1 Eylül 2003 Pazartesi

CECİLİA BARTOLİ

Zweig bu olguyu “yıldızın parladığı anlar” sözüyle özetlemiş; Demokritos’sa , evrendeki her şey gibi, “olasılık-gereklilik” ikilisine bağlamıştı.
Mallarmé,”şiir, zar atmaktır” demiş; bence, yalnız şiir değil,”olasılık-gereklilik” eytişimi sonucu,her olgu, her oluşum öyle.
Cecilia’da, zar, altı altı gelmiş: anası babası opera şarkıcısı; ayrıca, annesi, kolay kolay bulunmayacak bir eğitimci, öğretmen; üstelik sevgi dolu.
Sevgili dostum Cevza Aktüze, İstanbul Şenliği’nin klasik müzik bölümünü yönettiği yıllar boyunca, “olasılık ve gereklilikleri buluşturup”, Bartoli’yi şenliğe katabilmek için aralıksız çabalamış; yazgı bu düşü, ancak onun yıldızların arasına dönmesinden sonra gerçekleştirdi.
Bartoli’nin Aya İrini’deki dinletisi sırasında İstanbul’da değildim; ama olsam da belki dinleyemezdim: küresel soygun ve onun sonucu inanılmaz değişim yüzünden, İstanbul Şenliği çoktan az gelirlilere kapandı.Aydın Gün döneminden kalma Zeliha ile Nuray’ın dostlukları, incelikleri bilet ederi 200 milyona çıkınca, benim gibi gibilere bir köşe bulmakta gittikçe zorlanıyor.
Ama Fransızların Arte ve Mezzo kanallarında, Cecilia’nın hem yaşamöyküsünü, hem dinletilerini izleyip saptama talihine ermiştim.
Kızındaki sıradışı yeteneği bulgulayan, belli ki eşiyle mutluluğu yakaladığı için,Cecilia’nın açılıp çiçeklenmesini bir sevinç kaynağı sayan annesiyle çalışması tam bir şölendi. Bugüne dek sesi güzel çok insan dinledim, dinliyorum; Signora Bartoli, bütün öbürlerinin tersine, Cecilia’nın hiç zorlanmadan, su içer gibi şarkı söyleyip oynayabilmesi için gereken bütün uygulayımları öğretiyordu kızına. Dolayısıyla, Rossini’yi, Vivaldi’yi, Mozart’ı, Verdi’yi, kısacası ele aldığı herkesi inanılmaz, insanı evrenin sonsuzluğuna uçuran bir rahatlıkla yorumluyor.
Onu tek başına ya da kendisi kadar yetenekli, güçlü, rahat Bryn Terfel’le dinleyip izlemek tadına doyulmaz bir şölen; elindeki olanaklarla şarkı söylemeyi sevişmeye dönüştürmüş; dolayısıyla, dinleyenler de aynı benzersiz doyuma ulaşıyor.
Bakın ne diyordu Evin İlyasoğlu ile söyleşirken:
Dinletilerimin ortak paydası hep şiirle müziğin birleştiği,dolayısıyla dramatik anlatımın öncelik kazandığı 18. yüzyıl yapıtlarıdır.O çağın anlayışına göre besteci de, ozan da müziğin hizmetindeydi.Şiirin gücüyle müziğinki birleşince,son derece dramatik bir etki doğar.

Ömrünün uzun olmasını, Demokritos’un onu kazadan belâdan korumasını diliyorum.
*
Kitap panayırlarının birinde tanıştığım Gülseren Ülken, babasının adını ve yapıtlarını yaşatmak üzere kurduğu Ülken Yayınları’nın, ilk basımı 1942’de yapılmış Şeytan’la Konuşmalar’ını yeniden basıp göndermiş.
Hilmi Ziya Bey, yetenekli doğma, iyi bir eğitim alabilme talihinin hakkını vermeye çalışmış insanlardan olduğu için, bir başka deyişle, canlı varlığın bizdeki üç aşamasının sürüngen basamağında kalmadığı için, yeryüzündeki benzerleri gibi, kör bencil değil, bilinçli bencil; dolayısıyla varlığını, varoluşunu sürdürmenin dayanışmaya, imeceye bağlı olduğunu hiç unutmamış. Bu imeceyi canlı tutup besleyebilmek üzere düşünmüş, yazmış.
Kitaptaki yazılar bu çabanın ürünü denemeler, söyleşiler.
Yapıtın sonuna eklenmiş yazısında, sevgili dostum Aslan Kaynardağ, Hilmi Ziya Ülken’i değerlendiren yazısında:
Masallardaki cüce gibidir sağduyu.Önemsiz görünür, ama devleri bile yenecek güçtedir.Çünkü o pratik aklın ta kendisidir ve sağlıklı toplumlarda ortaya çıkar.Bir toplum demokrasinin asıl özelliklerini taşıyorsa,insanı düşünüyorsa, sağduyunun gelişebilmesi için her şeyi yapmalıdır. Bu iş en başta eğitim ile olur.
Evet, eğitim-öğretim. Ama hangisi? Atatürk’ten önce kimsenin göze alamadığı, ölümünden sonra, topraklarımıza, canımıza göz dikmiş zavallı açgözlü, şaşkın kör bencil Batılıların dayatmasıyla yerli şaşkınlarca diriltilmeye çalışılan ikili, ikiyüzlü eğitim-öğretim değil elbet!
Bir ara İtalya’da da sezilip uygulanmış, en umut verici örneği kısa bir süre topraklarımızda yaşanmış eğitimle üretimi ömür boyu iç içe ömür boyu sürdüren eğitim-öğretime hep birlikte dönemezse , güneş dizgesinin doğal ömrü boyunca canlı kalmaya hakkı ve izni olmayacak insan adlı çıplak maymunun.
*
Bu yılki Yunus Nadi Ödülü’nü romanda Tahsin Yücel, öyküde Osman Şahin’le Deniz Topçu,şiirde Yılmaz Gruda, karikatürde Hüseyin Tanyeli ile Yavuz Özkan Onur kazandılar; kutlamak üzere aradığım Osman Şahin, büyük bir sevinçle, hep Mustafa Kemâlciler kazandı dedi.
Ne mutlu.
Sırası gelmişken, öteden beri Sevil’le beni çok rahatsız eden bir konuya değineyim.
Tiyatro sanatı sanatken sahnede nasıl konuşup davrandığını unuttuğum Yılmaz Gruda, doğanın kendisine bağışladığı etkili sesi, yurdumuzun bugünkü koşullarında elimizdeki biricik dürüst, ilerici, canımızı ve bağımsızlığımızı koruyucu iletişim aracında, Ulusal Kanal’da neden öyle ürkütücü hokkabaz gibi kullanıyor acaba? Böylesine amansız saldırı döneminde, kanalın yaymaya çalıştığı o çok önemli doğruları, olguları aktarırken bir zamanların ünlü yavşakları Alışık ya da Serengil ağzıyla konuşmanın anlamı ve yararı ne?
*

Çelik Gülersoy’un ölümü, bir bakıma, benim gibi iyiye, güzele,barışa inanan: bu nitelikleri koruyup yaşatmaya çalışanların yenilgisi gibiydi; bu uygarlık ve İstanbul vurgunu,küresel yozlaşma ve çürüme saldırısına dayanamayıp önce İstanbul’u elden geldiğince esirgeme,güzelliklerini ayakta tutma savaşımından dışlandı; çektiğini sezdiğim anlatılmaz acıların ardından da,dünyamıza veda etti.
Bu yenilgi, şimdilik,uygarlığın barbarlığa yenik düştüğünü gösteriyor;evrensel etki-tepki ikilisi usumuzun ermeyeceği bir çıkış getiremezse,mavi gezegenin geleceği kapkara.

*

Temmuz’da Assos’a giderken,Nilgün de benimle geldi.Annesinin sarsıcı ölümünden sonra büyük ölçüde hem içine, hem eve kapanmıştı.Böylece, ilk kez,eski kendine dönme fırsatını buldu.
Sevil,Serpil,Nilgün ve ben, eski mutlu günlerimizdeki gibi, yeniden gölgesiz dostluğun sevincini yaşadık doya doya.
Dünyanın ve yurdumuzun her yanını veba gibi saran barbarlaşma henüz Küçükkuyu’dan bu yana bütün ağırlığıyla çökmedi.Dolayısıyla,aradaki koylarda hâlâ sessizlik, dinginlik,mavi egemen.
Bu koycuklardan birinde,gidenler bilir, Carlos Halil’in yağ çıkarma işliğinden bozma bir konukevi var; sevgili Çapanlar başta, pek çok dostum buraya sığınır.
Nitekim,Çapanları bu yaz da orada kucakladım; derken, iki günlüğüne de olsa, Turgay Fişekçi geldi;arabasıyla gidip Sivrice Koyu’nda bir köy evi kiralamış Erdal Alova’yı getirdi.Hiç değilse bizim Troas’a gidebildiğimiz bir günü birlikte yaşadık.
Erdal’cığım, bir ara:”Bertan’cığım,doğrusunu söylemek gerekirse,Türkiye’nin ve ömrümüzüm en tatlı günlerini yaşama talihine erdik, değil mi?” dedi. Tepeden tırnağa haklıydı;60-80 arası ne kadar ayrıcalıklı bir dönemmiş meğer.
Bir başka gidişimizde, Fethi Naci’yle eşi oradaydılar; ama nicedir yakındığım,görevlerini çoktan bırakmış ana-babaların ortalığa saldıkları ölçüsüz-sevgisiz çocukların yarattığı yılgı’ya dayanamayıp Bozcaada’ya kaçtılar; umarım orada biraz dinginlik bulmuşlardır.

*

Rafet Ekiz’i ve resimlerini ilk hangi galeride gördüm, unuttum;bunun için Sanat Çevresi’ndeki yazılarıma ya da Yaşama Sanatı Günlüğü’ne bakmak gerekir.
Ama başta sevgili,sevimli annesi, ailecek,Kadir’in Tünel’deki galerisinde açtıkları sergiyi hiç unutmadım.
Kişiliğine tıpa tıp uyan çılgın, gözüpek renklerle donattığı resimlerini hep merakla bekler, ilgiyle izlerdim.Son çalışmalarını TVSG’de görmüştüm.
Trafik Canavarı hart diye canını alıvermiş.Ne yazık!

*

Geçen gelişimde Çit’i görmüştüm,bu kez de Günahkâr Rahibeler’e gittim.
Yazgıya razı olmaktan başka yolumuz var mı? belli ki artık yılda bir iki filmle yetinmek zorundayız.
Çit’i görebildiyseniz,bugün yaşananlarla nasıl büyük benzerlikler bulunduğunu saptamışsınızdır: Amerika’ya kaçmış Avrupalı çapulcular,önlerindeki eldeğmemiş kaynakları kendileri işleyip kullanacak yerde,önce oralardaki güzelim uygarlıkları yerle bir etmiş, Kızılderili kardeşlerini de. Bizonları da kıyımdan geçirmiş;sonra kalkıp taa Afrikalara gidip Karaderilileri gemilere doldurup getirmiş,bin bir işkenceyle tarlalarda,işliklerle, üretimliklerde çalıştırıp sömürmüştü.
Şimdi,bu insanların bir avucunu, günah çıkartmak üzere, aralarına, hizmetlerine aldılar:bakan,sözcü yapıyorlar.Onlar da, onca sömürüyü, horlanmayı unutup katilden daha hızlı katil kesilip hepimizin başına bela oluyorlar.
Çit de öyleydi:sömürgecilerin en eski, en sinsi, en acımasızlarının başında gelen İngilizler,içlerinden birinin son derece haklı deyişiyle, tam 40 000 yıldır orada yaşayagelmiş,kendilerince sağlam bir uygarlık kurmuş insanlardan geride bırakmaya razı oldukları kimilerini,öbür kardeşlerini eritmek,beyazlara benzetmek,dolaylı olarak yoketmek üzere kurdukları acımasız çarkta birer dönek, uşak, iz sürücü gibi kullanıyorlardı.
Günahkâr Rahibeler,Miloş Forman’ın unutulmaz başyapıtı Guguk Kuşu’ndan bu yana gördüğüm en çarpıcı, dürüst Wilhelm Reich doğrulamalarından biriydi.
Bedensel Boşalmanın İşlevi’ni ya da Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nı okumuş olanlar anımsayacaktır, Reich:”Dinsel coşku, saptırılmış cinsel coşkudur” der.
Film, bunun çok acıklı, çok çarpıcı bir doğrulaması:aldıkları dinsel eğitimle dirimsel enerjilerini sevme-sevişme,çalışma-üretme,dirimi ayakta tutacak bilgiler edinme işlevlerinde kullanamayanlar,ister istemez ölüme, işkenceye yönelmişler: onların vebalı kafalarının dışında bir iş yapanlara, ya da zorla ırzlarına geçilenlere,giderek azgın erkeklerin lâf attıkları kızlara en acımasız cezayı veriyor,Nazi kamplarındaki benzerlerini hiç aratmayan rahibelerin kırbaçları altında çalıştırıldıkları çamaşırhanelere kapatılıyorlar.
Doğrusu, filmin çekimöyküsünü yazan,sonra yöneten Peter Mullan hemen hemen kusursuz bir yapıt ortaya koymuş. Hemen hemen diyorum, çünkü filmin sonunda,o cehennemden kurtulabilen kahramanlarından birinin ondan sonraki yaşamını özetlerken ömrünü tam bir Katolik gibi sürdürdü dedi. İnanılır gibi değil! Yahu amca,bütün bu anlattıkların evrensel insan-yaşam sevgisinin yerine o usa, bilime,gerçeğe aykırı Kulaktan Doğma masalını geçirmeye çalışmanın sonucu değil mi?
Korkarım, filmine para bulabilmek için verdiği bu küçük, ama can alıcı ödünün dışında,filmin nasıl çekildiğini; seslerin, sessizliğin,görüntünün, müziğin, kaşın gözün bakışın etkisini eksiksiz bilip kullanabilen Mullan, günümüzde ender rastlanan bir yapıt gerçekleştirmiş.
Umarım bu iki dürüst, soylu yapıtı görmüşsünüzdür.

Yazının başında “Zar Atmak”tan söz ettik ya; atılan zarlar, Gülseren Engin için de pek sevindirici bir sonuç vermiş.
Hem iyi bir öğrenim görüp hekim olabilmiş;hem her insana düşmeyen bir talihe kavuşmuş,yazar olmuş.Öyküler,şiirler,oyunlar,romanlar,anılar yazmış, yazıyor. Ürünlerini yarışmalara göndermiş,ödüller kazanmış.
Çeşitli dönemlerde yazdığı öyküleri topladığı Kurutulmuş Çiçek Bahçesi’ni Remzi Kitabevi basmış.
Yolu açık kalsın.

Adam Sanat,Eylül 2003, s.212