1 Ocak 2005 Cumartesi

“CHE”NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

“CHE”NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Bert an Onaran



Walter Salles’in Jose Rivera’nın çekimöyküsüne dayanarak yarattığı Motosiklet Günlüğü’nü görebildiniz mi bilmem?Rivera da öyküsünü filmin yaşamış iki kahramanının,Ernesto Guevera ile Alberto Granado’nun benliklerini derinlemesine etkileyen,kişiliklerini ve yazgılarını değiştiren o unutulmaz motosiklet yolculuğunu anlatan kitaplarına dayandırmış.
Biri tıp öbürü dirimsel-kimya okuyan 23 ve 29 yaşındaki iki Arjantinli genç,,üzerinde yaşadıkları anakarayı yakından tanımak üzere 1952 yılı Ocak’ında külüstür bir motorla yola çıkıyor,önce Kuzey’e çıkıp anakaranın öbür kıyısına geçiyor,sonra kıyı boyunca Peru’nun en ucuna gidiyorlar.
Yola çıkarlarken,Alberto’nun ana hedefi,”her kentte güzel bir kız bulup sevişmek”;Ernesto’ysa daha ölçülü,Miramar’daki sevgilisini birkaç gün görmek ona yetecek.
Çok güzel görüntüler eşliğinde Güney Amerika’yı tada tada başlıyor yolculuk;yönetmen sinema sanatına yakışan az sözlü bir anlatım gerçekleştirmiş.
Arjantin’den Şili’ye salla geçerlerken,büyüleyici gölün üstünde bir düş kuruyor Ernesto:okulu bitirince bu cennete gelip yerleşmek,bir bakımevi açmak.Alberto da katlıyor bu düşe.
Birbirini izleyen küçük olaylar sırasında geçtikleri yerlerin sıradan insanlarıyla,onarımcılarla,küçük kentli kızlarla,çiftçilerle,işçilerle,madencilerle karşılaşıp konuşuyorlar;her tanışma bilinçlerinde yeni bir aydınlanmaya yol açıyor:o kadar ki,sevgilisinin Amerika’dan mayo alsın diye verdiği 15 dolar,çölün ortasında bir gece ateş başında müthiş çarpıcı yüzlerine baka baka öykülerini dinlediği çifte gidiveriyor Ernesto’nun cebinden.
İnkalardan kalma inanılmaz kenti gezerken,küçük defterine:eşit olmayan bir çatışmaydı bu,İnkaların elinde dünyanın bütün bilgileri,bilimleri vardı;İspanyollarınsa barutu,yazıyor.Bir bakıma en büyük düşünsel çatlaklardan birini yaşıyor o kalıntılarda.
Sonra Peru’da bir cüzzam hastanesi,onun yazınsever,çalışkan başhekimi;cüzzamla ilk karşılaşmaları;hekimden ayrılırken,okusunlar diye verdiği anıları konusunda Alberto’nun kollayıcı sözler edişi,Ernesto’nunsa doğruyu küt diye söylemesi.
Anakaranın en ucuna varış;buradaki cüzzam hastenesinde dostça karşılanış,karşıdaki cüzzamlılarla kucaklaşma,dört elle işe sarılma.Bütün bu sahneler Ernesto ile Alberto’nun bilinçlerindeki evrimi çok duygulu,çor çarpıcı biçimde yansıtıyor.
Ama bence,filmin belki de en gözyaşartıcı sahnesi,Ernesto’nun o günkü ve gelecekteki kişiliğini en kusursuz biçimde gösterdi:iyiniyetli,ancak düşçü.
Nitekim,okulu bitirdikten sonra Küba’ya gidişini,Castro’yla birlikte devrimi gerçekleştirmek üzere dağ köylülerinin önüne düşmelerini şimdi artık herkes biliyor;ama siyasal erkin ele geçirilip yeni toplumun oluşturulmaya başlanmasından sonra,dünya devrim tarihinde iki sağduyu doruğu gibi parlayan Fidel Castro ile Mustafa Kemâl Atatürk’ün tersine,Che duracağı yeri ve noktayı bilemiyor;kalkıp dünya devriminin önüne geçmek üzere Kongo’ya,Bolivya’ya gidiyor ve ağzından sular akıtarak bekleyen anamalcı buyurucu düzenin tuzağına düşüyor;kendi işine de yaramayacak kahramanlığa ulaşıyor elbet,ama ne Küba halkına,ne Castro’ya yararı dokunuyor bu boş şehitliğin:Alberto,daha gösterişsiz,daha alçakgönüllü bir yol seçiyor:Küba’da kalıp şimdi pırıl pırıl gençler yetiştiren ve dünya hekimliğine çarpıcı örnekler sunan Havana Tıp Fakültesi’ni kurup çalıştırıyor.
Ernesto’nun ilerde canına patlayacak bu boş duygusallığı filmin gözyaşartan sahnesinde açıkça gösteriliyor aslında:doğumgünü kutlamasından sonra,gece karanlığında,bindir tehlikeyle dolu Amazon’a atlayıp astımlı ciğerleriyle karşı kıyıya,cüzzamlıların yanına gidişi:doğrusu,yarı yolda balıklara yem olsaymış,Bolivya dağlarında devrim şehidi olmaya fırsatı kalmayacakmış.
Filme gelince,Salles’le Rivera’yı,filme başından beri destek olan Robert Redford’u,kısacası yaratılmasına katkıda bulunun herkesi ayakta alkışlıyorum;hepimizi cehenneme götürmekte olan yalan dolanların ortalığı kapladığı şu can alıcı günlerde böyle bir yapıtın ortaya konmasını sağlamışlar.

*

Galeri Nev,Kasım’ın ilk sergisini Mübin Orhon’a ayırdı.
Doku,Ali Demir’le Marek Brozowski’nin yapıtlarını sergiledi.
Dostum Mehmet Şahin,Ekim’in son haftasında,bugününe dek biriktirdiği resimlerden seçtiklerini Sainte-Pulchèrie Lisesi’nde sergileyeceğini duyurmuş,ama gidememiştim.
Buna karşılık,Burcu Aksoy’un duyurduğu Yâsemin Erdin_Nuri Kuzucan ortak sergisine gidebildim;Nuri’yi yıllardır tanıyorum Aksanat’tan;sevgili Cihat Burak son baskı resimlerine çalışırken sık sık görüşürdük;o günlerde yalnız efendiliğini görebilmişim,oysa resim de yapıyormuş.Çalışmalarını tanıdığıma sevindim.
Ergin Atlıhan “New York-İstanbul Express” adlı sergisini Oda’da açtı;Orhan Akyürek’in yapıtları Artisan’ın yeni yuvasına konuk geldi.
Saim Dursun’u geçen yıl Terakki Vakfı Galerisi’nde açtığı serginin kitapçığıyla tanımış,çok sevmiştim;bu yıl sağolsun Türkân Gündoğdular ona Fransız Sokağı’ndaki Sanat Galerisi’nde yer verdi;Cânân,Melih,Mehlika,Nilgün toplaşıp gittik;derken Hatice de geldi;hem resimlerin,hem birbirimizin tadını çıkardık .

*

Geçen gün gazetede bir anabaşlık:Savaş değil,cinayet.Gerekçesi,bir Amerikan kovboyu,camiye sığınan yaralı Iraklıyı o tapınma yerinde güm diye başından vurup gebertmiş!
İlerici geçinen,kendini öyle gösteren gazetede bu haberi yazanın bilinçsizliğine,tutarsızlığına bakın:yahu,ataerkil düzensizliğin başından beri,şu güzelim yerküre üstünde savaşları kim çıkardı,çıkarıyor?başkasının karısında kızında,tinde sütünde,toprağında suyunda gözü olanlar değil mi?Güzeller güzeli Mustafa Kemâl,Kocatepe’de,30 Ağustos akşamı,uzayıp giden tepelere,koyaklara,ovalara bakıp:Bütün insanlık şu görünümden utanmalıdır!demedi mi?
Ama hele Hollywood dünyaya Sultan olalı beri herkesin kafası yıkandı omoyla,tertemiz oldu bütün bilinçler:sığırtmaç fimlerindeki gibi belde silah alana çıkacak,erkekçe vuruşacaksınız ki adına savaş diyebilelim.
Ah uyurgezer kardeşim,savaşın kendisi cinayettir,soykırımdır;hele bu yüzyıldakilerin artık en küçük bir özürü,allayıp pullama gerekçesi yok!
Bakın ne diyordu Ruhi Su Irmak adlı şiirinde:

Ağaç demiş ki baltaya
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben,öldüren benden.

