1 Aralık 2003 Pazartesi

KİTAP FUARI

Beşiktaş’taki 4.Kitap Fuarı’nda ilk armağanı dostum Doğu Perinçek’ten aldım:Kaynak Yayınları’nın bastığı Aydın ve Kültür.
Ardından,Hadiye Bolluk’un yayına hazırladığı Kurtuluş Savaşının İdeolojisi:Hâkimiyet-i Millîye yazıları ile Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali geldi kitaplığımıza.
Kaynak Yayınları’nın şimdiye dek bastığı bütün kitaplar gibi,yurdumuzu,bağımsızlığımı korumak isteyen herkesin edinip okuması gereken değerli yapıtlar.
Papirüs yayınevi,Fuara üç yeni kitap yetiştirdi:ilki,Kemâl Özer’in “Gerçekçi Şiirde Yürüyüş” dizisinde yayınlanan Oğulları Öldürülen Analar’ı;ikinci kitap,Özkan Mert’in derleyip çevirdiği,İsveçli kadın ozanların sevi şiirleri,Elbet Acı Duyar Tomurcuklar;üçüncü kitapsa,Emin Eliçin’in Türkçeleştirdiği,Stefan Zweig’ın Freud ve Öğretisi.
Öner Yağcı çalışkan ve üretken bir insan;Kitap Fuarı’nda beş kitabını birden armağan etti;birincisi,Toplumsal Dönüşüm Yayınları’nın bastığı Umut İnsanda;sonra,Berfin Yayınları’nda çıkmış Nâzım Hikmet Aydınlığı;sonrakini yine Toplumsal Dönüşüm basmış,Savaş ve Edebiyat;Aydınlıklar Önümüzde’yi Etik-Us Yayınevi çıkarmış;büyük boyutlu sonuncu kitap Kültür Bakanlığı’nın “Cumhuriyet Kitapları” dizisinde basılmış,Cumhuriyet Dönemi Denemeler Seçkisi.
Sağ olsun,dostum Feridun Andaç,yönettiği”Dünya Kitapları”ndan bir demek gönderdi.Aralarında Demir Özlü’nün Şapka,Deniz Kıyısı ve Yüz’ü;Füsun Akatlı’nın Kültürsüzlüğümüzün Kışı;Şemsettin Ünlü’nün İsmet Paşa’nın Ağır Topları;Kemâl Demirel’in Piano Piano Bacaksız’ı;Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’ü;Oktay Akbal’ın Kanatlı Sözler Uçar mı?sı;Erhan Bener’in Bir Demet Mimoza’sı;Vedat Günyol’un Kendimce Denemeler’i var.
*
10 Ekim’de,Artisan’da,Avni Arbaş’ın yeni sergisini açtı Ertan Mestçi;gittiğimde Saim Bugay oradaydı.Ertan her zamankinden daha durgundu;nitekim,”Ertan’cığım,nerede müziğimiz?” diye sorduğumda,”Keyfim yok da!” yanıtını verdi,ama yine de müziğimizi koydu.
Saim’in, Avni Bey’in sağlığıyla ilgili sorusunu,kızının onunla ilgilenip ilgilenmediğine ilişkin olanını da yanıtlamadı.
Meğer,doğrusu bilmiyordum,ağır hastaymış ustamız;ve bir hafta geçmeden,yıldızların arasına döndü o pipolu,sinema oyuncusu kadar yakışıklı,kendine kesintisiz ilgi gösteren adam.
Şu çalkantılı,dertli dünyada,sanırım gönlüne göre yaşam sürebilmiş talihli insanlardandı.
*
Kitap Fuarı’nda,her zamanki gibi Papirüs’ün bir köşesini paylaşan B.Sadık Albayrak,Donkişot Yayınevi’nin bastığı,”Metalaşan Sanat ve Sinema Üzerine Eleştiriler” altbaşlığı konmuş Kopuş Sahneleri’ni armağan etti.
Gittikçe sıkıştırılan,alt üst dilen ülkemizde,dünyamızda kitap yayınlamak gerçek bir kahramanlığa dönüşmüşken,birinci hamur kâğıda,resimli,özenli basılmış pırıl pırıl bir kitap.
Sadık son derece tutarlı bir mantığı,ona uygun dupduru bir dili var;merakları,bilincine uygun;ele aldığını ışıl ışıl anlatmış.Alkış.
Rasgele açtığım sayfalar arasında,Cemile Çakır’ın Cemreye Çağrı şiirine bayıldım;hepsini alamam;en iyisi kitabı edinin.Ama şu dizeleri paylaşalım:

Herkesin bir mutfağı var
kendini pişirir gündüz gece
bir yanı yanar kül olur
bir yanı hamur içinde
...
Hiçbir düzeni olmayacak evimin
Şurası oturma odası,şurası mutfak,
Yok şurası bilmem ne
Bir deniz olacak evimde
Bir de küçük bir tekne


Ne güzelsin dünya
İş çıkışı,saat altıda.

Cengiz Özakıncı’nın gönderdiği kitaplar arasında Çetin Yetkin’in Batılıların Kirli Yüzü:STRUMA da vardı.
Sanırım Kitap Fuarı için geldiği İstanbul’da,bir akşam üstü,oğluyla bize uğrama fırsatını buldu,ve kitabını imzaladı.
Üç ciltlik yeni çalışmasından söz etti;hem günce,hem tarihsel sorunlara değindik;Çetin Bey,benim gibi bir asker çocuğu;sağlam bir eğitim almış,hukuk öğrenmiş,yıllarca savcılık yapmış,sonra öğretime geçmiş.Şimdi,hem geniş tarihsel-toplumsal-tutumbilimsel birikimiyle yapıtlar hazırlıyor,hem bir bakıma kendi kesesinden,Müdafaa-i Hukuk Dergisi’ni yaşatmaya çabalıyor.
Bütün öbür yapıtları gibi, Struma’da da,tanıma sığmaz,doymak bilmez,zavallı Batılıların yüzyıllardır tarih diye insanlığa yutturdukları yalanları ortaya çıkarıp arı duru doğruları dile getirmeye adamış kendini.
Atatürk yaşıyor olsaydı,ne çok sevinirdi düşünmeyi,tutarlı akılyürütmeyi bilen ve beceren bu çocuklarına!
*
Ken Loach’u Babayurt’tan beri sever,merakla yolu beklerim:hep somut insan sorunlarını ele alır,son derece tutarlı,şiirsel bir dille anlatır.
Afili Delikanlı’ya da bu umutla gittik;ama bu kez etkilenip üzülmedim,gözyaşı dökmedim:filmin başından sonuna kirpi gibi oturdum,irkildim,korktum:nasıl bir dünya yaratmış insanlığın şımarık kesimi,hani şu kapısında sürekli aşağılandığımız AB!Uyuşturucu alıp satmak kullanmak en sıradan,en verimli iş hâline gelmiş.Ve,en korkuncu,10-15 yaşındaki kızlarla oğlanlar,en doğal,en şiirsel etkinlikte bulunur gibi dalıyorlar o ölüm yoluna!
Loach’a yakışmayan bir yan da var:insan uyuşturucu batağına saplanmışsa,eski duygusal,hani şu insana yakıştırılan dostluk,arkadaşlık,aile bağı gibi kavramlara yer ve olanak kalır mı?
Cengiz Özakıncı’nın yolladığı kitaplar arasında,Erol Manisalı’nın Avrupa Çıkmazı da zaten bu gözü doymaz acımazsızlar topluluğuyla Türkiye arasındaki ilişkileri,belgeleriyle anlatıp açıklıyor.
Manisalı’nın Küresel Kıskaç’’ı,bütün öbür yapıtları gibi,aynı konunun başka ayrıntılarına değiniyor.
Bu kitapları hazırlayan Manisalı’ya da,basıp önümüze getiren Özakıncı’ya da yürekten alkış!
Yorulmak bilmez bir dostum var:Seyit Ali Ak.Ekmeğini “soğutma”dan çıkarıp varını yoğunu “fotoğraf”a adamıştır;her zamanki gibi,son çalışmasını da göndermiş:Fotoğraf/Söz Kavuşması.
Fotoğrafla şiir,düzyazı arasındaki ilişkileri,karşılıklı etkileme-etkilenmeleri,ve bunların örneklerini toplamış çalışmasında;meraklısı için paha biçilmez bir kaynak!Kutluyorum.
*
Biz Nilgün’le 11 Eylül’ü gördüğümüzde Sevil Assos’taydı;dolayısıyla dönüşte Alkazar’da görmeyi denedik;oradan daha küçük bir sinemaya aktar olmuştu:Yeşilçam Sineması.
Bir gün 16.30’a gittik, gösterim saatları değişikmiş,yine göremedik.Ama o küçük, sevimli sinemayla tanıştık:duvarları, okul arkadaşım Tuncel Kurtiz de aralarında,birçok sinema oyuncusunun resimleriyle bezeli;ayrıca bir sürü filmin tanıtım duyurusu;sağda solda eski sinema makinaları.Çay yapılan,çikolata bisküvi satılan küçük köşede canlı mı canlı,civa gibi sağa sola seğirten bir Anadolu kızı:Burcu Karakaş.Güven Çelik’le ikisi çekip çeviriyor sinemayı.
Sinema,bir zamanların Sinamatek’inin işlevi üstlenmiş bir bakıma:öbür sinemalarda ilk gösterimi yapılan filmleri alıp kaçıranlar için daha ucuza gösteriyor.
Hani bir söz var,sık sık yinelerim:”Nedir en zor şey? Görmek,gözünün önündekini.” Bu,Yeşilçam Sineması için de geçerli olmuş yıllardır;o sinema duyurusunu hep gördüm orada,ama bir kez bile gidip bakmadık.Neyse,bugüneymiş;artık kaçırdığımız ya da yeniden görmek istediklerimiz için sığınacak bir yuva var.Ne talih!
*
Sevgili dostum Cengiz Bektaş’ın çağrısıyla Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Dünya Yazınında Akdenizlilik” adlı söyleşiye katıldım;çağrılı iki konuk gelememişti;Cengiz yolda,Egemen Berköz’le beni götürürken: “Bak ne güzel,dinleyicinizi de birlikte götürüyorsunuz “,dedi;Egemen yanıtı geciktirmedi:”Hayır,dinleyicimiz bizi götürüyor.”
Doğrusunu isterseniz,hemen hemen öyle;gerçi henüz Tüyap’ın yeni salonlarını görmedim, ama Beşiktaş’a oranla daha geniş,daha düzenli bir alanı var Merkez’in.Günlerden Pazar,epey alıcı da var;kitap alışı iyice,bilgi alışverişi sıfır:dolaşmaktan yorulmuş beş on kişi toplandı konuşma salonuna;kalabalık gözüksünler diye Cengiz onları öne çağırdı.Ama ne dinleyecek,ne bir şey alacak,ne tepki gösterecek hâlleri var.Dolayısıyla sonunda,Egemen de, ben de Cengiz’e anlattık söylemeye razı olduklarımızı.
Evet,yozlaşma,hiçleşme anlamında KÜRESELLEŞME tamamlanmış;iş gömütün üstünün örtülmesine kalmış.
Cengiz bir ara elimizi Türk Yayıncılar Birliği’nin bu yılki Emek Ödülleri’nin kazananları gösteren kitapçığı tutuşturdu;bu yıl öykü ödülü Nezihe Meriç’e,şiir ödülü Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya,deneme Mermi Uygur’a,eleştiri Atilla Özkırımlı’ya,çocuk yazını Muzaffer İzgü’ye,çeviri Selâhattin Hilav’a verilmiş.
Sevgili ustam,dostum Nermi Uygur ne yazık ki ödülünü alıp sevinmeye gelemeyecek durumda.
*
Bu Ağustos’ta emekliye ayrılan komutanlardan biri:”Ne yazık ki bir ülküde birleşemiyoruz”diyordu.Doğru,işin en zor yanı bu.Bunun nedeniyse,Henri Laborit’nin anımsattığı gibi,sözcüklerin bellenmesi sırasında,her bireyin benzersiz koşullarda,apayrı duyusal-duygusal deneyimler yaşaması.Dolayısıyla,bütün kavramlarda,evrimde,devrimde,kişilikte,ekinde her bireyin ayrı şeyler anımsayıp tasarlayıp duyumsaması kaçınılmaz oluyor.Ve bu ayrılık birbirimizi anlayıp aynı ülküde birleşmek şöyle dursun,herkesin gırtlaklaşmasını yol açıyor.
Son örneklerinden birine Kitap Fuarı’nda tanık oldum:Fakir Baykurt gibi öğretmen-yazar dostlarımızdan,TÖS Başkanı olduğu dönemde,belli ki şu ünlü devrim sözcüğü yüzünden,kendi duyusal-duygusal belleğine göre yeterince devrimci bulmadığı Fakir’i devirmek üzere,yandaşlarıyla birlikte,canla başla çalıştığını,ve başardığını gülerek itiraf etti.Ee,sözümona insanca kavramları değil,düpedüz somut,güncel çıkarları,parayı,siyasal erki ülkü dinmiş,bu uğurda en küçük bir çatlağa izin vermeden birleşmiş olanlar karşısında böyle susuz kalmış Anadolu toprağı kadar çatır çatır çatlamışlar nasıl birleşecekler acaba aynı soylu ülkü çevresinde?
Son zamanlarda, canlıların evrim öyküsünden esinlenerek bunu,memeli atalarımızdan timsaha özgü beyne dayanarak davrananları çekip çeviren kör bencillik ile evrendeki,bedenimizdeki her birimin birbirine sımsıkı bağlı olduğunu unutmayan,buna göre davranan insanlarda bulunan,bulunması gereken bilinçli bencillik kavramlarıyla açıklar oldum.
Bunun en güzel iki örneği,insanlık tarihinde benzeri bulunmayan Atatürk’ümüzle Fakir Baykurt hiç kuşkusuz.
*
Ne diyordu Mevlânâ,Ruhi Su’nun sesiyle?
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım!
Zeynep Avcı,Gılgameş’te,bence,yeni şeyler bulamadığı gibi,eskileri yeni bir biçimde söylemeyi de başaramamış;ama üzülmesin,bu konuda hiç yalnız değil;bütün dünya bu durumda!
Ne yazık hepimize!
*
Buna karşılık,İngiliz yönetmen Stephen Frears,her filminde yeni şeyler bulup yepyeni biçimde dile getiriyor.
Alkazar’da kaçırdığımız son filmi Kirli Tatlı Şeyler’i Yeşilçam’da yakalayabildik.Ken Loach’un, Batılıların,şımarık G 8’lerin tüketim için tüketim uğruna yarattıkları korkunç toplumu,ve onun geleceğini oluşturacak gençleri anlatmasına karşılık,Frears bütün filmlerinde İngiltere’nin sözümona kucak açtığı,ama yeni köleler olarak kullanıp sömürdüğü göçmenlerle sömürücülerinin sorunlarını işler hep;bu kez de öyle yapmış:Nijeryalı,Türk ve Çinli üç insanı ele almış.Ve elbet bunları doymak bilmez çıkarları (?) için kullanıp sonra çöpe atan İngilizleri.Şenay’ı canlandıran oyuncunun Türk gibi davranamamasının dışında –bu da çok olağan elbet- öbür oyuncular,çekim,kurgu,görüntüler kusursuz:görüntüleri büyük usta Chris Menges çekmiş.Hele Nijeryalı kaçak hekim soluk kesici,gerek yüzü gözü,gerek oyunuyla.
Böylece,Yeşilçam Sineması için yukarıda yazdıklarım,orada gördüğüm ilk filmde doğrulandı ! Ama hey ulu Tanrım,tüm yaşamımız gibi,ne kadar kırılgan bir olanak bu, topu topu üç kişiydik bu sıradışı filmi izleyen!
Sağol Güven;olasılık ve gereklilikler yardım etsin de,sineman,sinemamız ayakta kalsın canım.
*
Avni Bey,sonu biraz acıklı bitse de,yerli yerinde,dolu bir yaşam sürdü.
Peki ya o güzeller güzeli,bebek Derya Arbaş? Uyduruk birkaç filmden,sanırım onlardan daha uyduruk bir avuç sevgiliden sonra,daha 35’inde,tık diye duruverdi kırılgan yüreciği!
Hep birlikte oluşturduğumuz şu korkunç dünyaya,dayanılmaz yalnızlığa,sevgisizliğe bakın!
*
Neyse ki hafta sonu,Alkazar’da,Oliver Stone’un Commandante’si vardı.
Olasılık-gereklilik ikilisi,Mustafa Kemâl’deki gibi,hiç eksiksiz buluşup çakışmış Küba’da:halkla önder gerçek bir armağan oluşturmuşlar birbirlerine.
Commandante Fidel, tıpkı Atatürk gibi,evren,kendisi,canlı cansız varlıklar,zaman,tarih,kısacası belli başlı bütün kavramlar konusunda bilinmesi gerekeni kusursuz,eksiksiz biliyor;dolayısıyla,ün,ölümden sonra anılma,kalabalıklarca sevilip övülme konularında başından beri ayağı hep yerde olmuş,hâlâ orada duruyor.
Güzelim sev kökünden türeyen bütün sözcüklerin değerini biliyor,onları ayakta tutmayı,çoğaltmayı,insan kardeşlerine dağıtmayı sürdüregelmiş: sev,seviş, sevimli ol,sevindir,sevin.
Filmin bütün görüntüleri,bütün konuşmaları iç acıcı,hele zorbalığın iyice azıttığı bu dönemde.
İlle de tek bir sahneyi anmam gerekirse,üniversiteye gittiklerinde,dünyanın bütün ülkelerinden gelmiş,parasız okutulan,bilgi ve mutlulukla doldurulan kızlarla oğlanlar Küba’da girişilen,başta ABD bütün o tanıma sığmaz sülüklerin bütün çirkin oyunlarına karşın ayakta tutulan girişimin aslında yerküre,canlı cansız bütün varlıklar için ne kadar önemli,yaşamsal olduğunu kanıtlıyordu.
Bu bakış böyle sürdürülürse,kısa bir süre sonra,dünya yönetilemez hâle gelecek! dedi bir ara; ne demek yönetilemez,yerküre yaşanmaz duruma girecek!
Ne yapalım,evrenin özünde varolan eytişim’den,artıyla eksinin sürekli yeni oluşumlara yol açmasından başka umut yok sanırım.
Oliver’ın,bir sürü ucuz filmden sonra,böyle dürüst bir belgesel çekmesi gibi!
*
Sosyal Yayınlar,çocuk kitaplarına kaldığı yerden yeniden başladı ve beş kitap birden bastı;Mark Twain’den Deniz Canefe’nin çevirdiği Prens ve Dilenci, Edmondo de Amicis’ten Tülin Altınova’nın aktardığı Çocuk Kalbi,Oscar Wilde’dan Kenan Sakin’in Türkçesiyle Mutlu Prens,Ferhat Özgür Kale’nin R.L.Travens’ten çevirdiği Mary Poppins ve Jules Verne’den benim aktardığım Aya Yolculuk.
“Dünya Klasikleri” dizisindeyse,yine benim Türkçeleştirdiğim,A.Dumas Fils’in ünlü romanı Kamelyalı Kadın basıldı.
*
Tüyap Beylikdüzü’ne taşındığı zaman yazmıştım:orada kitap ve resim fuarı yürümez,işveren açısından yürüyor gözükse de,satıcı ve acılıcılar açısından hiç kolay ve verimli olmaz.
Nitekim,sözümona düzenli otobüs çalışıyor fuara;ama 27 Ekim Pazartesi günü,saat 2.15’de dikildiğim AKM kapısında,4.15’ dek sabırla bekledim;vee,sonunda gelebilen otobüsle ancak 5.15’te varabildim Tüyap’a.
Ama o günün benim açımdan büyük bir kazancı oldu.
Benden az sonra,esmer bir hanım geldi,kaldırımın kıyısına ,hepimizin vergileriyle,bilmem kaçıncı kez döşenmekte olan yeni taşa oturdu,çantasını açıp bir kitap çıkardı,okumaya koyuldu;hem de bir şiir kitabını.Çok sevindim,kitabın adını görebilmek için birkaç kez gidip geldim,ancak başaramadım.
Otobüs bir türlü gelmiyor;dolaşmaktan yoruldum,bir köşeye yığılmış taşların üstüne pardösümü serip oturdum;genç hanım da kitabını bitirip dolanmaya başladı.Şiir okuyordu ya,belli ki akrabamdı;daha çok sıkılmasın diye,seslenip konuşmayı düşündüm,ama yurdumuzda,kentimizde kadın-erkek ilişkilerinin ne kadar hırpalandığını biliyorsunuz,epey duraksadım.Sonunda olası tersliği göze alıp seslendim;karşımdaki,Bursa’dan özellikle fuar için gelmiş,yazın öğretmeni Hâlide Yıldırım’dı.
Ayrıca,uğraşının başında öykü denemeleriyle başladığı sevdayı şiirle sürdürüyormuş;adını vermeyeceğim bir güldeste yapmış şimdiye dek yazdığı şiirlerden,yarışmaya katılmak üzere,ozan-yayıncı arkadaşlarımızdan birine getirmiş.
Ressam dostum Cânan Avcı gibi,o da dosyasından birkaç örnek çıkartmış daha başka yayınevlerine de vermek istemiş,ama kimse almaya yanaşmamış; dolayısıyla çantasında mavi kapaklı bir dosya daha vardı.Bütün sevdalılar gibi,az sonra oradan şiirler okumaya başladı bana;öyle tutkulu,öyle coşkuluydu ki,sevinci ânında bana da geçti.Üstelik,dili çok yalın,imgeleri içtendi;adımı söyleyince elime sarıldı.Al sana kaldırım üstünde umulmadık bir dostluk.
O günün Ramazan’ın ilk günü olduğunu unutmuştuk;ayrıca biliyorsunuz,Belediye,bütün İstanbul sokaklarını köstebek yuvasına döndürmeye kentin her yanında aynı anda başlamıştı;ulaşım tam anlamıyla kötürüm.Bir saat tutan yol boyunca ,Hâlide’nin varlığı,sıkılmak şöyle dursun,yumuşacık bir dünyada dolaştırdı beni.
Birnur Şener,Mehmet Başaran ve Oktay Şimşek’le,neredeyse sayısı bizimkine eşit dinleyenlere bir şeyler anlatmaya çabaladıktan sonra Papirüs yayınlarının satıldığı bölmeye indik;birbirimize kitaplar armağan ettik,sonra onları orada bırakıp,30 yıl önce Galatasaray Kimya Mühendisliği Yüksek Okulu’nda öğrencim olmuş Bülent Aşlamacı’nın arabasıyla yola çıktık,önce Hâlide’yi bırakıp evlerimize döndük.
Hâlide’nin şiirleri zaten Agora’da,Evrensel Kültür’de,Yansımalar’da basılırmış;ben size yarışmaya getirdiği dosyadan kısa bir bölüm aktarayım:

IRAK OLMAYAN KADINLAR

kumun gizini bilen kadınlar gördük
çölü rüzgârla eğitiyorlardı
suskun oğullarını ateşte sınayıp upuzun
sebepler topluyorlardı,tanıdık
yitik kurşun hedeflerden
yol çizdik dövmeli alınlarına
şaşırıp geri dönmesinler dedik.
arada bir kır saçlarını çalı dibi yapıp
ağlaşan kadınlardı onlar.adlarını
kocalarını sorduk bildiler
gözlerinden akanın tadını
kirpiklerinden geçirip uzattılar.tuzluymuş
içtikleri ant gibi dağ oldu yarıldı,
yığıldı kaldı önlerindeki peştemalın
zikzak dikişleri gibi kıvrılıp yayılıp
genizlerini yakan acıların kokusuydu ki neft!
*
Kaynak Yayınları yeni kitabını yolladı:Durmuş Uyanık’ın Aşılı Zeytin’i.
Durmuş,öbür boylar gibi,Orta Asya’dan kalkıp “Kısrak Başı Gibi” uzanan yurdumuza göçmüş Türkmenlerden;asıl uğraşı çiftçilik,zeytincilik;ama çok erken yaşta bilinçlenmiş,TİP’te,TİKP’de,İP’de görev almış.40 yıllık örgütlü savaşım anılarını toplamış bu kitapta.Bu savaşımın yakından tanıdığınız birçok adı,doğal olarak yer almış anlatıda.Köy Enstitüsü’ne gidememiş de olsa,bir köy çocuğunun,”ulusun efendisi” olması gerekenlerden birinin gerçek yaşam serüveni.
Ne mutlu Durmuş Uyanık’a!
*
Biliyorsunuz,başımıza gelmeyince yapılması gerekeni yapamıyoruz;ama bu denklemin,bilmemiz gerekenleri daha başında bize öğretmeyen,bu bilgileri ille de parayla satan şu bozuk düzenin payı sanırım bireylerden çok.
Kimbilir ne zamandır vardı bel fıtığım? Ama ancak ağrıyınca ayrımına vardım;üstelik,bu konuda yakınmaya gittiğim bir iki hekim de bilmem gerekenleri öğretmedi,iki ilâç verip savdı.
Sonunda,Çapa’da çalışan Prof.Dr.Emel Özcan’la tanıştım;bel fıtığının da,bütün öbür sorunlar gibi,hani şu benim yaşama sanatı adını verdiğim şeyin içinde yer aldığını öğretti Emel Hanım:duruş,davranış bilgileri,bedeni doğru kullanma,ve çağdaş yaşamın dayattığı yanlış davranışların vereceği zararları önlemek üzere,kasları güçlendirme bilgi ve çalışmaları.
Onun deyişiyle “omurga sorunları”nız varsa ilerlememesi,işin kesip biçmeye varmaması;yoksa,olmaması için hemen Çapa’ya koşun,bu güler yüzlü hanımla tanışın.
*
Metin Aydoğan,sağolsun,karınca çalışkanlığıyla bize yeni bilgiler derlemeyi sürdürüyor;son yazısında New Perspectives dergisinden aktardığı şu satırlara bakın,her şey ne kadar açık seçik:Yeni Dünya Düzeni’nin önemli yapı taşları,silahlı uluslar yerine global ölçekli şirketlere ev sahipliği yapan,teknolojik olarak gelişmiş şehir devletler olacaktır.”
Bundan daha açık nasıl söylenebilirdi kaz kafalı kişiliksiz satılık insanlara amaçlanan düzen? Ama saydığım nitelikleri taşıyanlar kendi yazgılarına,dolayısıyla yurttaşlarının,candaşlarının yazgılarına sahip çıkabilir mi?
Öteden beri,ustalarımla birlikte,insanoğlunun yeryüzünde yaşamaya pek de lâyık olmadığını düşünürüm;bunu en son Castro’nun ağzından da duydum Commandante’de:elimizdeki fırsatı boşu boşuna kaçırırsak,ardımızdan ağlayacak kimse bulunmayacak evrende.
*
Payel Yayınevi, Nilgün Şarman’ın güzelim çevirisiyle,Ruht Benedict’in Kültür Kalıpları’nı bastı.
Ruth Benedict 1887 ile 1948 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir toplumbilimci;özellikle kendi anakarasında yaşamış yerlilerden üçünü ele almış yapıtında;törelerini,törenlerine,toplumsal yapılarını,ekinlerini incelemiş.
Bu konuları merak edenler için elbet ilginç bir kitap.

Adam Sanat, Aralık 2003, s.215