1 Ağustos 2003 Cuma

“BİTMEYEN OYUN”

Başlık, Metin Aydoğan’ın kitaplarından birinin adı; yapıtta ele alınan biçimiyle, birkaç yüzyıldır Batılıların Anadolu’da yaşayan insanlara yönelik dolaplarını dile getiriyor.
Ama Kâzım Mirşan’la Halûk Tarcan’ın çalışmaları kıskançlık ve korkuya dayanan bu oyunun binlerce yıldır sürdüğünü kanıtlıyor; hem de gittikçe azgınlaşarak. Ancak, gittikçe daha allı pullu sözel perdeler altına gizlenerek.
Aydoğan sağolsun, Bitmeyen Oyun’la birlikte iki ciltlik Kemâlizm ve Türkiye, Tanzimattan Gümrük Birliğine Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz?i de göndermiş.
Kısa yaşamöyküsüne göre, Metin ekmek parasını mimarlıktan çıkarıyor; dolayısıyla, bu çok yararlı, geniş kapsamlı çalışmaları yapabilmek üzere sağlam bir dayanağı , ve çok daha önemlisi, tok gözüyle tutarlı bir bilinci var: kitaplarından tek kuruş almıyor. Onun yerine, kendisine düşenle kitap alıp sevdiklerine, sevenlerine, kitap alamayacak durumda olanlara armağan ediyor!
Başka bir deyişle, güneş enerjisi diye adlandırmayı sevdiğimiz evrensel yaşam enerjisinin zaten parasız olduğunu, olması gerektiğini unutmamış talihli, ayrıcalıklı, korkarım sayıları gittikçe azalan insanlardan.
Bitmeyen Oyun’a az sonra döneceğim; şimdi Cumhuriyet’te çıkan bir haberi konuşalım: adı yazılmaya, dolayısıyla hem dergimizin satırlarını, hem de tarihsel belleği kirletmeye değmeyecek bir Amerikalı demiş ki: Küresel güvenlik için tek seçenek, İMPARATORLUK!
Hangi imparatorluk diye sormaya gerek yok, elbet Amerikan İmparoturluğu!
Geçen gün, Kâzım Mirşan’dan, Halûk Tarcan’dan, Muhibbe Darga’dan, İlmiye Çığ’dan hiç söz etmeyen, edemeyen birinin Hititler’ini gördük Nilgün’le.
Anadolu’daki ya da Ortadoğu’daki, Mısır’daki bütün krallar imparatorluk kurma düşüyle ömür tüketmişler; bu uğurda, yalnız kendi ömürlerini değil, kendi halklarını, çevre halkları ve bütün doğal kaynakları da harcamışlar elbet. Şimdi tarih diye yalnız bunlar anlatılıyor, hem de alabildiğine tekyanlı olarak.
“Gideni ve gelmekte olanı” anlayabilmek için yanıp tutuştuğumdan, gücümün yettiği, elimin erdiği yorumcuları okumaya çalıştım elbet; bunlar arasında, yalnız biri, Marx’ın emeğe ve onun sonucu olan paraya dayalı yorumuyla, evrensel enerji dönüşümünün başka ve canlılar için çok asal bir alanda dile gelip işleyişini, cinsel enerjiyi irdeleyen Wilhelm Reich’ınkini doyurucu , inandırıcı buldum.
Canlılar arasında, insanın dışında, imparatorluk kurmaya özenen, kalkışan başka bir varlık yok; Reich’a göre, bunun nedeni, acunsal-dirimsel enerjinin sevişip yaşamı sürdürecek yeni ürünler ortaya koyacak yerde eldeki ve çevredeki enerjiyi savaşa, dolayısıyla ölüme, kıyıma harcamak.
Bütün canlıların, o arada insanın yaşama enerjisini şu üç temel işlevde tüketmesi gerektiğini söylüyor bilimadamı: sevmek(sevişmek), çalışmak (üretmek) ve bu ikisini , dirimsel düzene ayakta tutabilmeye yarayacak biçimde doğru yerine getirmek üzere, dolu, doğru bilgiler edinmek (ve bu bilgileri üretmek).
Dolayısıyla, bu işlevleri dolu dolu yerine getiremeyen, kendisiyle ve çevresiyle barışık olmayanlar kapılıyor evrensel düzenin kimseye izin vermediği bu küresel egemenlik kurma
yanılsamasına.
Bunun temelindeyse, ataerkil zorbalık yürürlüğe konalı beri, kadınlarımızın da suçortaklığıyla yaşadığımız çarpık var: dişiler, gebe kalırken, bütün enerjileriyle açılıp çiçeklenerek sarılmıyor, sarılamıyorlar erkeğe; gebelik sırasında aynı mutsuzluk, büzüşme sürüyor; ananın enerjisi , öbür besinlerin yanında, sevgi ve sevinç olarak akamıyor yavruya; doğumdan sonra bu olumsuzluk sözel-töresel baskıyla daha da artıyor; çocuk, doyumlu, mutlu, koruyucu, kollayıcı bir varlık olarak büyüyüp yetişemiyor; asal bir işlev olan sevişmeyi yerine getirse bile, sürekli huysuz, doyumsuz, dolayısıyla yıkıcı kalıyor. Alın size savaşlar! Ve işte böyle boş imparatorluk düşleri, hevesleri!
Oysa, zıpır İngiliz yöneticilerinden birinin dediği gibi öyle yüzyılda değil, binlerce yılda bir gelen ve doğaya şükür Anadolu’ya düşen üstünyetenek, Mustafa Kemâl dolayısıyla biz bu topraklarda yaşayanlar evrenin temel yasasını tam zamanında anımsayıp hem canımızı, hem toprağımızı kurtarmışız: şu iki kapılı handa, vakit geçirmeye virâne yeter!
Metin Aydoğan, hepimizin yerine, sayısız yapıtı tarayıp ballar çıkarmış; bakın ne diyor Atatürk:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çok cüce kalıyor Gökçen. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, tertemiz sağlıklı insanların yaşadığı evler.Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum, gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların, yüzleri sararmamış, dudakları şişmemiş çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum.İstanbul’da ne uygarlık varsa, Ankara’ya hangi uygarlığı getirmeye çalışıyorsak, İzmir’i nasıl bayındır kılmaya uğraşıyorsak, yurdumun her tarafını, Anadolu’nun her yerini aynı uygarlığa kavuşturmak istiyorum.Ve bunu çok, ama çok çabuk yapmak istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil.Türkiye’nin her yanı bayındır olmalı, erinç içinde olmalı... Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek yok benim kitabımda.Geleceği, geleceğin Türkiye’sini, geleceğin halkını düşünmek benim görevim.Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi iktisadî alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz...Bu coşkuyu yaşatmak, bu coşkunun ürünlerini görmek gerek.”
Ama amipten insana dek, canlıdan cansıza dek evrendeki bütün varlıkların sımsıkı birbirine bağlı olduğunu unutmadığından, sonra şunları ekliyor:
“Bence, bir ulusta şeref, onur ve namusun, insanlığın oluşup varlığını sürdürebilmesi için, o ulusun kesinlikle özgür ve bağımsız olması gerekir.Ben, birey olarak,sözünü ettiğim bu niteliklere çok önem veririm. Bu niteliklerin kendimde bulunduğunu öne sürebilmem için,ulusumun da aynı nitelikleri taşımasını ana koşul sayarım.Yaşayabilmek için, mutlaka bağımsız bir ulusun çocuğu olmam gerekir.”
...
“İnsan, bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar,bütün dünya uluslarının erinç ve gönencini de düşünmeli; kendi ulusunun mutluluğuna ne kadar önem veriyorsa,bütün öbür ulusların mutluluğu için de elinden geldiği kadar çalışmalıdır.”
...
“Azınlık, çoğunluğun bilgisizliğinde çıkar ararsa, genel yıkım kesindir. Şimdiye dek izlenen yöntem ne yazık ki azınlığın çıkarlarını gözetmeye yönelikti. Ulus, ülke beş on kişinin mutluluk ve zenginliği için, beş on kişinin zevki ve eğlencesi yüzünden bu duruma düşmüştür.”
...
“En önemli Kurtuluş İlkesi, halkın örgütlenmesidir.Örgütlenmeyen bir halk saray karşısında, sömürgeciler karşısında yenilir, ezilir.Öyleyse genç aydınlar!halkın önüne düşeceksiniz! Ulusal bilincin ateşini yakacak,Türk halkını, Bağımsızlık Savaşımız doğrultusunda örgütleyip birleştireceksiniz.Bu örgütlenmenin sonunda nereye varacağız? Bunun sonunda, halkın yüzyıllardır özlediği Halk Devleti’ne giden yola çıkacağız. Bu halk hareketini ulusal bir devlet hâline getireceğiz. Kırşehir gülü gibi toprağa, halka bağlı yeni Türk Devleti’ni yaratacağız.”

Benzersiz hekim uygulanacak reçeteyi daha yüzyılın başında yazmış; uygulayıp düzlüğe çıkmak genç-yaşlı , ilerici, Atatürk’çü olduğunu söyleyen hepimize düşüyor.

Aslında bütün bu konuştuklarımızı güzelim bir Anadolu deyimi eksiksiz özetliyor: helâl ya da çiğ süt emmek.
Bütün iş, bu deyimi anlayıp açıklarken kullanacağınız terim ve kavramları Olypos’tan mı, yoksa enerji biliminden mi alacağınızda.
Enerji bilimini kılavuz edineceksiniz, helâl sütü ancak ırzına geçilmeden, sevgiyle, sevecenlikle gebe bırakılan;hem gebeliği sırasında, hem çocuk doğduktan sonra aynı sevgi ve özenle korunup kollanan; mutlu edildiği için yavrusunu seve seve emziren kadının verebileceğini kendiliğinden bilirsiniz.
Buna göre, gelmiş geçmiş toplum önderleri içinde yalnız Atatürk ile Castro’nun bu sütten emmiş olduklarını; geri kalanların ne yazık ki çiğ süt emip çip çiğ kaldıklarını görüp dile getirmeye razı olmamız gerekir.
*
Epsilon Yayınevi Ayşe Türkmen’nin David Unaipon’dan çevirdiği Aborijin Efsaneleri’ni gönderdi.
Kendisi de bu halkın çocuğu olan Unaipon, 1920’de Avustralya’da yaşayan çeşitli kabileleri dolaşıp söylence ve masalları derlemeye başlamış, 1927’de ilk kez yayınlamış.
Yerküre üzerindeki çıplak maymunların, insanların temel yapıları ve özellikleri bir olduğundan, Anadolu halkları gibi, Unaipon da hiç yadırgamayacağımız sözler ediyor:
İnsan doğası aynıdır, ulusu, dili, dini ne olursa olsun, Avustralyalı Aborijin için de, beyaz, kahverengi ya da sarı insan için değişen bir şey yoktur...”
“Bilmelisiniz ki, bencil insan mutlu değildir, çünkü yalnız kendini düşünür.Mutluluk, kendini unutup başkalarını düşünmekle gelir. Hırs, acı ve korkunun nedeni, kendini fazla düşünmektir.”
Epsilon’un Toplumlar ve İnsanlar dizisinden daha önce de söz etmiştim; bu dizide ilginizi çekecek, sizi zenginleştirecek yapıtlar bulacağınıza kuşku yok.
*
Pazar günü sevgili Hüseyin Alemdar arayıp geldi, her zamanki sevinci, coşkusuyla; elinde dört dergi: Şiir Ülkesi’nin dört sayısı.
Parlak kâğıda basılmış, başkan sona şiirle ilgili yazılara ve şiirlere ayrılmış bir yayın; Bedrettin Aykın önayak olmuş doğup yaşamasına; Hüseyin’in da aralarında bulunduğu bir kurul oluşturuyor.
Sevgili dostlarımdan Orhan Alkaya, ilk sayfadaki Yalnızlık Arayışı adlı şiirinde demiş ki:
gözümde büyüyen bir hayata büyüdüm
yaş aldım, üstlendim, korkarım eskisi
hay allah! eskisi kadar atik değilim...

Küresel yağma ve yozlaşmaya karşın, evrenin harcında varolan güzeli arama, bulunca dile getirme tutkusu, coşkusu sürüyor, evrene şükür!
*
Adam Sanat okurları içinde, Hasan Özen’in Baro Han’ın tepesindeki Çatı’sını bilen çoktur sanırım; özellikle 80-90 arasında, ne çok olaya, kutlamaya, toplantıya yuvalık yapmıştı!
Derken, bilemediğim nedenlerle oradan atılmak istendi,Hasan da direnmeyip çıktı.
İyi ki çıkmış; sevgili dostum, Barış Dâvâsı kurbanlarından, Orhan Apaydın’ın adını taşıyan sokakta,ama bu kez zemin katta, bir sokaktan öbürüne uzanan, bir pasajın göbeğine dek uzandığı yeni bir yer açtı: Çatı Pasaj.
Geçen akşam, onunla ilişkiyi kesmemiş bir avuç dostunu topladı; ülkemizde tango deyince ilk dile gelen Ümit İris-Seval ikilisinin dans gösterisiyle kucakladı.
Yeni yuvanın bezemi, eskiden üst üste yığılı duran resimlerin duvarlara rahatça serpiştirilmesi,tavanların yüksekliği, her şey iç açıcı.
Yaşa Hasan’cığım!
*
Gitarcı Cem Duruöz’den bir ileti aldım, Sanatçıların Uluslararası Özel Ödül Gösterisi çerçevesinde, 12 Nisan 2004’TED, Carnegie Hall’de bir dinleti verecekmiş. İletiye , Centaur’un bastığı iki diskinin resimlerini de eklemiş : Contemporary Music for guitar” ile “ Pièces de Viole:Marin Marais”. Ne mutlu!Yolu açık olsun!
*
Aslında bize ve bütün geri bıraktırılmışlara yaşatılan o kadar açık seçik ki, iletişim araçlarının yağdırıp yığınları koşullan yalan yağmuru olmasa, hemen görülecek.
Yine Metin Aydoğan’ın hepimiz için, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye adlı çalışmasında derlediği iki bilgiyi aktarayım, yeter:
“Nüfusun en varlıklı %3’ü, ulusal gelirin %30’unu; en yoksul %20’siyse ancak %4,9’unu alıyor; en yoksul kesimle en varlıklı arasındaki tam 48 kat gelir ayrımı var; işsizlik %26; halkın %21’i yoksulluk sınırı altında yaşıyor.”
İMF’nin, başka bir deyişle başta ABD, bütün G 8’lerin dayatmasıyla uygulanan ünlü özelleştirme’yle ilgili de birkaç sayı veriyor Aydoğan:
“Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Özelleştirme Yüksek Kurulu’na sunduğu rapora göre, 1986’dan beri yapılan bütün özelleştirmelerden, giderler çıktıktan sonra devletin elde ettiği gelir, yalnız 200 milyon dolardır.
13 yıl boyunca satılan onca KİT’ten elde edilen 200 milyon dolarlık gelir,özelleştirmenin hazineye hiçbir katkıda bulunmadığını gösterir. Çünkü yeniden kurulmaları 35 milyar dolara patlayacağı hesaplanan KİT’ler 4,8 dolara satılmış, bu satışlar için 4,6 milyar dolar ‘harcandığı’ bildirilmiştir.”
Tıpkı belli aralıklarla sökülüp yeniden yapılan yollar, kaldırımlar gibi, YAĞMANIN boyutuna bakın!
*
Küresel soygun, tüm yaşamımız gibi, İstanbul Müzik Şenliği’ni değiştirdi elbet.
Bu yıl 31. düzenlenen şenliğe, ne mutlu ki, ilk gününden beri gidenlerden biriyim; ama yavaş yavaş kendimi dışlanmış duyumsuyorum: hem izlencenin içeriğiyle, hem bilet giderleriyle, hem yeni dinleyici değil, izleyicilerin niteliğiyle.
9 Haziran akşamı, Aya İrini’de, Covent Garden Krallık Operası Solistleri’nin dinletisi vardı; önce Norveçli besteci Svendsen’in “La majör Yaylı Çalgılar Beşlisi”ni yorumladı.
Topluluk gerçekten işinin ustası yorumculardan oluşmuş; seçtikleri yapıt da çok çarpıcı; gel gör beni küreselleşme neyledi, izleyiciler tam televole çocukları: ellerinde yapıtın kaç bölüm olduğunu gösteren izlence, her ara bölümde alkışı bastılar. Yorumcular ilkin bakıştılar sonra gülüştüler, sonra çalmayı sürdürdüler; biz de dinlemeyi.
Üstelik Aya İrini gibi bir tapınakta, müziğin büyüsü çoktu uçup gitmiş; geriye yalnız dinleti öncesi atıştırıp yuvarlanan yemekler içkiler, edilen boş lâflar, daha sonra aktarılacak dedikodular kalmış!
31 yıl boyunca, sağolsunlar Aydın Gün’le Zeliha Kaya’nın incelikleri bizi hep alt katta, ön sıralarda oturtmuştu; bu kez balkona düştük Nilgün’le. Aman, iyi ki düştük! Şimdiye dek dinlediğimiz en temiz sesleri orada tattık. Meğer kilesinin kubbeleri eksiksiz yalnız oraya gönderiyormuş o güzelim notaları!
İkinci yapıt, gerek insan sesinde, gerek çalgılarda , bence, Mozart gibi, en tadına doyulmaz uyumları yakalamış olan Schubert’indi; üstelik sekizliye nefesliler katılmıştı. Bestecinin ölümünden sonra basılmış “D803” sayılı sekizli sözün tam anlamıyla kusursuz bir başyapıttı. Yorumcular onu büyük bir incelik ve ustalıkla yansıttılar bize – aynı bilgisiz, dolayısıyla saygısız alkışlar arasında.
Belki de tüm öğeler insanların yavaş yavaş toplumsal alandan kaçmaları, evlerine kapanmaları, yağmayı görüp ses çıkarmamaları, televizyonun ya da müzik aygıtlarının sağladığı dinletilerle yetinmeye razı olmaları için elbirliği ediyor: boş kalan alanda, hani şu resmi sayılara göre hepimizden 48 kat daha çok kazanan – bence bu 48 bin kattır – görgüsüzler diledikleri gibi tepinsinler diye bizim gibi karaçalıları temizliyor! Peki, tamam!
Neyse ki, hemen ertesi akşam yine aynı yerdeki bir dinleti müziği de, bizi de yerli yerimize oturttu: Tokyo Yaylı Çalgılar Dörtlüsü.
Martin Beaver, Kikuei İkeda,Kazuhide İsomura ve Clive Greensmitht’ten oluşan dörtlü, önce Schubert’in Rosamunde’sini, ardından Touver’ın Anı Dörtlüsü’sünü, son olarak da, bence oda müziğinin en çarpıcı yapıtlarından, Beethoven’in Opus 59/l. Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’sünü yorumladı.
Yapıtlar gibi yorumcular da sıradışıydı; ama akşamı asıl unutulmaz kılan, topluluğun şenliğe getirilmesine katkıda bulunan TSKB’nin konuklarıydı; Covent Garden Solistleri’nin gelişine yardım eden kurumun tersine, bu kuruluşun konukları seyirci değil, gerçekten dinleyici’ydiler: bütün bölümleri, çıt çıkarmadan, tam içinde bulunduğumuz tapınağa yakışır biçimde dinlediler. Böylece, sanatın büyüsüne kendimizi bırakabildik.
Nilgün’le, daha CRR, Nurettin Sözen’in Belediye Başkanlığı’ndan ayrılmasıyla kılık değiştirmeye başladığı an önce söze dökmeden, gizli gizli duyduğumuz korku, işte artık karabasan gibi çökmüş durumda hem ülkemizin,hem bütün dünyanın başına: sanat asıl, arıtıcı tapınma olmaktan çıktı, gösteriye, eğlenceye dönüştü.
Arte’de, Mezzo’da, Klasik Müzik kanalında , inanılmaz derecede görkemli salonlarda,stadyumlardaki kalabalıklara taş çıkartan seyirciler önünde allı pullu, balonlu, konfetili gösteriler aktarılıyor.
Bu geniş çaplı çürümeden geri dönebilecek miyiz, dönebilir miyiz dersiniz?
Hadi her zamanki öğüdü bu kez kendime vereyim: canım çıkmadan umut kesemem!


Adam Sanat, Ağustos 2003, s.211.