1 Mart 2005 Salı

DMİTRİ

Teresa Berganza, Bryne Terfel ve daha başka birçok yorumcu gibi, Dmitri Hvorostovsky’yi bize sevgili Aydın Gün tanıtmıştı; daha önce adını bile duymadığımız bu sıradışı baritonu şenliklerden birine çağırmış, AKM’de bizlere dinletmişti. O gün Sevil’le nasıl çarpıldığımızı, kendimizden geçtiğimizi,günlerce ondan söz ettiğimizi hiç unutmam.
Dolayısıyla İş Sanat’ta dinleti vereceğini duyunca hemen koşup bilet aldım, ve 8 Ocak akşamı yeniden dinledik bu güzelim varlığı.
Olasılık-gereklilik ikilisi onda zarları 6+6 atmış: kusursuz çizgili bir yüz, başkalarında kusur sayılabilecek beyaz-sarı saçlar, Rostropoviç’inki gibi Sevil’i kendinden geçiren incecik bir burun. Kısacası, insan güzel bir sesle doğabilir elbet, ama yanına bu incelikler katılınca büyü tamamlanıyor.
Ruhi Su gibi, sırım bedenine çok yakışan, Rus halkına özgü , kara bir giysiyle çıktı sahneye;içine de onun azıcık açığı bir gömlek giymişti: ceketinin düğmelerini çözdüğünde, dişi kardeşlerimizi tiril tiril titretmek üzere yontuyu andıran gövdesinin silik izleri seçiliyordu.
Sağlam bir eğitim aldığı besbelli; Cecilia Bartoli gibi, doğa ona da, sözle anlatılmaz bir ciğer gücü, eşsiz bir yorum yeteneği bağışlamış: ister opera ister halk şarkısı olsun, en küçük bir zorlanmaya girmeden, Batılı yorumcularda sık sık rastladığımız gösterişli davranışlara kapılmadan, insanı havalara uçuran bir yoğunlaşmayla söylüyor şarkılarını. Yine Ruhicim gibi, tepeden tırnağa sevecen bir soyluluk anıtı; en gerekli yerlerde hafifçe gülümsüyor, orkestradaki arkadaşlarıyla usulca şakalaşıyor, zaman zaman da bizlere bakıyor gibi duruyor ; ama ne duruşta, ne yorumda en küçük bir gevşeme var. Eller kollar gereksiz yere sallanmıyor, yüz kasları boş yere gerilmiyor, hiçbir ucuz ses gösterisi yok, ayaklar mıh gibi yere çakılı, şarkı tapınır gibi söyleniyor:dolayısıyla salonda çıt çıkmıyor.
Birinci yarıda söylediği Haendel’in ünlü şarkısını şimdiye dek birçok yorumcudan dinledik, kızlı erkekli; ama Dmitri’ninki nasıl duyarlı ve çarpıcıydı! Yaşa canım! Ömrün uzun olsun.
İkinci yarıyı Rus halk şarkılarına ayırmış olmaları çok yerindeydi; o akşam bu dinletiye gelebilenler, orta sınıf için (öyle bir sınıf kalmadı zaten) yıkım sayılacak parayı göz kırpmadan verebilenler, belli ki iyi birer opera dinleyicisi değildiler: opera aryaları hak ettikleri alkışı alamadı sanırım.Bereket halk şarkılarını tadabildiler, çağımızın bu sıradışı yorumcusu da verdiği emeğe yakışır biçimde alkışlanabildi.
Dmitri’yi dinlerken, Sibirya’da doğmuş bir halk çocuğunun, yeteneğine uygun eğitimi alıp insan kardeşlerini mutlu edecek bir yorumcu oluşunu düşündüm; bu fırsat, yakın tarihimizin ancak belli bir döneminde açık kaldı halk çocuklarına, Rusya’da da, Türkiye’de de.
Ama Ruslar, bütün dünyadaki şaşkın yağcıların alkışlarıyla iyice sapıtan Stalin ve benzerlerinin önderliğinde, insanlık tarihinin kendilerine bağışladığı hakça, uygarca bir düzen yaratma olanağını çarçur ettiler; sömürgeci Batı anamalcılığının acımasız dişleri arasına atıldık hepimiz;bundan böyle Ruhi Su’lara, Dmitri’lere açık durmayacak artık sanat yolları; üstelik sanatın tanımı da değişti, eski soyluluk arayışı uçtu gitti; varsa yoksa daha büyük yığınları en kolay yoldan sarsma, sonunda paracıkları cebe indirme!
O akşam orada Madımak’ta 37 insanımızın cayır cayır yakılmasına sessizce göz yuman, kılını bile oynatmayan eski yöneticiler de vardı; tıpkı eldeki bunca iletişim aracına karşın, Güneydoğu Asya’daki kırılmanın birkaç saat sonra bütün çevre kıyıları silip süpüreceğini bildiği halde bunu bütün araçlarıyla oralarda yaşayanlara duyurmayan canavarlar gibi, açtığı savaş bütün cephelerde milyonlarca kişinin canına mal olurken Shakespeare oyununda ağlayan Hitler gibi, bunların da, benzerlerinin de Hvorovtosky’yi dinlemeye, yüceliğiyle bir an için ışıldayıp kendilerini soylu saymaya hakları yoktu;ama para gücüyle el koydular bu hakka.
Oysa, etkiye tepki yasası sürekli işliyor evrende; sandıkları gibi öbür dünyada görülmüyor hesaplar,hemen şu anda, burada dürülüyor defterler: kurunun yanında yaşı da götürse bile. Nasıl bu kadar kör, vurdumduymaz oldu insanlar?
Neyse, elimizde hâlâ Dmitri’lerin bulunmasına; gittikçe çekilmez kılınan günlerin birinde gelip bizi iki saatliğine arındırmasına ne kadar şükretsek az galiba.
*

Kaynak Yayınları,son iki kitabını gönderdi; Y,Y.Lansere’nin,1922 yılında Ankara’da yaşadıklarını, resimlerini yansıtan Ankara Yazı ile Betül Aslan’ın Türkiye-Azerbaycan İlişkileri ve İbrahim Ebilov (1920-1823) adlı çalışması.
İki yapıt da Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında Ankara’da yaşananları önemli ayrıntılarla bugünün okurlarına anımsatıyor.
*
2004 yılının son büyük sergisini Tevfik İhtiyar düzenledi Antik Galerisi’nde:Nedim Günsür.
Her zamanki gibi, dar zamanda, ateşli bir çalışmayla,özel derlemelerden,müzelerden sanatçının belli başlı yapıtlarını toplayıp sanatseverlere sunmuş.
2005’in ilk önemli sergisiniyse YK açtı Kâzım Taşkent’te; Zeki Faik İzer.
Bu sergiye de ressamın belli başlı yapıtları toplanmıştı elbet;hiç görmemiş olanlar, özlemiş olanlar için çok değerli bir armağan.
Ayrıca, her zamanki gibi, Seyit Ali Ak’ın çabasıyla, Sermet Çifter Salonu’nda, ressamın Akademi'de, sokakta, kentte çektiği fotoğraflar da sergilenmiş; gerek resim sergisinin,gerek fotoğrafların katalogları özenle basılmış.
*
Önce Pera Tiyatrosu’nda, Nesrin Kazankaya’nın yazıp sahneye koyduğu Dobrinja’da Düğün’ü gördük.
İnanılmaz bir körlükle bütün eski yapıları çökertmeyi, ulusları parçalamaya, ülkelerine dolaylı dolaysız el koymaya girişen sömürgen anamalcıların bütün Balkanlara, o arada Saraybosna’ya çektirdikleri sıradan insanların bir düğün çevresindeki yaşamıyla özetlendi.
Tiyatro sanatını özlemişseniz, her yanı dökülen çürümüş sanat ortamında gerçek bir mucizeyle sessiz gösterişsiz o köşede ayakta durup insana yakışan işler yapmayı sürdüren Pera Tiyatrosu’na koşun.