Bereket,Ruhi Su gibi,bu bilinci yitirmemiş,dipdiri ayakta tutmaya çalışan insanlar hâlâ tüketilemedi;bunlardan biri,sevgili Rauf Denktaş,çığlık-çağrılarından sonuncusunda,Birleşememiş Milletler’in gözleri oya oya yürütmeye çalıştığı toplumlar arası görüşmelere artık katılmayacağını;doğruları yıllardır,sabırla,sayısız kez dile getirdiğini;paraca gelişmiş kafaca İlkçağ’ın bile gerisine savrulmuş yamyamlara bir türlü anlatamadığını;anayurttaki satılmış yöneticilerin sırtına sapladıkları bıçaklardan bıktığını;kimsenin bırakamadığı koltuğunu elinin tersiyle itip cumhurbaşkanlığından ayrılacağını,son ölüm-kalım savaşına halkının arasında katılacağını söylüyordu.
Bakın siz Denktaş’ın şu tutarlı,ışıl ışıl bilincine!

*

Başta Perinçek ailesi,Ulusal Kanal’da çalışanlar çok yerinde bir karar almış,eldeki bu tek doğru sözlü kanalı yaşatabilmek üzere Var mısın? adlı bir girişim başlatmışlar;ve halkımızın bütün güzel insanlarını coşturabilmek için de gönüllü sanatçılarla bu atılımı süslemek istemişler;çağrıya 152 ressam ve yontucu koşmuş.
Derlenen yapıtlar,Kiraz Perinçek’in güzel gözlerinin denetiminde,en yakışan yere,Resim-Heykel Müzesi’ne yerleştirilmiş.Bunda,şu ara orada yöneticilik yapan dostum Tunç Tüfekçi’nin katkısı olmuştur sanırım;öyleyse,alkış.
Belki de Dolmabahçe Sarayı’nın Mavi Gözlü konuğunun ölümünden beri ilk kez öksüz kalmış,itilmiş kakılmış,öldürülmüş süründürülmüş yurtseverler ürünlerini ve kendilerini bu salonlarda görüyorlardı o akşam.Eh,şu çözülme sürecinde azımsanacak bir merhem değil doğrusu!
Emeği geçen herkese içten teşekkür!

*

Birkaç hafta önce Aydnlık’ta,öteden beri topluma Bir Bilen diye yutturulan Bir Kafa Karıştıran konuşuyordu;Yahu,diyor,insan merak ediyor,AB acaba Türkiye’ye de Yugoslavya gibi parçalamak mı istiyor?
Utanmazlığın bu kadarını yalnız o ve benzerleri becerebilir!Wilhelm Reich,siyaseti duygusal veba,siyasetçileri de elbet vebalı sayardı;ne kadar haklıymış!
Yahu Morrison uşağı,1960’lardan beri,efendilerinden gelen buyruklarla,bu topraklarda ne kadar gerçek yurtsever,dahası insansever varsa hepsinin teker teker ya da topluca yok edilmesine maşalık etmedin mi?İMF’ye ve Dünya Bankası’na koşulsuz teslim olup güzelim yurdumuzun adım adım bugünlere getirilmesine canla başla çalışmadın mı?Şimdi aslında tek üzüldüğün İşverenin seni bırakıp dün dudak büktüklerini işbaşına getirmesi;Anadolu ve insanı tıpkı dünkü gibi, umurunda bile değil!
Ama aslında onun da çok kusuru yok;geçen gün bir ileti geldi;Susurluk tanıklarından bir emekli subaya dönen dolapları sormuşlar,yiten silahlar,dosyalar falan;bağışlayın,demiş,by-pas geçirdim,hiçbir şeyi anımsamıyorum. İletiyi gönderen dostum,galiba bütün toplum by-pass geçirdi,trilyon götürenler başa taç ediliyor,diyordu.Haksız mı?

Adam Sanat, Ocak 2005, s.228

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder