1 Mayıs 2003 Perşembe

KIPIRDAYAN SİNEMA

2003





Nicedir sinemaya ya gitmez, ya da korka korka gider, yalnız ağzımızı değil, her yerimizi bayağılıkla kavurarak çıkar olmuştuk.
Derken, önce Fransızların Arte’si, bir Stanley Kubrick toplugösterisi başlattı; hem de pırıl kopyalarla. Sevinçle yeniden izlemeye, ayrıca kasete almaya giriştim.
Ve, Goethe bir kez daha haklı çıktı: Nedir en zor şey? görmek gözünün önündekini.
Sinemanın bir imece sanatı olduğu, bir filmin çeşitli etken ve kişilere bağlı olduğu besbelli; ama Kubrick’in yapıtlarını izlerken iyice bilincine vardığım şey şu oldu: film kuşkusuz yönetmene bağlı; ama o da yapımcıya: eğer yapımcı aynı zamanda yönetmen değilse, filmin bağımsız, dolayısıyla özgün, özerk olması olanaksız.
İlk gösterildikleri yıllarda Kubrick filmlerinin bu özelliğine dikkat etmemişim: oysa başından beri, tıpkı Chaplin gibi, Fellini gibi, filmlerin çekimöykülerini kendisi yazmış ya da birisiyle işbirliği etmiş. Ve daha önemlisi, parayı da kendisi bulmuş, vermiş.
Dolayısıyla, örneğin, yıllar önce sanırım Sinematek’te gördüğüm Zafer Yolları gibi bir başyapıt ortaya çıkabilmiş
Gerçek sinemaseverlerden benim yaşımda olanlar bu filmi görmüştür sanırım; şimdiye dek çekilmiş en dürüst savaş filmlerinden biri, üstelik bağırıp çağırmadan savaşa karşıçakarak.
Öykü kısaca şöyle: Fransız siperleri, bitkin bir birlik, komutanlarını canlandıran Kirk Douglas. Tam karşılarında sarp, ıssız, sessiz bir kayalık tepe; adı da kendine uygun: Karınca Yuvası.
Derken Paris’te , allı pullu bir salon, çalımlı bir general; Douglas’ın birliği de ona bağlı; general amca, kendisi bir eli yağda öbür balda, akşamları balo salonlarında vals yaparken, ansızın Karınca Yuvası’nın geri alınmasını istiyor. Douglas, bütün olumsuzluklara karşın, birliğiyle saldırıya geçiyor, daha siperden çıkarken askerin yarısı taranıyor; kalanlar düşe kalka ilerlemeye çalışırken, saldırıyı Paris’ten izleyen general amca sabırsızlanıyor,birliğinin gevşekliğine, korkaklığına sinirlenip topçuya Almanları bırakıp onları topa tutmasını buyuruyor.Elbet tepe alınamıyor.
Valsçi general de, bir üstü olan arkadaşı da, geride kalanlardan üç kişiyi başarısızlıktan sorumlu tutup savaş mahkemesine veriyor; savunmalarını sanırım hukuk okumuş olan Douglas üstleniyor; ama bu tür yargılamaları biliyorsunuz: savunma falan yok; neredeyse kaldırıp oturtup, salt adlarını görev yaptıkları birliği saptayıp adamları ölüm cezası’na çarptırıyor; dahası, bir sabah, görkemli bir törenle, bütün alayın karşısında kurşuna diziyorlar. Üstelik o arada,topçu birliğinin başındaki binbaşının gelip Douglas’a, generalin yarı yolda kendilerinin topa tutulması buyruğunu verdiğini söylemesine karşın! Bu bilginin aktarıldığı üst rütbedeki general, yürürlükteki güzelim mantık uyarınca, şöyle ya da böyle, Fransız ordusuna güzel bir ders vermek üzere, yargılananların kurşuna dizilmelerine ses çıkarmıyor; aynı mantıksızlık uyarınca, ancak o üç kişi can verdikten sonra, general arkadaşı hakkında soruşturma açtırıyor.
Film, bir kabarede toplanmış, birbirlerini öldürmek yorgun düşmüş Fransız askerlerinin çekingen, haklı olarak ürkmüş bir Alman kızını dinlemesiyle sona eriyor: önce, Alman diye ıslıklayıp yuhalıyorlar; ama kızın üstelik Almanca söylediği şarkı az sonra hepsini öyle bir etkiliyor ki, acı acı düşünmeye başlıyorlar; kimisi gözyaşı bile döküyor.
İlk kez kaç yıl önce gördüm bu filmi? Aradan kaç bin film, kaç savaş geçti? Hem siyah-beyaz görüntüleri, hem kurgusu, hem müziği, kısacası bütün güzellikleri yerli yerindeydi.
Daha sonra, Katilin Öpücüğü’nü, Son Yarış’ı, Lolita’yı, 2001: Uzay Serüveni’ni hazla izlerken, yukarki yargım pekişti: filmin öyküsünü kendiniz yazıp parasını vermedikçe, dürüst, tutarlı film çekemezsiniz.
Polanski’nin Piyanist’i bunun yeni, son örneklerinden biriydi:Polanski, Alain Sarde’la birlikte, filmi kendi parasıyla çekebildiği; ayrıca yaşamış bir piyano yorumcusunun somut anılarına dayanarak, kendisinin de birebir yaşadığı olayları anlattığı için, Costa Gavras’ın edepsiz Amin’inin tersine, onurlu, etkileyici bir yapıt ortaya koyabilmişti.
Sinemanın büyüsünü dolu dolu tadanlardan olduğum için, bu sevdayı paylaşan Nilgün’ün artık sessizleşen çağrılarına yanıt verip güzeller güzeli, yetenekli Meryl Streep’in Tersyüz’üne dek gittik, çekine çekine. Ve ham ayvayı yedik! Tam Hollywood’a yakışan bir rezillik! Strepp’i timsahın dişlerine değil, kendi dişlileri arasına atıp çıtır çıtır ezdi gözümüzün önünde.
Neyse ki yüreğimiz hemen ertesi hafta Saatlar’la sarıldı.
Saatlar, Virginia Woolf’tan, yazmakta olduğu Mrs Daloway’den yola çıkıp, romanı okumakta olan evli, erkek çocuklu, gebe , mutsuz bir kadınla, bir kız çocuğu olan, yayıncılık yapan, bir hanımla yaşayan, her gün eski erkek, ozan sevgilisini görmeye giden kadının iç içe geçirilmiş öykülerini anlattı.
Doğrusu, filmi iki kez görmeme karşın, parasını yönetmenin verip vermediğini okuyamadım; ama o da, filme temel olan romanı yazan da, üstelik birer erkek oldukları hâlde, bu üç kadının iç ve dış dünyalarını öyle güzel betimlediler ki!
Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman’ı en son o hıyar eski kocasıyla Gözler Ardına Dek Kapalı’da görmüş, hiç ama hiç beğenmemiştim. Buradaysa, bayıldım, bayıldım! Zaten yönetmen kadın erkek herkesi kusursuz oynatmış, herkesten en yüksek verimi almıştı.
Zorba bir savaşın kapımıza içimize dayatıldığı günlerde, eğer insan insan adını taşımayı hakedecekse, dahası canını kurtarabilecekse, sanat denen şeyin ancak böyle olabileceğini bir kez daha acı acı duyumsadım.
Buna karşılık, önceki filmlerindeki şiddete iyi kötü dayanabildiğimiz Martin Scorsese’in New York Çeteleri sözün tam anlamıyla bir rezillik: ele almaya çalıştığı hiçbir izlek, ne Amerika içsavaşı, ne Zenci-beyaz çatışması, ne kölelik, hiçbir şey işlenmedi; verilen rollere görüntüleri de, kişilikleri de uymayan iki oyuncu arasındaki sonu gelmemecesine kanlı çatışmasıyla işkenceye uğratıldık, hem de iki buçuk saat boyunca!
Aslında, o kan banyosu içinde, film Amerikan insanının nasıl oluştuğunu; şu anki hukuksuz, haksız, yasa ve insanlıkdışı savaşı çıkaranların kimler olduklarını pek güzel anlatıyordu; ama sinema bir anıştırma sanatıdır, şiddeti duyumsatmak için ille de göstermeniz gerekmez.Yazık, Scorsese’in işi çok zor, ne kadar hap içse, gözüne uyku girmiyordur!

*

Galeri G kapandıktan sonra göremediğim sevili Selin, birkaç ay önce,Tarlabaşı’nda yeni bir fotoğraf merkezinin açılacağını haber verip sevinçle, ısrarla çağırmıştı.
Sonra çağrısı geldi, Mart başında Merkez açıldı.
İki fotoğraf sevdalısı, Mehmet Kısmet’le Nevzat Çakır el ele vermiş, eski bir yapıyı alıp onarmış, düzenlemiş, bu yuvayı oluşturmuşlar: belgeliğiyle, fotoğraf basım odasıyla, kitaplığıyla, sergileme yeriyle, kahvesiyle dört dörtlük bir merkez.
İlk sergiyi Ara Güler’e ayırmışlar.
Çok değerli bir sığınak.

*

Nevzat Metin, bu kez , ortak dostumuz Turgay Gönenç’in toplu şiirlerini basmış; 1955-2002 arasında yazılmış şiirleri içeren, ayrıca Turgay’ın resimleriyle bezenmiş yapıtın adı Benim Çocukluğum Fesleğen Kokar.
Hem Nevzat, hem Turgay için, ne kadar güzel bir dostluk armağanı!

...Evet, barıştır yaşama can veren, can katan yaşama.
Savaşın egemen olmadığı zamanlardaki barıştan daha derin anlamlı bir şeydir barış.

Bu satırları, Feridun Andaç’ın, Doğan Kitap’ın bastığı, Babil’e Yolculuk’undan aldım. Feridun da, A.Kadir’le Panayot Abacı’nın Nikiforos Vrettakos’tan yaptıkları çeviriden aktarmış.
Feridun, gerçek bir yazın ve yaşamsever; okuduğu her kitabı, her şiiri, çıktığı her geziyi coşkuyla,dolu dolu yaşayıp anlatıyor.
Henri Laborit, canlı varlığın biricik ereği, varolmaktır, der; Wilhelm Reich da, bu varoluş’u üç temel sözcükle özetler: sevgi, çalışma, bilgi.
Demek ki, canlı varlık olarak yapımızı sürdürebilmemiz, dinginliği, dengeyi, kısacası barışı gerektirir; ölüm adını verdiğimiz ayrışmayla yeniden evreni oluşturan asal enerji birimlerine dönüş nasılsa sonunda hepimizi bekliyor; bu işi öne almanın, çabuklaştırmanın, hele savaşlardaki gibi hoyratlaştırmanın ne gereği olabilir?
Ama Reich’ın parmak bastığı temel üç işlevi yerine getiremiyorsanız, ille de harcanması gereken dirimsel enerji, çıkışı savaşta, ölümde arar, arıyor.
Yine Henri Laborit, varoluşunu sürdürmek isteyen canlı varlığın önünde, iki yol bulunduğunu anımsatır: kaçmak ya da sorunla boğuşmak, çözüm bulmak.
Reich’ın bulduğu, ama sanırım Amerikalıların, kodeste öldürdükleri bu büyük öncünün adını unutturmak üzere Marcuse’ye yakıştırdıkları ünlü savaşma, seviş öğüdünü tutamadığımız zaman ne hâle geldiğimiz tabak gibi ortada.
Laborit’nin birinci terimi kaçış ille de tabanları yağlamakla olmuyor elbet, düşlere sığınma, düş yaratma çok daha etkili bu işte.
Sevi’yi, sevişme’yi çoktan unutmuş ya da hiç yaşamamış vebalıların dayattıkları iç karartıcı dünyadan kaçmak istiyorsanız, Andaç’ın kitabı çok yararlı olabilir.


*

Sıdıka Su, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, bir konuşma yapmak üzere çağrılınca, Safranbolu-Bartın-Amasra’ya bir haftasonu gezisi düzenlenmiş; Sevgi Tanın’la Sevil de katıldılar. Döndüklerinde sevinçten uçuyorlardı.
Hem Bartın’da, hem Safranbolu’da sevgiyle saygıyla karşılanıp ağırlanmış, ala üstünde tutulmuşlar; Sıdıka Abla kadın hakları savaşımını özetleyen güzel bir konuşma yapmış.
Kısacası, gezinin tadı damaklarında kalmış. Şu dertli dünyamızda ne büyük armağan!
Safranbolu’da sanırım bir avuç kalmış, ortalığı kaplayan yozlaşma sürecinde direnmeye çalışan eski ahşap evleri onlara çoktan işi bırakmış, ama Cumhuriyet okurlarının ve Sıdıka Su’nun hatırına gezdiren deneyimli kılavuz, sözümona onarılıp çağdaş kılınmaya çalışılmış evlerden birinde, güzelim aşıboyasının üstüne çekilmiş badana karşısında şunu anlatmış.
Günün birinde, Cihat Burak Safranbolu’ya gelmiş; birlikte evleri gezerlerken, yine böyle göz göre göre kıyılmış evlerden birinde , badanalanmış bir duvarın bir köşesinde gözden ya da elden kaçmış, kaçabilmiş bir köşecikle karşılaşmışlar; evin sahibi de yanlarında; Cihat Bey dayanamayıp sormuş: her yeri boyamış ya da boyatmışsınız, bu köşe neden böyle kaldı? Kadın, en doğal şeyi söylüyor gibi yanıtlamış: Oraya merdiven yetişmedi de! Bunun üzerine Cihat’çığım, Evliya Çelebi’ye denk kıvrak anlağıyla: Aman kardeşim, getir o merdiveni öpeyim, demiş.
Yanıt soylu mu soylu, sonuç üzücü mü üzücü! Yapıtlar, kalıtlar elimizden uçup giderken bize bir iki güzel sözle avunma kalıyor! Ne yazık, ne acı!

*

Sonunda Oscar’ları dağıttılar; ve çok şaşırtıcı, sonuçlar beklediğime yakın oldu: en iyi yönetmen olarak Polanski’nin, en iyi kadın oyuncu olarak unutulmaz, hayranlık verici, güzeller güzeli Nicole Kidman’ın, erkek oyuncu olarak da Adrien Brody’nin ödüllendirilmesine yürekten sevindim.
Bana kalsa, Piyanist’i aynı zamanda en iyi film seçerdim; ama sevgili Bob Fosse’un güzelim tasarımından yola çıkılarak çekilmiş Şikago’yu da çok yadırgamadım doğrusu; Catherine Zeta-Jones’un yardımcı kadın oyuncu ödülünü de alkışladım.
Asıl, o rezil, hastalıklı New York Çeteleri’ne ödül yağdırılmasından korkuyordum; şükür olmadı. Scorsese’le kuklaları el ele verip mezbahaya gidebilirler! Hele canlı mezbaha istiyorlarsa, Bağdat’a buyursunlar!
Benim Cici Silahım’ın tombul yönetmeninin en büyük başarısı, bence, o yeteneksiz, aşağılık Charlton Heston’ı bırakıp asıl suçluyu herkesin önünde kınamasıydı; bu yüzden yuhalandı, olsun! bu onur ona yeter.

*

Geçen gün Moda’ya, Bilim-Sanat Galerisi’ne gittim; sergisi yeni açılmış Tanju Demirci ile canım Türkân karşıladı beni. Kısa da olsa , sıcacık söyleştik.
Ayrılırken, Tanju kitabını armağan etti.
Nevzat Metin, kitaplarına Demirci’ninkini de eklemiş.
Kitabın metnini ozan-ressam dostumuz Ekrem Kahraman hazırlamış; Tanju için , sanırım, bir ayrıcalık: bir ressam-ozan’ın kendisini tutkuyla kucaklamaya razı olması, her gün, her saniye görülen şey değil çünkü.
Ekrem, kitabın başına Gombrich’in bir sözünü almış:

Sanat diye bir şey yoktur aslında, yalnız sanatçılar vardır.

Her şeyin görece olduğunu anımsatan çok doğru bir söz; dolayısıyla, hepimizi alçakgönüllülüğe çağıran bir borazan. Ama biliyorsunuz hepimizin can gözü, can kulağı, kısacası can’ı bu çağrılara kapalı! Ne yazık!
Ama biz işin olumlu yanına bakıp sevinelim: Nevzat-Ekrem-Tanju birlikteliği, önce Demirci’ye, sonra sanatseverlere böyle güzel bir kitap armağan etmiş! Savaşa, bütün katillere inat!
Yaşayın canım!

*
Hülya Uçansu’ya ne zaman uğrasam iyi bir haber verir, güzel bir şey anlatır; bu kez de öyle oldu.
Geçen yılkı Sinema Şenliği’nde gösterilen Fidel belgeselinin ardından, Estela Bravo’yu yakından tanımak istemiş, bağlantı kurmuş, bili toplamış. Yazışma falan derken, eşi Ali’yle birlikte kendini Küba’da buluvermiş.
Estela, aslında Amerikalı; ama ömrünün yarısından sonra, sinemaya, belgesele ve eşi Ernesto dolayısıyla, Küba’ya, Castro’ya ilgi duymuş; ilgisini somutlaştırmış, hem izlediğimiz filmi, hem daha başka şeyler çekmiş; dahası, Küba’ya yerleşmiş.
Hülya Küba denen zorunlu yoksulluk cennetine ayak bastığında, Estela’ya tam bir “ulusal kahraman” gibi bakılıp davranıldığını görmüş.
Karşılıklı ilgi, bilgi, sevgi sonunda hoş bir meyve vermiş: bu yılki Şenlik’te Estela’ya özel bir köşe ayrılmış; yetinilmemiş, Hülya’nın önerisi, Şakir Bey’in onayıyla, adına bir ödül konmuş; dahası, yine ortak sevdanın sonucu, Nazar kitabını basıyor, imza günü düzenleniyor.
Evrendeki her şey rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür, diyen Demokritos’tan daha haklı kimse var mı yeryüzünde?

Adam Sanat, Mayıs 2003, s.208