeviremiyor; eh, bundan daha kaçınılmaz, daha doğal ne olabilir? Kırk yılda bir iki anlatımı da aynı doyuruculukta kullanabilen çıkıyor.
İnsanları kesip biçmekle işe başlayan,bu kesimler sırasında çektiğimiz acılara dayanamayıp bizi onlardan kurtarmak üzere, kesilen yerle beyin arasındaki iliteşimi geçici olarak koparmak için ilk uyuşturmayı bulup uygulayan; dolayısıyla beyin ve sinir dizgesi üzerinde yoğunlaşan; bunların işleyişlerini öğrenmeye girişen; o zaman da ister istemez evrendeki canlı-cansız bütün enerji birimlerinin dayandıkları temel yasaları irdeleyip sözlü dile dökmekte ustalaşan Henri Laborit, henüz Türkçesi bulunmayan Davranışların Öyküsü’nde şu saptamayı yapar: kimliğimiz de, kişiliğimiz de, aslında belleğimizden başka bir şey değildir.
Bellek de iki temel öğeden oluşuyor: atomdan, dahası, onun da içindeki parçacıklardan, proton, elektron ve nötron’dan, hattâ onun da yavrusu nötrino’dan başlayıp en gelişmiş, en karmaşık yapılara dek uzanan, her şeyin evren durdukça kendini yinelemisini sağlayan temel, asal bellek, bir başka deyişle kalıtım; ve her birimin kendi ömrü boyunca edinip kullandığı kişisel bellek.
Böylece, kimliğimiz, kişiliğimizin de iki yönlü olduğu; kalıtım’la getirdiğimiz kalıcı yana, ömrümüz boyunca, sayısız yeni bilgi ve yapılar eklememize yolaçan eğitsel bellek’i eklediğimiz – ancak bu bilgileri elde edebilen kişiler için – açıkça ortada.
Bu yüzden, renkler, biçimler, sesler arasındaki evrensel ilişki dizisini, mantığı sezen, dile getirebilen, yineleyip yenileyebilen kişilerin hepsi – içlerinden gelen ilk heves uyarınca – bunları ille de sözlü anlatıma dökemiyor, dökse de ortaya çoğu kez yalnız lâf salatası çıkıyor.
Picasso’nun o benzersiz resimlerini, seramiklerini anlatan sözlerini, yazılarını doğrudan okuma fırsatı henüz elime geçmedi, daha doğrusu bunlara ulaşıp okuma isteğini duymadım; ama bizden örneğin Turan Erol’unkileri, Cihat Burak’ınkileri zaman zaman okudum
Sezer Tansuğ’un Beş Gerçekçi Türk Ressamı’ndan Cihat Burak’ın birkaç satırıyla buna örnek vereyim:
Dekoratif resimle ‘peinture’ arasında bence (ben okullu bir ressam değilim) ayrım yoktur. Bu ayrım, belki de, dekoratif kelimesinin kanımca yanlış anlaşılmasındandır. Eğer dekoratif sözcüğünden akıldan, duygudan çok göze seslenen şey anlaşılıyorsa, ki böyle kabul edilmiştir, dekoratif resmi zamanın akışına dayanamayan resim olarak tarif etmek doğru olur. Dekoratif resim bir yapıyı, bir anıtı süsleyen, yâni onun mimarî niteliğini tamamlayan resim olarak ele alınırsa – ki aslında öyledir –Peinture’le dekoratif resim arasında ayrım yoktur.Örneğin Michelangelo, Leonardo, Raphaello gibi ressamların sırf bir yapıyı süslemek üzere yaptıkları resimler de peinture’ün ta kendisidir.Mimar olduğum için, bir binanın içinde ya da dışında yapılacak dekoratif resmin, yeri, konusu, ışık ve malzemesi iyi tayin edilirse resim olabileceğine, resim olarak yaşabileceğine inanırım.
Demek ki asal sorun, renkler, biçimler, sesler arasındaki ilişkileri sezip dile getirebilenin, sözcükler arasındaki yalın, temiz, tutarlı ilişkileri sezip yansıtabilmesinde.
Laborit, belleğin bir uzantısı olan imgelem’e karıştırıcı der; bütün bellenenlerin, o güne dek yapılanların dışında, yepyeni biçimlerde bir araya getirilmesidir bu.
Ama karıştırıcı’nın, karıştırdıklarını birbirine yedirmesi; içimi, tadı, görünüşü güzel nefis bir çorbaya dönüştürmesi, dönüştürebilmesi gerekir Cihat’çığım gibi bunu yapabilen de var, ömürlerini özellikle sözel alanda salatalarla geçirenler de.
Hiçbirimizin hiç kimsenin anlatım biçimine karışma hakkı olamaz; elimizde yalnız anlatım biçimlerinden bize uymayanlara bir saniyenin dışında vakit ayırmama hakkı var.
Buna genellikle hoşgörü diyoruz; ama bence çok yerinde değil; çünkü hoşgörü’de bir tepeden bakıp lütfen bağışlama var gibi; seve seve uzlaşma daha doğru olurdu sanırım.

*

Bütün canlar çıkmadan, umut kesilmiyor.
Tepemizde dolaşan acımasız savaşa, her gün dolarla hortumlanmamıza karşın, üstelik koskoca bankalar kapılarını sanata kapatırken, bir sevdalı çıkıyor, güzelliğe kucak açıyor.
Bunun son örneği, Cahide Erel.
Yıllardın sürdürdüğü toprağı biçimlendirip pişirmeye başka bir düş eklemiş: Asmalımescit’te eski bir yapıyı almış, hem de üst üste üç katını elde n geçirtip düzenlemiş, inanılmaz bir sanat sığınağı yaratmış: VII.SANAT.
7 Nisan’da Nilgün’ün okul arkadaşlarından Salih Köksalan’ın ilginç resim sergisiyle kapılarını sanatseverlere açtı; üstelik, o üç katın çeşitli köşelerinde, sevgili dostum İlgi Adalan’ın da aralarında bulunduğu birçok sanatçıyı kucaklayarak. Bayıldım, çok mutlu oldum.Dilerim olasılık-gereklilik ikilisi, ömrünü uzun eder.

*
Kimi sessiz, alçakgönüllü emekçiler, yaşama umudunu tazelemek üzere, hepimizin yerine müthiş sabırla çalışmayı sürdürüyor, bereket.
Metin Aydoğan bunlardan biri; gerek yapıtlarıyla, gerek Müdafaa-i Hukuk’taki yazılarıyla, imeceye katkısını sürdürüyor.
Derginin Nisan sayısında, yine bir sürü yazı ve kitabı okuyarak, Kaçınılmaz Sonuç:emperyalist Blokta Çatlak adında bir yazı hazırlamış.
Günlük yaşamın koşuşması arasında bütün o kitap ve yazılara ulaşma fırsatınızın olamayacağını düşünerek, yaşadığımız, canımızı dara sokan, giderek almaya yönelen sorunları özetleyen kimi bölümlerini aktaracağım.
İlk alıntı, eski Amerikan kamu görevlisi, bankacı, Jeffry E. Garten’den: Dünyanın 21. Yüzyılda alacağı biçimi görmek istiyorsanız, ABD, Japonya ve Almanya arasındaki ilişkilere bakmanız gerekecektir.(...) Yeni bölgesel ticaret bloklarının gelişmesi, beraberinde küresel örgütlerde gerilim ve çatışmaları getirecektir. Almanya ve Japonya’nın bizim (ABD’nin) dostumuz mu, düşmanımız mı, yoksa ikisi birden mi olduğuna karar vermemiz gerekmektedir.
İkinci alıntı, Richard C. Leone’dan: Yakın zamana dek, toplumsalcı öğretiye inananlara karşı sürekli savaş veriyorduk. Çabalarımızın asıl amacı düşmanı yok etmek değil,daha çok savaşma isteğini kırmak, askerî yarış yeteneğini azaltmaktı. Bu alanda umduğumuzda daha başarılı olduk,çünkü Sovyetler Birliği’nin somut çöküşü, bu yarışın olası sonucuyla ilgili en iyimser beklentimizi bile aştı. Peki bugün neredeyiz, rakiplerimiz kimler? Bir bakıma, dönüp dolaşıp aynı yere geldik: eski hasmımız, zaman da bağlaşığımız olan Alman ve Japonlarla karşı karşıyayız. Bu çatışma, Sovyetler Birliği’yle aramızdaki gibi, siyasal öğretiler arasında değil.Sözkonusu olan artık, kimilerinin dile getirdiği gibi, Amerika’nın bağımsızlığıdır.İktisadî rakiplerimizi gözdağı yaratan hasımlara dönüştüren şey, insana savaşı anımsatan benzetmelere dayanmıyor.Neredeyse, hepimizi ulusal seferberliğe çağıran savaş boruları çalınıyor.