Arada, adının anılmasını hak etmeyen, ama dillerde sayfalarda dolaşan bir Türk filmine gittik Nilgün’le; her açıdan acıklıydı: ne doğru, dürüst bir öykü; ne sıradışı bir çekim; ne de en küçük bir oyunculuk kırıntısı vardı.
Ancak, rastlantı ve gereklilik bir kez daha oyununu çok şaşırtıcı biçimde oynadı, ressam Mehlika Baş, cnbce’den çektiği bir filmi verdi: Yağmurdan Önce.
Makedon yönetmen Milcho Manchevski aynı savaşın Makedonya’da Arnavutlarla Makedonların bilmem kaç yüzyıldır birlikte yaşadıkları bir köyde usul usul boğazlaşmaya yol açısını unutulmaz bir incelik ve çarpıcılıkla anlatıyor.
24 yıl önce ülkesinden kaçıp Londra’ya sığınan, görüntüleriyle sonunda ünlü Pulitzer Ödülü’nü alan Alexander Kirkov’un yaşamının üç sayfasında ilkin deniz kıyısındaki bir tepenin doruklarına oturtulmuş kilisedeki sözümona siyaset ve savaşdışı dinadamlarının dünyası geliyor karşımıza; ama anamalcı saldırının acımasız savaşı az sonra oraya da ayak basıyor.
Ardından, Kirkov’un görüntülerini kullanan kuruma, Londra’ya gidiyoruz; sevgilisiyle tanışıyoruz; Bosna’ya gönderilmiş olan Alexander beklenmedik bir anda çıkıp geliyor, eşinden ayrı yaşayan evli sevilisine birlikte Makedonya’ya gitmeyi önerip uçağa atlıyor; o arada, sersem şımarık Batılıların, bütün dünyaya saçtıkları nefret tohumlarıyla, sıradan bir lokantada taranışlarını görüyoruz: yerli yerinde görüntüler, ustaca bir kurgu, saygı uyandıran oyuncular, kısacası gerçek bir görsel şölen; hem de acının doruğunda.
Son sayfa aslında ilk sayfanın arkası; Arnavut kızı Tamira’nın hem de kendi akrabaları tarafından vurulduğu yerde bu kez Kirkov’un kendi hısımlarınca taranması.
Yaşa Manchevski!
Gün geçtikçe çıldırtılan insanların el birliğiyle yarattıkları cehennem bundan güzel anlatılamazdı.
Televizyon ya da sinemada kaçırdıysanız, hemen kaset ya da cd’sini edinin.
*
Kırk yıllık yazındaşım Şemsa Yeğin, geçirdikleri büyük sarsıntıların altında kalmadı şükür, dahası dikilip yeni alanlara el attı: geçende Can Yayınevinin Galerisi’nde, Boynu Sıkılan İnsanlar adlı bir seramik sergisi açtı.
Doğrusu, onca yıl yazın dünyasında yaşamış bir insan için epey şaşırtıcı seramikler ortaya koymuştu; sanırım hak ettiği ilgiyi görmüştür. Ne mutlu böyle kendine yeni dünyalar yaratabilenlere!
*
Alp Bartu ile Reha Yalnızcık, son çalışmalarını Doku’da sergilediler.
Sanatçının Ulusal Kanal Seferberliği, İzmirli 50 sanatçının katılımıyla, bu kez İzmir’de sürdü.
Sevgili Mehmet Kıyat da, Doku Galerisi’nin Ankara kolunda, Şubat’ta Asya deprem kurbanları için bir sergi düzenledi;onu seven bir kucak ressamdan derlediği bağışları satışa sundu, elde edilecek gelir o çileli kardeşlerimize gönderilecek;satılmayan resimler İstanbul’da sergilenecek, ardından Güney Doğu Asya’ya. Ne güzel değil mi?
Can dostlarımda Türkân Sılay Rador son çalışmalarını en sevdiğim galerilerden Kızıltoprak’ta sergiledi.



Adam Sanat, Mart 2005, s.230