1 Haziran 2004 Salı

“AĞLAYAN DEVENİN ÖYKÜSÜ”

Bu filmi bize ressam dostumuz Melih Özuysal duyurmuştu; Çağdaş Sanat Müzesi’ne Fikret Muallâ sergisini görmeye gittiğinde bir de bakmış sinema salonunda gösteriliyor, adı ilgisini çektiği için olacak girip izlemiş, bayılmış, bize de övdü.
Mevsim kapanıp d yinelemelere geçilince Beyoğlu Sineması daha bir dizi ilginç belgeselle birlikte bunu gösteriyordu; Antalya’ya göçmek zorunda kalalı beri İstanbul’un sanat ortamından ayrı düşen sevgili Levent Turgut’u da alıp gittik. Ve bu yılın en büyük ödüllerinden birini kazandık.
Byambasuren Davaa ile Luigi Falorni, Moğolistan’ın Gobi Çölü’nde çekmişler bu inanılmaz öyküyü; uçsuz bucaksız kum çölünün bir köşesinde yaşayan, boyları posları, davranışları, bilgelikleri tamı tamına Dersu Uzala’ya benzeyen insan kardeşlerimiz, koyunları, keçileri, develeriyle yumuşacık bir dünyadalar; hem de doğa koşullarını bütün acımasızlığına karşın. Yüzler hep güleç, ilişkiler sıcacık, birbirlerine de hayvanlarına da inanılmaz bir sevecenlik ve doğallıkla davranıyorlar: çünkü aralarındaki çıkar ilişkisi çok açık, hepimizi dünyanın bilmem hangi köşesinden ölüme ya da açlığa gönderen bir çokuluslu kuruluş ya da banka yöneticisi gibi acımasız olmalarına izin yok; birbirlerini ya da hayvanlarını harcarlarsa, kendilerinin de ayakta kalamayacağını çok iyi biliyor, unutmuyorlar.
Yeni doğan her koyun, keçi, deve büyük bir sevince yol açıyor, çok ciddi, saygılı törenler yapılıyor her doğumda; terslik bu ya, güzelim develerden biri, hem de iki gün sancı çektikten sonra, insan kardeşlerinin yardımıyla bembeyaz bir yavru doğuruyor; ve görmeyince inanılmaz, bu ak tüylü yavruyu benimsemiyor, dışlıyor, emzirmiyor. Süt emmeyince zavallıcık göçüp gidecek, obanın beli bükülecek. Ellerinden gelen her şeyi deniyor, yavruyu anaya kabul ettiremiyorlar; son çâre, müzikçi olacak.
Ama o da deve yolculuğuyla bilmem nerede; görece büyümüş oğlanı yollayacaklar, küçük kardeşi de gitmek istiyor; dede deveyi güdüp güdemeyeceğini sorunca, göğsünü kabarta kabarta: elbet güderim! Diye karşılık veriyor, ve yarım karış boyuyla, bir bakıma görünmez olduğu iki hörgücün arasına yerleşip başlıyor elindeki yuların uzantısıyla hayvana usulca kamçılayıp koşturmaya. Yine inanılmaz bir görüntü: çölün göbeğinde, çoğu çadır evlerin arasında, pek öyle ahım şahım olmayan bir yapıda bir sanat öğretim merkezi! Her yaştan kızlarla oğlanlar yerel dansları şarkıları, çalgı çalmaya öğreniyorlar. Çalgıcı ustanın o ara işi var; ama ilk fırsatta gelecek.
Bizim iki oğlan dedelerine radyo pili aldıktan sonra yeniden yollara düşüp obalarına dönüyorlar; bir iki gün sonra da çalgıcı. Tam da zamanı, çünkü emzirilmeyen, anasından sağılan sütü bir boynuzdan içmeyi de beceremeyen yavrucak gitti gidecek.
Biz merakla bekliyoruz ne yapacaklar diye; adam önce sazını verilen mavi kurdeleyle bağlayıp devenin hörgücüne asıyor; deve acı acı bağırınca çalgının içinde yankılanıyor. Sonra usta sazını alıyor, evin güzel yüzlü genç annesi deveye sokuluyor, başlıyor saz eşliğinde inanılmaz derecede güzel bir şarkıya;kızın sesiyle sazınki, deveninkine şaşırtıcı biçimde benziyor. Bu dokunaklı ağıt sürerken, bir de bakıyoruz, deve,düpedüz ağlıyor, gözlerinden şırıl şırıl yaşlar akıyor. Aynı gözyaşlarını, kendisini emzirmeyen anasının arkasından, güzelim ak yavru da akıtmıştı daha önce.
Şarkının sonunda yavruyu çözüp anasının yanına bırakıyorlar; o zamana dek memesine yaklaştırmayan, bir yudum bile emmesine izin vermeyen ana dönüp yavrusunu kokluyor, yine ince ince bağırıyor; ana yavru, emişerek, birbirine sürtüşerek, bir süre fır dönüyorlar: yanılsamanın yol açtığı kopukluğun bitişi kutlanıyor!
Hey ulu Tanrım! bu ne uygarlık, bilgelik! Öteden beri düşündüğüm bir kez daha doğrulanıyor: insanlar, kendi doruğuna ulaşmış KÖY UYGARLIĞI’nın üstüne kent uygarlığını eklemeye fırsat bulamadan ANAMALCI BARBARLIĞA yenik düştüler.
Nitekim, filmin sonunda, o güzelim insanların cennetimsi yaşamına çanak anten, Amerikan dizileri, çamaşır tozları giriyor. Vah ki vah!
Ancak 2003 yılında bu filmi çekenlere sonsuz teşekkür; Yaratılış ile İmparatorun Yolculuğu’ndan sonra, gerçek bir şölen. DVD’sini bulan hemen alsın, kendini ödüllendirsin.
*
Şakir Eczacıbaşı’yı, pek çok sanatsever gibi ben de önce Sinematek’ten, sonra İstanbul Müzik Şenliği’nden tanıyorum; abisiyle sanatseverlere verdikleri bu paha biçilmez armağanın dışında, her yıl oluşturduğu Fotoğraf Yıllığı içimi şenlendirir.
1965-2005 arasında çektiği fotoğraflardan bir seçkiyi, Milli Reasürans’ta sergiledi; çok ince beğenili işler. Bir ara ortak dostumuz Müfide Çalık’la yan yana geldik, kendi kendine söyleniyordu: Allah Allah, bunlar resim mi, fotoğraf mı? Doğrusu, budan daha güzel övgü bulunamazdı Şakir Bey’in çalışmalarına. Ne mutlu ona, gittikçe çıldıran dünyamızda böyle bir sığınak bulup onu bizimle paylaştı!
Fatma Ekeman, Oda’yı son olarak M.E.V.Dumlupınar, Şükrü Naili Paşa ve Turgut Akan ilköğretim okullarından öğrencilerin resimlerine açtı; öğretmenlerinin önderliğinde, henüz ağır damga yememiş kızlarla oğlanların tertemiz işleri.
Kare Sanat Galerisi de Erhun Şerbetti’nin çalışmalarını kucakladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder