1 Temmuz 2003 Salı

IŞIK,BİRAZ DAHA IŞIK

Gözünün önündekini görebilen, bence daha da önemlisi dile getirebilme yürekliğini gösterebilenlerden Metin Aydoğan’ın Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma adlı yapıtından daha önce sözetmiştim.
Bu sayısı az insanların içinde Yılmaz Dikbaş da varmış.
Dikbaş, soyadının hakkını verenlerden; Sümerbank adına (hey gidi canım Sümerbank hey! vah zavallı ülkem vah!), İngiltere’de dokuma ve kimya okuyup mühendis olmuş; dönüşünde önce Sümerbank’ın Bursa Merinos Yünlü İşleyim Kurumu’nda, sonra özel kesimde çalışmış.Beş yıldır da TMMOB’de, Kimya Mühendisleri Odası’nın Antalya ili temsilcisi.
Erol Manisalı gibi, o da para dünyasının çarklarını yakından tanıyanlardan; tanıyan çok da, dönen dolapları dile getirebilen az: büyük çoğunluk o çarklardan yağ sızdırmayı seçmiş.
Yılmaz Dikbaş, onlardan değil; bilinçli bir birey olarak, yaşamsal çıkarının hemen yanıbaşındaki ögelerin, başta canlı varlıklar, bütün tamamlayıcı birimlerin sağlıklı işleyişine bağlı olduğunu unutmayanlardan. Dolayısıyla, Metin Aydoğan gibi , hani şu uygar ve kalkınmış(?!) olduğu öne sürülen –daha doğrusu kendilerinin öne sürüp bütün dünyaya yutturdukları –ülkelerin eskiden ordularla yürüttükleri sömürünün şimdi nasıl İMF, Dünya Bankası gibi aracı kuruluşlarca , üstelik çok daha amansız olarak yürütüldüğünü biliyor ve ayrıntılarıyla, belgeleriyle açıklıyor Amerika’nın Irak Yalanları’nda.
Manisalı’nın Türkiye-Avrupa İlişkileri’nde ‘Sessiz Darbe’si gibi, Dikbaş da bu çalışmasında, aslında, yoktan bir şey uydurmamış; varolanı, söyleneni, yazılanı, sayısız kez yineleneni gözümüzün önüne getirmiş, çekidüzen vermiş.
Daha kitabın başında, Amerikan yönetiminin dün ya da bugün işbaşındaki üst yöneticilerinin, teker teker adlarını sıralayarak, petrol kuruluşlarıyla nasıl iç içe olduklarını; geçmişte oralarda yöneticilik yaptıklarını; ortak olduklarını anımsatmış.
Bu belge bile, başımıza örülen savaş çoraplarının hangi gerekçelere dayandığını, kimler tarafından örülmek, sökülürse yamanmak istendiğini açıkça gösteriyor: elbet can gözünüz ortalıkta dolaşan, büyük çoğunluğun bayıldığı haber (?) bolluğuyla körleştirilmemişse! Adı üstünde iletişim ağı (internet): yâni düpedüz AĞ; sıkıysa yakalanmayın; yakalandınızsa, hadi buyrun kurtulun!
Aslında sorun Türkiye’yle sınırlı değil elbet: buyurucuların –başta ABD- yeni paylaşım savaşında yerkürede gözlerini – kör olasıca gözlerini- diktikleri bütün kaynakları ve o kaynakların bulunduğu ülkeleri kapsıyor.
Ama işin acıklı yanı, yanıltıcı haber bolluğu herkesin kafasını öylesine kıskaç altına almış ki, bu paylaşımdan en küçük bir pay almayacak, alamayacak olanlar bile , ağızlarından salyalar akıtan sömürücülerin ardına takılmış; öbür yutulacaklarla iş ve elbirliği yapmaya yanaşmıyor; bırakın yanaşmayı, sözü edilince, tüyleri diken diken oluyor.
Henri Laborit, Payel Yayınları’nda Türkçeleri de bulunan kitaplarında, boşu boşuna haykırıyor yıllardır, tıpkı Aydoğan’lar, Manisalı’lar, Dikbaş’lar gibi: uygarlığı yeniden tanımlama zamanı geldi geçiyor! Evrenin yerküreye bağışladığı temel enerjiyi eskisi gibi har vurup harman savuramaz; tüketim için tüketim ve üretimi baştacı edemezsiniz, diye.
Başta Kutsal Kitap’lar, kendisine gerekli –aslında doğruca ölüme götüren –bütün koşullandırma dizgesini ve araçlarını yaratmış olan ataerkil düzensizlik şimdilik bu çığlıkların işitilmesini önledi, önlüyor; dileyelim çok geç olmadan ayılsın insan kardeşlerimiz!

*

Savaş çığlıkları arasında, iki soylu yorumcudan, Naile Akıncı ile Aydemir Atalay’dan sergi çağrıları ve birer kitapçık aldım.
Naile Hanım, yaşının bütün olgunluğuyla, alçakgönüllü arayışını sürdürüyor; son çalışmalarını Evin’in galerisinde sergiledi; eski dostlarımdan Neyran Kursan’dan, inanılmaz bir beceriklilikle sevgili kızı Sibel’in bulup yolladığı Béjart’ın son çalışması Işık’ın kasetini almaya gittiğimde gezebildim sergiyi.
Aydemir Atalay’ı geçen yıl MR’deki sergisinde tanımıştım; bu dürüst ve yetenekli Anadolu çocuğu, büyük bir talih sonucu alabildiği temel eğitimi gerektiği gibi özümsemiş; çok çarpıcı kır, köy görünümleri çizip boyuyor.Sergisi, şu karlı buzlu günlerde, epey sapa bir yerde açıldı; daha yakında açılacak sergilerini özlemle bekleyeceğim.

*

Adını anamayacağım tombul bir Amerikalı, bir Amerikalıya göre başarı sayılabilecek bir iş becermiş: Benim Cici Silâhım’ı çekmiş.
Film , başta petrol ve silâh işleyimine ortak yöneticileri, her türlü iletişim aracının 24 saat yalan habere boğduğu halkın, Avrupa’dan o güzelim anakarayı yağmalamaya, orada yaşayan uygar kızılderililerin soyunu kurutmaya geldikleri günlerden kalma timsaha özgü korku ve güdüleri gıdıklanarak tepeden tırnağa silâhlandırılmasını işliyor; ancak, bekleneceği üzere, doğrunun yalnız küçük bir parçasını ele alarak; asıl sorumluların yalnız adlarını iki üç kez andıktan sonra, gözüne kestirdiği , sözün gerçek anlamında tek dişi kalmış canavara dönüşmüş bir ırkçı-buyurganı, bir zamanların sığırtmaç filmlerinin baş oyuncusu Charlton Heston’u hedef tahtasına yerleştirerek çok acıtmayan bir söyleme başvuruyor.
Alınan ve evlerde sere serpe saklanan silâhları kapıp okullarına gelen çocukların taradığı öğrencilerden ikisini buluyorlar; biri iskemleye çakılmış ömürlük; öbürü gövdesinde alınamamış kurşunlar taşıyor. Bu iki çocukla, o kurşunları ve bir sürü silâhı üreten kuruluşa gidiyorlar, sözümona hesap soracaklar; yetkili kimse gelmiyor, yarı yetkili bir yazman hanım geliyor, eveleyip geveliyor. Gidip bir daha geliyorlar; ve sonunda, büyük bir utkuya (!) kavuşuyorlar: kuruluş, bilmem kaç milimetre çapındaki mermilerin üretimini durdurmayı kararlaştırmış.
Oysa aynı ilde, az ilerde, ünlü bir uçak yapımevi, anakaralar arası füze üretimini çok büyük övünçle sürdürüyor!
Yaşasın sivil toplum kuruluşları ve bize armağan edecekleri anlı şanlı utkular!


*

En iyisi ben size Bejart’ın son balesinden sözedeyim.
Büyük usta, Işık adını verdiği yapıtı geçen yıl Lausanne’da tasarlayıp sahneye koymuş; özellikle , çok sevdiği Barbara ile Brel’in şarkılarına, bir de Bach’ın yapıtlarına dayandırmış baleyi.
Bu yapıtı tasarlayıp sahneye koyarken tam 75 yaşında.
Filmin sonunda, ailesinin Bim diye seslendiği Maurice Berger’yi annesiyle, kız kardeşiyle kırlarda yemek yerken, atlayıp sıçrarken görüyoruz: yerinde duramıyor.
Babası ünlü düşünür ve öğretim üyesi Gaston Berger, dansçı olmayı seçtiğinde diyor ki:Tamam, hiçbir şey demem elbet; ama bu işi iyi yapmanı isterim; bir de, sana hiç yardım etmeyeceğimi unutma.
Bim bu sözü öyle ciddiye alıyor ki, şimdi, bence, yurttaşı, kentdaşı Roland Petit’yle birlikte, çağımızın en büyük iki yaratıcı-yorumcusundan biri o.
Bale gibi gösteri sanatları sözle anlatılmıyor elbet; keşke, daha önce de belirttiğim gibi , bu yazılar görüntülü olabilseydi de, kaseti size gösterirken söyleyebilseydim bunları.
Üzerimde sinemanın en az bale kadar etkisi oldu, diyor bir yerde; nitekim, bale de öyle tasarlanmış: sinema sanatıyla bale sanatı iç içe; ışık’ın bütün biçimleri, bütün türevleri kullanılmış.
Sinema deyince, bu sanatı sezip insanların önüne getiren iki yetenekli kardeş, Lumière’(Işık)ler atlanabilir mi? Béjart zaten benim tanıdığım en tutarlı, dolayısıyla en alçakgönüllü insanlardan biri; dedi ki filmi çekene: burada yaratmadan, yaratı’dan söz edemeyiz; yaratmada, yoktan bir şey çıkarma vardır; bense, zaten varolanlara düzen veriyorum; dolayısıyla düzenleyiciyim.
Bundan daha dürüst, doğru, alçakgönüllü söz olur mu?
Henri Laborit de, aynı anlayışla: evrendeki her şey çeviridir, der: yani, evrensel enerjinin bir kılıktan öbürüne çevrilmesi, dönüştürülmesi.
Gürdüğünüz gibi, bu iki şaşkın da, para kazanmaktan, savaş kazanmaktan, doğal ya da yapay bütün kaynaklara elkoymaktan sözetmiyorlar! Zavallı düşçüler!
Béjart, İran’ın Batılı sömürücülerce mollalara teslim edilmesinden önce, bu ülkede bir çalışma yapmış 30-40 yıl önce; Sâdi’nin Gülistan’ından esinlenmiş; bu yapıtta da, Barbara ile Brel gülle ilgili, gülün çok çarpıcı biçimde simgelediği sevi’yle ilgili şarkılar söylediler; gül elden ele, dudaktan dudağa dolaştı.
Gerçek bir şölen!
Demokritos, Sibel aracılığıyla bize bu balenin sahneye konmuş biçimini de ulaştırır belki.
Bilirsiniz Goethe’nin ünlü sözünü, hem de ölürken söylediği: Işık, biraz daha ışık.
Bütün çalışma arkadaşlarının seslenişiyle, Maurice, canım Marurice bunu şöyle değiştirmiş; ölüm günümde gençlere,biraz daha dans, daha çok dans demek isterdim.
Ah gözümün bebeği! Bence de; ömrün uzun olsun; bize bu unutulmaz, doyulmaz şölenlerden biraz daha tattır!

*

Bugün boyalı gazetelerden birinin adının bile üstüne yerleştirdiği haber:Lara’nın ihtiharında öğretmenlere ihtar!
Anımsayacaksınız, ayrıcalıklı okullarımızdan birinde okuyan gencecik bir fidan, köprüden atıvermişti kendini.
MEB soruşturma açmış, okulun 4 yöneticisi ile 2 öğretmeni kusurlu bulunmuş ve uyarılmaları kararlaştırılmış!!!!
Televolenin ta kendisi!
Körpecik bir genç uyuşturucuya neden dadanır? Neden yaşamın baharında kendi canına kıyar? Ne iletişim örgenlerini ilgilendirir bu sorular; ne de gençleri eğitmesi, Fakir Baykurt’un kusursuz saptamasıyla, onlara mutlu olmayı öğretmesi gereken MEB’nı!
Ya da daha doğrusunu söyleyelim: bu iki kurum da, onları döndürenler de kendileri bilmez ki su soruların yanıtlarını.
Bütün işlev ve etkinliklerinizi canlı varlık olarak varolmak, yaşamak için değil de, yemek, durmadan tüketmek, bu tüketimden ,yaşam açısından hiçbir önem taşımaması gereken paracıkları kazanmak için yaparsanız; gençleri de bu amaca yönlendirirseniz, başınıza gelenler, sözümona sevdiğiniz yavrularınızın başına gelenler, gelecek olanlar sizi ilgilendirmez, ilgilendiremez: sorumluluklarınızı görmemek, unutmak için,karanlıkta ıslık çalanlar gibi, işte böyle boş işler ve sözlerle ömrünüzü geçirirsiniz!
Küreselleşmenin –doğru söyleyişle, anamalın bütün dünyaya elkoymasının küreselleştirilmesiyle –gelinen nokta bu; bundan sonrası, ya titreyip evrensel özümüze dönme, ya da inleye inleye, sürüne sürüne geberme!
Buyrun, seçim bizim!
Ah, ah! Işık, biraz daha ışık! Ya da, bilgi, biraz daha, çok çok daha fazla doğru bilgi!




Adam Sanat, Nisan 2003, s.207

AMANSIZ TÜRK DÜŞMANLIĞI

Sevgili dostum Nurten Karaçivi, geçen gün beklemediğim bir haz yaşattı hepimize:”Kuzgun”.
Yönetimini ve çekimöyküsünü kendisi üstlenmiş, görüntüleri Hüseyin Özşahin çekmiş,kurgu Tonguç Yaşar’ın; üstün beğenili müziği kime borçlu olduğumuzu filmde belirtmişti, ama çağrıya yazmamış.
Uzun süredir, ele alınan kişiye bu kadar yakışan bir yapıt görmemiştim.
Tanımış olanlar, yapıtlarını görenler Kuzgun Acar’ın üstünyeteneğini bilirler.
Demiş ki yanardağ enerjili, coşkulu, güleryüzlü dostum:
Heykel öyle de yapsan olur böyle de.. Taştan mermerden oyarsın,çividen demirden dökersin, çanak çömlekten bükersin, hepsi olur...Tepe noktaya bir yere koyarsın süs olur,fırlatıp atarsın çöp olur (nitekim, canım dostum gidince, hoyratlar, güzelim yapıtlarının çoğunu çöpe attılar... sanki kendileri bir gün iz bile bırakmadan çürüyüp gitmeyecekmiş gibi!), ama bir işe yaradı mı, o zaman öpülesi, okşanası güzel olur...
Yaşa Nurten!
*
Nedir en zor şey? görmek, gözünün önündekini.
Aslında, çalışkan, yetenekli kardeşlerimiz bize gözümüzün önündekini göstermekten başka şey yapmazlar.
Müdafaa-i Hukuk’un 56. sayısında, Metin Aydoğan bir kez daha bu işi yapmış: bir dizi yapıtı inceleyip bugüne dek el üstünde tuttuğumuz en ünlü kişilerin bile ne kadar acımasız Türk düşmanı olduklarını gösteren kanıtları kendi ağızlarından aktarmış.
Kimler yok aralarında? Marx’la Engels’ten tutun, Voltaire’e, Hugo’ya dek herkes.
Hugo: Bu kahraman küçük ulusun çırpınışı ne zaman sona erecek?Sırbistan’da yaşananlar, Avrupa Birleşik Devletleri’nin gerekliliğini gösteriyor.(Ne acıklı güldürü değil mi? Sırbistan’ı üç gün önce bombalayıp yerle bir edenler işte bu AB’nin uygar (?) uluslarıydı)Bu katil imparatorluktan yakamızı kurtaralım. Bağnazlığı ve zorbalığı susturalım! Elde kılıç dolaşan boş inançları,dogmaları etkisiz hâle getirelim. Savaş, kıyım, boğazlaşma ortadan kalksın,özgür düşünce, serbest ticaret, kardeşlik olsun; barış bu kadar zor mu?
Hugo bunları 1876’da yazmış; geldik 2003’e, değişen tek şey, kıyım araçlarının daha amansızlaşması.
Avrupa’daki Türk egemenliği için ayaktakımı egemenliği diyen Engels bakın nasıl sürdürüyor sözünü: Bu varlık er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel topraklarının ayaktakımının egemenliğinden kurtarılacaktır...Avrupa Türkiye’sinden Yunan ve Slav kentsoylu sınıfının etki ve zenginliği sürekli artmakta, Türkler her geçen gün gerilmektedir.Zaten Türkler devleti ve asker gücünü ellerinde tutmasalardı (biliyorsunuz,bu iki örgüt de ancak zorbalıkla, barbarlıkla kurulup ayakta tutulabilir!) çoktan yok olup giderlerdi. Türklerin sahip oldukları, uygarlığı engelleyen bu tekel ve güç, artık güçsüzlüğe dönüşecektir. İşin doğrusu, Türklerin ortadan kaldırılmaları gerekir.
Marx yoldaşından geri kalır mı? İstanbul,Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi, bu köprüden geçmeden dünyanın çevresinde dönemez.Dünyanın çevresinde dönebilmek içinse, Rusya’yla savaşmadan, bu köprüden geçemez.Sultan,devrim gelene dek, İstanbul’u geçici olarak elinde tutmaktadır.Avrupa’daki şimdiki sözde erk sahipleri,devrimle yüz yüze gelene dek,bu sorunu sürüncemede bırakmaktan başka bir şey yapmayacaklar.Batı’nın Roma’sını yıkacak olan devrim,Doğu’nun Roma’sının şeytanca etkisinin de üstesinden gelecektir.
Sağ olsun, Metin Aydoğan, sabırla birçok yapıtı tarayıp bu değerli alıntıları önümüze sermiş.
Bu bölümü, Atatürk aydınlığında yurdumuza gelip öğretim üyeliği yapmış ünlü bir bilim adamının gerçekçi gözlemiyle bitireyim; diyor ki Fritz Neumark: İçtenlikle itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez, sevmesi de olanaksızdır. Türk ve İslam düşmanlığı, yüzyıllardır, Hıristiyanların ve kilesinin gözelerine işlemiştir. Türkler pek ayrımında değildirler, ama Avrupalılar şu gerçeği iyi bilir: Türkler çıkarılıp atılsa, ortada tarih diye bir şey kalmaz.
Avrupalı, Amerikalı bu olguyu neden kabul edip ona saygı duysun? Atatürk’ün o güzelim öğüdünü tutup yeterince çalıştıktan sonra, övünüp güvenmeyi uzun süredir unutmuş, unutturulmuş kimi Türkler yukarıda andığımız sözlerin çok daha beterlerini her gün, her saniye yineleyip bunlara katılmayanları tepelemeye kalktıktan sonra.
Neyse, son can çıkmadan umut kesemeyiz.
*
Sesiyle, piyanosuyla ezgi evrenimin en soylu kişilerinden Nina Simone da sonunda yorulup gitmiş.
Tutarlılık’ı bütün erdemlerin toplamı sayarım ya, Simone da ender tutarlılık anıtlarından biriydi; o yüzden daha ilk notasını işittiğimde alır beni yücelere uçururdu. Ben bu kılıkta varolacağım sürece , ne zaman ona sığınsam, böyle yıkanıp arınacağım.
*
Annem, yaz ortası harman telaşında, kazan dolusu aşure yapmış. Güle oynaya,sabahtan akşama yedik. Sen , elinde kepçe,alabildiğine hoşnut, ard ıardına sordun anneme:
- Ne bildin ma? Benim aşureyi çok sevdiğimi nerden bildin?
Güldü annem:
- Bildiğim filan yok oğlum! Ben, hangi mevsimde olursa olsun,evde azı kalmış ne varsa birleştirir,aşure yaparım, ya da çorba...
Anlattım:
- Tüm sülalem, kim bilir ne zamandan beri, toprakla boğuşur. Aralarında bir ikisi devlet memurluğuna tutunmuş da olsalar;karınlarını, toprağı işleyerek, yanı sıra boy boy hayvan besleyerek doyururlar. Eskiden ormandan kök kazar, temizlenen alanı tarım toprağına eklerlerdi.Şimdilerde meyve ağacına ve kavak yetiştirmeye verdiler ağırlığı...
Bize göre annem, onların içinde en has çiftçiydi.
Onun toprağa verdiği değerle, İkinci Dünya Savaşını, hemen hemen hiç duyumsamadan geçirdik. Çok çalışırdı annem, yorulmak nedir bilmez sanırdık; babamı, altı çocuğunu, hayvanlarımızı, az ama verimli, çok sevgili toprağımızı çeker çevirirdi. Gurbette okuyanlarımıza, babamın köy öğretmenliği aylığı yeterdi yetmezdi;ama annemin canı, karasabanın ucunda, alınteriyle büyüttü bizi.
Gece oldu mu, hâlini görür, nasıl acırdık ona; sürünerek vardığı yatağında kollarını nere koyacağını bilemez,döner çırpınır,uykusu koyuluncaya dek inilderdi de, tek sözcük bile yakındığını işitmezdik ağzından.En küçüğümüzü koynunda uyuturdu; kendisi uyurken, yumurcak elleriyle gömleğini aralar, memelerini bulur, görülür bir hazla emer, emerdi. Kandil ışığında seyrederdik, doyulmaz bir görünümdü bizim için.
Sabah, dipdiri olurdu; son kez emzirir, Azime Ninemin kollarına bırakıverirdi kardeşimizi. O ara, ne yapıp etmiş, evin işlerini bitirmiş olurdu. Yüzünden hiç eksik etmediği gülüşüyle, hepimize şöyle bir bakar, hadi eyvallah! derdi.Akşama görüşürüz, her şey yerli yerinde olsun! demekti bu. Mandamızı öküzümüzü zincirlerinden salar,katır duruşlu eşeğimize biner, ova yoluna doğrulurdu. Yaz kış çalışırdı annem, çok çalışmayı ondan öğrendik. El emeğine, kol gücüne çok önem verirdi. Dik bir duruşa, ödünsüz bir aile yönetimine, doğayla iç içe değişik bir şiirselliğe, çiçeklere,mevsimlerin inceliklerine ve çocuklara karşı inanılmaz bir duygusallığa, an an yaşadığı, hiç gizlemediği coşkulara, hele kendi emeğiyle edindiği öteberiye karşı şaşılası bir düşkünlüğe dayanırdı onun dünyası. Bu yaşa geldi, hâlâ, hasat vakti harman yerinin güzelliğine, sürülmüş tarlaların kokusuna, baharda fidanlara tek tek yürüyen cansuyuna, nice ıssızlığı şenlik yerine döndüren türkülere vurgundur, vazgeçemez!
Diyeceğim; yaşama sevinci özünden taşar onun;hâlâ çok... ve türlü türlü üretir, güz geldi mi dolar taşar evimiz!
Bu satırları, canım dostum Azime Korkmazgil’in, Hasan Hüseyin’e yaktığı sevdalı Gökmavisi Bir Türkü’nün ikinci cildinden aldım.
Belki kendinize bir armağan vermek istersiniz diye.
*

Doku’daki Mustafa Ayaz sergisine gittiğimde baktım, uzun süredir Ankara’daki galeriyi bırakıp gelemeyen dostum Mehmet Kıyat orada.
Daha geçen yıl imzalayıp bıraktığı, ma koşuşma arasında unutulmuş son kitabı Kasırga’yı getirdi koşarak; bu kitapta 1997-2001 arasındaki şiirlerini toplamış.
Oktay Şimşek’in Papirüs yayınlarıysa, bir başka çalışkan, üretken dostumun, Zehra İpşiroğlu’nun son yapıtını basmış: Gençler için Nâzım Hikmet’in Oyunları.
Nazımdın üç ünlü oyununu, Ferhat ile Şirin’i,İvan İvanoviç Var Mıydı Yok muydu’yu ve Tartüf'’ü ele almış; oyunlarla ilgili eleştirilerden, deneme yazılarından yararlanarak bu yapıtların nasıl yorumlandığını, nasıl yorumlanabileceğini ve bunlara bağlı bütün temel ekinsel sorunları irdelemiş. Çok dolu,çok yararlı bir çalışma, Zehra’nın bütün öbür işleri gibi.
Yaşa sevgili sevimli akıllı karınca!
*
Aylin Menderes’i düne dek tanımıyordum; dün bir iletisi geldi, tanıştık.
Almanya’da yaşayan, 32 yıldır gazetecilik, yazarlık, danışmanlık yapan Nazmi Kavasoğlu’nun Almanya Cumhurbaşkanı Ödülü’nü kazandığını, 18 Ekim’de alacağını haber veriyordu.
Nazmi Bey, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, Doğu ve Batı Toplumsal Demokrat Partilerinin birleştirilmesi; oralara sevgili Fazıl Hüsnü’nün unutulmaz şiirindeki gibi, çöpçü olmaya götürülmüş, ama şimdi – Avrupalının, genel olarak Batılının bütün önyargılarına, inatla hâlâ barbar sayma ve gösterme çabalarına karşın – yeteneklerini, çalışkanlıklarını kanıtlayıp hakkettikleri yeri söke söke almaya başlayan soydaşlarımızın bireysel ve kümesel haklarına hem kâğıt üstünde, hem uygulamada kavuşabilmeleri için aralıksız didinen güzel bir insan!
1985’de, dönemin Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker’den “Üstün Başarı Ödülü” almış.
Siyasetle azıcık ilgilenenlerin yakından tanıdıkları Willy Brandt, onun için: Kavasoğlu, sürüden ayrılıp kurdu kapan Türk’tür dermiş.
Bugünkü küresel soygun-yozlaşma-yozlaştırma fırtınası içinde, güzel, yararlı işler yapabilmek; ayrıca bunu, can gözleri kör, can kulakları sağır insan kardeşlerine kabul ettirebilmek ne denli zor biliyorsunuzdur ; ne mutlu Kavasoğlu’na! Bütün bunların üstesinden gelebilmiş. Yolu açık kalsın!
*
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden matematikçi dostum Yavuz Aksoy, öğretmenliğinin yanında, yazardır da; kendi uğraşıyla ilgili kitapların yanında, başka çalışmalar da yaptı, yapıyor.
Bunlardan Evren’den Atoma’yı yollayalı epey oldu. Adından anlayacağınız üzere, bilimsel temele dayalı deneme ve eleştiriler bunlar.
Mahlon B. Hoagland’ın Yaşamın Kökleri adlı kitabından şu satırları ödünç almış:
Bilim, içimizde ve çevremizde olup biteni açıklamaya çalışmaktır.Anlaşılmaz, karanlık, gizemli olanı, temel yasalar bulgulayarak açıklama, anlaşılır kılma işlemidir; dizginlenmiş meraktır. Merak, insanın en temel dürtülerinden biridir.
Ve Aksoy, şimdiye dek okuduğu bütün kitapların, çözdüğü bütün denklemlerin sonunda, Goethe’nin parmak bastığı güçlüğü aşıp gözünün önündekini görüp dile getiriyor:
İnsan, evrene göre bir atom; atoma göreyse bir evrendir.