Eski Almanya Başbakanı Helmut Kohl bakın ne diyor: Önümüzdeki yıllar Japonların değil, Avrupalıların dönemi olacaktır. Bu yarışta ABD’ye yer kalmayacaktır.
Sony’nin sahibi ve Yönetim Kurulu Başkanı Morita’nın saptaması da şöyle: Amerika hızla çöküyor. Çünkü Japonya, her yıl ABD’ye 50 milyar dolar daha fazla mal satıyor. Amerika gırtlağına dek batmış açgözlü, ırkçı,tembel bir ülkedir.
Sağ olsun, Metin Aydoğan buna benzer bir yığın önemli bilgiyi, ayrıntıyı derleyip önümüze koymuş; en iyisi derginin o sayısını edinip yazının aslını okumanız.
Bir yerinde şöyle bir bilgi daha var: Japonya, Meksika’nın Amerika sınırına yakın bölgelerinde 200, evet tam 200 ortak kuruluş aracılığıyla, Amerika’nın – aslında anamalcı düzenin – koyduğu kural uyarınca, Amerikan pazarını içerden ele geçirmeyi sürdürüyormuş.
Kısacası, Amerika’nın elinde, ayakta tutmaya çalıştığı silahlı güçleriyle, dünyanın dört bir yanında bir gidişe karşı çıkmaya, değiştiremiyorsa bile, en azından yavaşlatmaya çalışmaktan başka seçenek kalmamış; başımıza gelenler, gelecek olanlar işte bundan ötürü.
Eh, yazının bir yerinde değinildiği gibi, geri bıraktırılmış yoksul ülkelerdeki satılmışlar da eklenince, gerisini kestirebilirsiniz.
Bu cehennemden kurtulabilmek için aslında insanlığın önünde tek bir yol var: evrenin temel yasasının, amansız yarış değil, gönüllü, bilinçli -hele insan sözkonusuysa – dayanışma, imece olduğunu anımsayıp yeniden bu yaşama biçimine dönmeye çalışmak. Bakalım iş işten geçmeden bunu yapabilecek miyiz?

*

Geçen gün Şemsa Yeğin aradı, Epsilon Yayınevi’nde yayını yönetiyormuş, şimdiye dek basılan 6 kitabı yolladı.
Toplumlar ve İnsanlar dizisinde yayımlanan, belli bir bakış açısıyla seçilmiş, özenle basılmış kitaplar şunlar:
Arthur C Parker’dan, Nilgün Özcan'ın çevirisiyle, Seneka Masalları;Tom Brown Jr.’dan, Yosun Erdemli’nin Türkçe’siyle, Büyükbaba;Hannah Rachel Bell’den, Meltem Erkmen’in çevirisiyle, Erkek İşi/Kadın İşi;Gérard Badou’dan, Pınar Dirim’in aracılığıyla, Hotanto Venüsü;Frank Johnson Newcombd’dan, Ayşen Türkmen’in çevirisiyle, Navaho Halk Öyküleri; Oscar Lewis’ten,Çiğdem Girgiç Çalap’ın Türkçe’siyle, Tepoztlân:Meksika’da Bir Köy. Kitapları bana ulaştıran zarfın üstündeyse Nursel Calap’ın adı var; yayınevini o mu yönetiyor acaba?
Bunca hanım el ele vermiş, çok güzel bir sofra donatmışlar; siz de buyurun.

*

Carlos Saura adını görünce gidemeden duramadık, keşke durabilseymişiz; amcanın Bunuel’i, Lorca’yı, Dali’yi, ama hepsinden önce kendini harcadığı filmi için söylenebilecek en hafif söz, beceremeyeceğin işe kalkışma olabilir!

*

Sevgili Muhsin Kut bu ay, her zamanki yuvası Hobi’deydi.
Nicedir görmüyordum Kut’ları; meğer benim küçük tefek sağlık kazalarıyla kıyaslanamayacak ciddi birer işlem geçirmiş Semra da, Muhsin de; ama sergide epey toparlanmış gözüküyorlardı; zaten kendine gelmese o güzelim , dürüst resimleri nasıl yetiştirip sergilerdi. Doğa canlarını diri tutsun!

*

Film Şenliği, tıpkı bütün öbür insan etkinlikleri gibi, epey sıkıntıda: kurmacanın bir anlamı kalmadı, gerçek silahlar konuşuyor çünkü.
Bir varmış bir yokmuş’ta, Postacı Kapıyı İki kez Çalar diye bir film, onun da bir yönetmeni vardı. Onun adına kapılarak bir filme gittim.
Önce, üstlük olsun diye besbelli, kısa bir tane gösterdiler: buzların ortasında sıcak bir suda yıkanan, arasıra memesini okşuyormuş gibi yapan dipdiri bir kız; çölde koşan kangurular; derken kamyonetine bu kalıpları yükleyip kendini o çöle vuran bir adam.
Kızı uyku tutmuyor, çıplak bedenine bir palto geçirip dışarı çıkıyor, saçaklardan erkeklik örgenini andıran bir buz koparıyor, aşağı gelip emmeğe, derken meme uçlarına sürtmeye başlıyor; bir yandan da aşağı yukarı okşuyor buz parçasını. Kamyonetle oğlan hızla gidiyor, gidiyor, sonunda ıssız bir evin önüne yanaşıyor; kalıpları alıp içerki odada masanın üstüne taşıyor; ne yapacak diye beklerken, çatıya bir ip atıyor, soyunup kalıpların üstüne çıkıyor, ipi ilmik yapıp boğazına geçiriyor: uzun erimde canına kıyacak.
Kız, erkeklik örgenine benzeyen buzu dölyoluna sokuyor sonunda; o bu buz parçasıyla boşalırken - her şey yalan ya, buzla insanın en sıcak örgeni kızışmaz, dolayısıyla boşalmaz! Ama olsun, ben attım, ister inanın ister inanmayın – buz kalıpları eriyor, sapasağlam oğlan ipin ucunda can veriyor.
Çıplak kızın, güzelim yatakta yatarken, kollarında, buzla canına kıyan oğlanın resmi var!
İnsan böyle bir şeyi neden yazar, neden çeker, neden sanat yapıtı diye ortaya sürer, neden başkaları bunu alıp sanat diye gösterir?
Demek ki, Irak’ta başımıza gelenler; o paha biçilmez Asur-Sümer uygarlığı müzesinin talanı; hepsini, hepsini kat kat hak etmişiz, ediyoruz!
Kıyamet, öyle Büyük Patlama gibi birden değil, böyle azar azar, süründüre süründüre kopacak!

*

Küresel Yozlaşma’nın elimden geldiğince dışında kalmaya çalıştığım için, günümüz sinemasından uzak yaşıyorum; o yüzden, bu yılki Film Şenliği’ndeki yüzlerce filme gözümü kulağımı dokundurmadım.
Ama dostum Mustafa Altıntaş haber verince, son dönem resimleriyle ilgili belgesele gittim: Topkapı’dan Mozart’a. Ve başarılı bulup sevindim.
Mustafa, Topkapı Sarayı, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırması , Paris Operası, kendi resimleri arasında güzel bir iç içelik tasarlayıp çekmiş; Mozart’ın özgün müziği, Türk müziği, mehter arasında güzel bileşimler gerçekleştirmiş; resimlerindeki kişiler ile canlandırılmışlar arasındaki gidiş geliş de ölçülü,yerli yerinde.
Umarım hakkettiği kadar sevinmiştir.

*

Bu haftaki Aydınlık’ta Günseli Başar’la bir söyleşi vardı; Günseli Hanım’ın elinde açık bir gazete, başlık şöyle: 4500 Yıllık Türkçe Bulundu.
Meğer Sayın Başar, güzelliğinin yanında, bilgili, bilinçli bir dünya yurttaşıymış: bilinci diline, Türkçe sevgisine olduğu gibi yansımış. Türk dilinin, dolayısıyla uygarlığının kökenlerini merak edenleri, Halûk Tarcan’ı, Kâzım Mirşan’ı tanıyor, yapıtlarından haberi var.
Biliyorsunuz, sık sık yineliyorum, bence bütün erdemlerin özeti, tutarlılık; o yoksa, bütün öbür kavramlar boş, lâf ebeliği.
Ne mutlu Günseli Başar’ın önce kendisine, sonra çevresindekilere, sonunda benim gibi yurttaşlarına: canlıyla cansızın, canlılar dünyasında bütün ara ürünlerin, karaların beyazların sarıların, Türklerin Kürtlerin birbirlerine ne kadar bağımlı olduklarını unutmamış. Unutmadığı için de, unutanların yeniden anımsayabilmeleri için elinden geleni yapmış, yapıyor.
Çok sevindim .Uzaktan da olsa, sevgiyle, saygıyla kucaklıyorum.

*

Kötü filmden yalnız ağzımız değil , her yanımız dağlandığı için, Sinema Şenliği’nde hemen hiçbir şeye gitmedik; gerçek sinemaseverlerin bizim gibi unutamadıklarına emin olduğum Nalın Ağacı’nı düşünüp Ermanno Olmi’nin Silah Ustası’nı seçmiştik.
Doğrusu film baştan aşağı bir şölen, bir sinema dersiydi: bir yüzbaşının ölümünden önceki son dört günü, inanılmaz inceliklerle; birbirinden uçurucu ayrıntılarla yansıtıldı: kişiler, giysiler, ışıklar, müzikler,tekil ya da çoğul sahneler, öykünün masalla şiir arasındaki anlatımı, her şey kusursuzdu.
Büyük Usta Olmi, tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’yu öyle bir anlattı ki, küresel yozlaştırma’ya azıcık direnebilmişseniz, Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta neler yapıldığını kolayca zihninizde canlandırabilirsiniz.
Ayakta alkış!

*

Sevgili dostum Aydın Karlıbel’den yine sevindirici bir haber geldi:ustası Cemal Reşit Reydin, Filarmoni Derneği’ndeki dolabında, ölümünden sonra, elyazması bir yapıtını bulmuş: Piyano Sonatını.
1928’de bestelenmiş 6 dakikalık yapıt üzerinde uzun çalışmış, eksiğini gediğini gidermiş, bilgisayarda basmış; 28 Mayıs’ta Avusturya Ekin Merkezi’nde dünyada ilk kez yorumlayacakmış.
Cemal Bey ne yazık ki bu armağanı alamayacak, ama Aydın onu evrene yayacak: varolan hiçbir şey yokolmadığına göre, bestelenme işlevi yorumla tamamlanmış olacak; elbet birilerine ulaşır.
Yaşa Aydın!