Bu yıl 23 Nisan’da, çok sevindirici bir egemenlik armağanı aldık: Mahiye Morgül.
1950’de, Cumhuriyetimizin demokrasi aldatmacasına dönüştürüldüğü yıl Rize’de doğmuş; öğretmenlik, müzik ve müzik eğitimi okumuş. 68’de küresel yozlaştırma’dan okkalı bir pay almaya başlayan yurdumuzun ayaklanan gençleri arasına katılmış, bundan dolayı hakkettiği gibi ödüllendirilmiş: Sevgi Soysal’la Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda yatmış.
Müziğin yanında tiyatroya da vurgun; hem kuramcı, hem uygulamacı, uygulayıcı: kitaplar yazmış, yazıyor; korolar oluşturmuş, oluşturuyor; besteler yapmış yapıyor; çeşitli dergilere yazılar, radyo ve televizyona izlenceler. Kısacası, gerçek bir yanardağ, bitmez tükenmez bir yaşama-yaşatma sevinci.
Dün, sanırım düzenli katkıda bulunduğu Öğretmen Dünyası’nın iki sayısıyla, Eğitimde Yaratıcı Dramaya Merhaba ile Müzik Nasıl Öğretilir’i alıp çok sevindik.
Müzik Nasıl Öğretilir’de, yine gözümüzün önünde duran doğrulardan birini dile getiriyor: Oynayarak!
Drama’nın sonlarına doğru, Eliel Zaaninen’den ödünç aldığı şu sözün doğruluğuna, güzelliğine bakın: Sanatı anlamak için, bütün sanatların kaynağı olan yaşamı anlamak, öğrenmek gerekir. Yaşamı ve sanatı anlayıp öğrenmek içinse, her şeyin temeline, doğaya eğilmek gereklidir.
Aslında bu, yaşamın, bütün eğitim öğretimlerin temeli olması gereken bir yöntemdi; ama sanırım sonunda özgür, bağımsız, bilinçli varlıklar oluşacağı; şimdiki sömürüye ve zorba yönetime olanak kalmayacağı için, yüzyıllarca önce yürürlükten kaldırılmış.
Mahiye, onu unutmayan, diriltmeye çalışanlardan. Mutluluğu sesine de, yüzüne de, ürünlerine de sinmiş . Ve işte bu nitelikleriyle geliverdi 23 Nisan Egemenlik Bayramı’nda.
*
Saura’nın üç büyük ustayı, Lorca, Dali ve Bunuel’i kıyma makinasından geçirdiği yapıttan söz etmiştim; dolayısıyla, daha önceki danslı filmlerinde bizi mutlu etmiş olmasına karşın, biraz çekinerek gittim Salome’ye.
Ama Carmen’deki, Kanlı Düğün’deki büyüyü burada da yakalayabilmiş; Aida Gomez’in hem tasarlayıp hem oynadığı danslar; giysiler, bezem, müzik, ışıklandırma yerli yerinde; görüntüleri aynalarla yansıtma, iç içe geçirme oyunları kararında ve çok etkili. Kızlı oğlanlı dansçılar soluk kesici .
Aksayan, beni tedirgin eden tek şey , öykü :Yirmi Birinci Yüzyılı yaşıyoruz, hâlâ binlerce yıllık çarpık, hastalıklı, hasta edici öyküler anlatıyoruz.
Oysa, Aida Gomez’in bir ara topluluğunda dansettiği Maurice Béjart’la Roland Petit, çok şükür, böyle yapmıyorlar: bir geçmiş zaman öyküsünü, sevdasını da anlatsalar, yapıtın sonunda insanın içindeki yaşama umudu, sevinci diri kalıyor; dahası, ölmüşse, diriliyor. Hele, Bolero, Bakthi gibi soyut yapıtlardan izleyiciye en küçük bir olumsuzluk, karamsarlık yansımıyor.
Böyle kafa kol kesilmeyen, sıradan, alçakgönüllü insanların sevisinin anlatıldığı güzelim balelere ne zaman varacağız acaba?
Neyse, Salome’nin de yalnız danslarını, inanılmaz biçimde kaynaştırılmış Doğu-Batı ezgilerini tadın; bu korkunç yoksulluk ve yoksunlukta, çok büyük armağan!
*
Müfide-Şadi Çalık çiftini, 1960’larda, eşsiz ustam Sabahattin Eyuboğlu’nun şimdi yerinde paralar uçuşan Maçka’daki ekin yuvasında tanıdım.
Müfide Hanımın toprağı pişirip boyamaya sevdası da aynı yıllarda başlamış; ne mutlu, hâlâ aynı tutkuyla sürüyor.
İş Bankası’nın Parmakkapı Galerisi’nde son çalışmalarını sergilemiş; duvar tabakları, çanaklar, küçük yontular.
Hepsinde kendine özgü renkler, biçimler; ve hepsinden önemlisi, tuttuğunu incitmeye çekinen bir incelik, özen.
Gittikçe enderleşen nitelikler. Eline, sevgine sağlık sevgili dostum.
*
Leylâ-Nevzat Metin çifti, Dolmabahçe Ekin Merkezi’ni, Bubi’nin yapıtlarıyla doldurdular; ve elbet kalınca bir kitabını basıp sanatseverlere sunarak.
Hallaç pamuğu gibi atılan-satılan şu dünyada doğrusu büyük armağan!

Adam Sanat, Temmuz 2003, s.210